Saldırganlık ile Yıkıcılıgın Çeşitleri - 4

Elbette ilk soru, bu anahtarı bulup bulamayacağımız; normal zihniyet çerçevemizi aşarak kendimizi «özgün insan»ın zihniyetine aktarıp aktaramayacağımızdır. Tiyatro, şiir, sanat, efsane bunu yapmıştır; ama ruhçözümleme dışında, ruhbilim yapamamıştır. Çeşitli ruhçözümleme okulları bunu farklı yollarla gerçekleştirmişlerdir; Freud'un özgün insanı, ataerkil biçimde örgütlenmiş bir erkek takımı üyesinin tarihsel bir algılanışıydı; bu takım, kendisine karşı oğullarının ayaklandığı ve üst benlik ile yeni bir toplumsal örgütlenmenin oluşumunun onun içsel-leştirilmesine dayandığı bir baba-zorba tarafından yönetiliyor ve sömürülüyordu. Freud'un amacı, hastaya, onun ilk atası olduğuna inandığı kişinin deneyimini paylaşma olanağı vermek, böylece de kendi bilinçaltını keşfetmesinde çağdaş hastaya yardımcı olmaktı.

Bu özgün insan modeli uydurma olsa bile ve bu modelle bağlantılı «Oidipus karmaşası» en derin insan deneyimi düzeyi olmasa bile, Freud'un varsayımı bütünüyle yeni bir olasılık ortaya çıkarmıştır. Bu olasılık, her dönemde ve kültürde bütün insanların ortak atalarıyla temel bir deneyimi paylaşmış olmaları olasılığıdır. Böylelikle Freud, bütün insanların ortak insanlık Özünü paylaştıkları yolundaki insancı inanca bir başka tarihsel kanıt daha eklemiştir.

C. G. Jung, farklı ve birçok bakımdan Freud'unkinden daha gelişmiş bir yolla aynı girişimde bulunmuştur. Jung, özellikle efsanelerin, kuttörenlerin ve dinlerin çeşitliliğiyle ilgilenmiştir. Bilinçdışının anlaşılmasında bir anahtar olarak efsanelerden ustaca ve zekice yararlanmış, böylelikle de öncüllerinden daha sistemli ve daha kapsamlı biçimde mitolojiyle ruhbilim arasında bir köprü kurmuştur.

Burada önerdiğim şey, yalnızca bugünün, bilinçdışımızın anlaşılması için geçmişten yararlanmak değil, aynı zamanda da bilinçdışımız-dan, tarihöncesinin anlaşılmasında bir anahtar olarak yararlanmaktır. Bu, ruhçözümsel anlamda kendini-bilme uygulamasını -—bilinçdışımızın bilince çıkmasına karşı gösterdiğimiz direncin önemli bir bölümünün ortadan kaldırılmasını, böylece de bilinçli zihniyetimizden geçerek özümüzün derinliklerine işlemenin yarattığı güçlüğün azaltılmasını— gerektirir.

Bunu yapabilmemiz koşuluyla, bizimle aynı kültürde yaşayan toplumdaşlarımızı, ayrıca bütünüyle ayrı bir kültüre bağlı insanları, hatta bir deliyi anlayabiliriz. Özgün insanın neler yaşamış olabileceğini, ne gibi varoluşsal gereksinmelere sahip olduğunu ve (kendimiz de dahil) insanların bu gereksinmelere hangi yollarla karşılık verebileceğini de duyumsayabiliriz.

Otuz bin yıl öncesinin mağara resimlerine kadar inen ilkel sanatı ya da Afrika, Yunan ya da Ortaçağ kültürü gibi bütünüyle farklı kültürlerin sanatını gördüğümüzde, bu kültürlerin bizim kültürümüzden köklü biçimde ayrı olması gerçeğine karşın, bunları anladığımızı hiç kuşkusuz kabul ederiz. Binlerce yıl önce bu insanların uyanıkken kavradıklarına benzer simgeleri ve efsaneleri düşleriz. Bunlar, bilinçli algıda görülen derin farklılıklar ne olursa olsun, bütün insanlığın ortak dili değil midir? (E. Fromm, 1951).

insan evrimi alanındaki çağdaş düşünüşün, son derecede tek yanlı bir tutumla, başlıca tanıkları iskeletler ve aletler olan insanın bedensel gelişmesini ve maddi kültürünü izleyen bir yönelime sahip olduğu göz önüne alınırsa, ilk insanın zihniyetiyle birkaç araştırmacının ilgilenmesi şaşırtıcı değildir. Bununla birlikte, burada sunmuş olduğum görüş, tüm felsefi bakış açıları çoğunluğunkinden ayrı olan birçok seçkin bilim adamı tarafından paylaşılmaktadır; özellikle, fosilbilimci F. M. Bergounioux ile hayvanbilimci ve kalıtımbilimci T. Dobzhans-ky'nin benimkine çok yakın olan görüşlerini anlatmak istiyorum.

Bergounioux şöyle yazmaktadır:

O (insan), haklı olarak, primatların bütün anatomik ve fizyolojik ayırıcı özelliklerine sahip olan bir primat sayılabilse bile, o yalnız basına, özgünlüğünü hiç kimsenin tartışmayacağı biyolojik bir grup oluşturur... tnsan, kendisini, acımasız biçimde çevresinden çekilip koparılmış, ölçülerini ve yasalarını bilmediği bir dünyanın ortasında yalnız başına bırakılmış hissetti; bu yüzden, sürekli yoğun çaba göstererek ve kendi yaptığı yanlışlar aracılığıyla, varlığını sürdürmek için bilmek zorunda olduğu her şeyi öğrenmek zorunda hissetti kendini. Çevresindeki hayvanlar bir araya geliyor, su arıyor, çiftleşiyor ya da sayısız düşmanlara karşı kendilerini savunmak için kaçıyorlardı; onlar için, dinlenme ve etkinlik dönemleri, beslenme ya da uyku, üreme ya da korunma gereksinmelerinin saptadığı değişmez bir yinelenme içinde birbiri ardına geliyordu. İnsan kendisini çevresinden koparıyor; kendini yalnız, terk edilmiş, hiçbir şey bilmediğini bilmesi dışında her konuda bilgisiz hissediyordu... Bu yüzden, insanın ilk duygusu, kendisini belki umutsuzluğun ta kıyısına bile götürmüş olabilen varoluşsal kaygıydı (F. M. Bergounioux, 1964).

Dobzhansky de buna çok benzer bir görüş dile getirmiştir:

Bununla birlikte, kendinin ayırdında olma ve sezgi, korku verici yetenekler olan özgürlük ve sorumluluk yeteneklerini getirmiştir. İnsan, tasarılarından bazılarını yürürlüğe koyma, ötekilerini ise askıya alma konusunda kendini özgür hisseder. Dünyanın ve kendisinin bir kölesi olmaktan çok, efendisi olmanın sevincini duyar. Ama bu sevinç, sorumluluk duygusuyla yoğrulmuştur. İnsan, eylemlerinden sorumlu olduğunu bilir: iyi ve kötü konusunda bilgi kazanmıştır. Bu, taşınması son derecede ağır bir yüktür. Başka hiçbir hayvan, bu yüke benzer bir şeye katlanmak zorunda değildir. İnsanın ruhunda trajik bir uyumsuzluk vardır. İnsan doğasmdaki çatlaklar arasında, bu söylediğimiz, doğum sancısından çok daha ciddidir (T. Dobzhansky, 1962).

1 - 2 - 3 - 4


  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP