Felsefeye övgü

Daha bilgelik-sevgisi anlamına gelen philosophia (felsefe) sözcüğünün özünde, felsefenin belli bir varlık alanının bilgisi değil de, genellikle varlığa ait bir bilgi olma niteliği bulunur. Bu bilgi, genel olarak varlıktan soyutlanmış bir bilgi olmaktan daha çok, sindirilmiş, insan yaşamına indirgenmiş, insana dünyayı ve varlığı kavramasında geniş bir açı oluşturan bir bilgidir. Böyle bir bilgi, felsefe bilgisi bizi bundan ötürü bilim ve ya­şam görüşlerini birleştiren bir dünya görüşüne götürür. Hiç bir sınırlı varlık alanı bilgisi, bizi böyle bir dünya-görüşüne götüremez. Söz gelişi, fizik, fiziksel bir evren görüşüne, biyoloji, biyolojik bir evren görüşüne, sosyo­loji, sosyolojik bir varlık görüşüne götürebilir. Ama, bü­tün bu görüşler belli ve sınırlı bir açıdan varlığa bakış tarzını gösterirler. Buna karşılık, felsefenin bizi götürdü­ğü açı, bütün bu tek tek açıları içinde kuşatan bir tümel görüştür, bir dünya-görüşüdür. Bu dünya-görüşü içine, fiziğin, biyolojinin, sosyolojinin tek tek ortaya koyduk­ları görüşler, birer perspektiv olarak katılırlar. Bundan ötürü, felsefi dünya-görüşleri, çağların dünya-görüşleri olurlar. Söz gelişi, Antikite'nin bir fizik evren tablosu, bir biyolojik evren tablosu, bir insan ve bir Tanrı anla­yışı vardır. Ama bir de bütün bunları çevreleyen ve aşan bir Antik dünya-görüşü, söz gelişi anthropomorfist (Tanrıları insan biçiminde görme) ve hümanist bir dün­ya-görüşü vardır. Bu tümel dünya-görüşü, felsefi bir dün­ya-görüşüdür. Yine Ortaçağda tek tek bilimlerin orta koyduğu evren tablosu, tümel bir felsefi dünya-görüşü olan teolojik dünya-görüşünde erir. Aynı şeyi Renaissance dönemi için de söyleyebiliriz. Kepler ve Galilei ile yeni bir bilim, astro-fizik kurulur. Bunlar, Renaissance' in dünya-görüşünde, evrenin ve maddenin realitesini kavrayan ve onu savunan modern felsefi dünya-görüşün­de içerik kazanır. Aynı şeyleri daha sonraki çağlar için de rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ancak, şimdi sorabiliriz. Çağımızda acaba durum nedir? Günümüzde de, eskiden olduğu gibi, bir dünya görüşünden söz edilebilir mi? Bu sorulara bir karşılık verebilmek için, ilkin çağımızı biraz bilmek ve tanımak gerekir. O halde, içinde yaşadığımız çağ nasıl bir çağ­dır? Yaşadığımız çağ, ön sınırlarını geçen yüzyılın or­talarında bulur. Geçen yüzyılın ortalarında modern fi­zikin, modern biyolojinin, modern psikolojinin ve sos­yolojinin kurulmasıyla, çağımızı ilk plânda bir bilim ça­ğı, bir pozitiv çağ olarak belirleyebiliriz. Bilimsel bilgi­nin bu pozitivleşmesine paralel olarak, ona zorunlu olarak bağlı bir teknoloji de meydana gelir. Aynı yön içinde felsefe de pozitivleşir ve bununla da kalmayıp, pozitivleşmeyi kendi önüne bir erek olarak koyar. Bu genel karakter çizgisi içinde tekrarlanan tarih felsefe­leri de, Marx'ın tarihsel materyalizmi'nde yörüngesini bulmuş olur. Yirminci Yüzyıl böyle bir bilim ve tekno­loji potansiyeli devralır ve onu çok daha büyük bir erk ile yetkinleştirerek, çağımızı tümüyle bir bilim ve tek­noloji çağına dönüştürür. Öyle ki, günümüzde hiç bir bilgi alanı yoktur ki, bilim ve teknolojinin egemenliği altına girmesin. Bunun sonucu olarak, dünya, gitgide teknikleşir ve bilgi yönünden de küçük küçük uzmanlık alanlarına bölünmüş olur. Varlığın böyle atomik uz­manlık alanlarına bölünmüş olması, bir anlamda, evrene açılan açıların gitgide daralması demek olur. Söz gelişi, insan diyoruz, insan nedir? İnsan artık bütünlü­ğü olan bir varlık değildir; tersine biyolojinin gözünde insan, anatomik bir varlıktır, fizyolojik bir varlıktır, nö­rolojik bir varlıktır, histolojik bir varlıktır ve psikolo­jik - psikiatrik bir varlıktır. İnsan, tıpkı bir çok çarklar­dan meydana gelmiş bir makine gibidir, tıpkı bir otomo­bil gibi. Örneğin, otomobil bir kaportadır, bir motordur, bir elektrik donanımıdır ve bir karbüratördür. Ama, makineyi bilmek, bu parçaları ve dişlileri bilmek demek olduğuna göre, bilebileceğimiz şey makinenin tümü de­ğil, tersine onu oluşturan parçalardan bir ya da ikisidir. Bu uzmanlaşma, varlığın gitgide daha küçük parçalara ayrılması, giderek varlık bütünlüğünün gözden yitiril­mesine neden olur. İnsan, bunun mantıksal bir sonucu olarak bütünlüğü olan bir dünyada değil, bütünlüğünü yitirmiş, paramparça bir dünyada yaşamak zorunda ka­lır. Buna koşut olarak, insanın dünyayı gördüğü açı da gitgide daralır ve sonunda insan, yüzyıllar boyunca dünya - görüşünü, daha doğrusu bir dünya - görüşüne sahip olma niteliğini tümüyle yitirir. Bunun sonunda insan, dünyaya yabancılaşır. Geçen yüzyıldan beri çok kullanılan ve özellikle de çağımızın bir moda sözcüğü olan yabancılaşma, bize göre, bu anlamda, yani insanın dünya - görüşünü yitirmesi anlamında anlaşılmalıdır. Dünyaya böyle yabancılaşan bir insan için tümüyle dün­ya ne ifade eder? Bir hiç. İnsan için yalnız çevresi, evi, sahip olduğu araç ve gereçler, otomobili, evindeki mo­dern aygıtlar, ekonomik durumu, kazancı ve bir de ken­di rahatlığı bakımından toplumsal çevre bir anlama sa­hip olabilir. Bunun dışında, dünyanın onun bakımından hiç bir anlamı kalmamıştır. Dünya, yalnızca turist ola­rak görülecek bir varlık olur, buna göre de, insan için dünyanın anlamı yalnızca turistik bir anlam olur. Dünyanın artık Eski Greklerin dediği gibi bir 'logos'u (akıl düşünce) olmadığı gibi, dünyanın yaratıcısı bir Tanrı da olmayacaktır. Buna göre, dünyayı bilmek, tanımak yalın bir optik fenomenle eş anlamlı olacak ve böyle bir an­layışta akıl ve düşüncenin (logos) herhangi bir katkısı bulunmayacaktır.

İnsan da, aynı şekilde, artık yüzyıllarca düşünüldü­ğü gibi, bir akıl ve düşünce varlığı olarak değil, tersine' bir içgüdü varlığı, bir duyu varlığı ve çıkarlarını arıyan bir pragmatik varlık olarak anlaşılır. Böyle bir varlığın ne büyük düşünceleri ne de derin duyguları vardır. Ça­lışma temposu bakımından, böyle bir insanın büyük ve derin düşünmeğe ve duymaya vakti de yoktur. O, gün­delik gereksinmelerin belirlediği, duygu ve düşünceden yoksun bir varlık olacaktır. Böyle bir insan, dünya-görüşünü, felsefesini, ahlâkını ve mutluluğunu yitirmiş bir insan olur.

Böyle bir insana, retrospektiv bir açıdan baktığı­mız zaman, onun yüzyıllar boyunca bir kültür varlığı olarak yaşamış olan insana benzerliğini de yitirmiş olduğunu görürüz. Ama, sorabiliriz: İnsan insan olarak sonunda büsbütün yitecek midir? O zaman böyle karam­sar bir düşünce içinde yaşamımızın herhangi bir anlamı kalır mı? Yok eğer insanın yitmeyeceğini, özü gereği insansallığını koruyacağını düşünüyorsak, o zaman insa­nı bu özüne geri götürecek bir gücün olduğunu düşün­meliyiz. O halde, insana insanlığını anımsatacak ve in­sanı bir dünya - görüşüne götürecek ya da götürebilecek güç hangi güç olabilir? Bunu sormalıyız. Bu güç, düşün­ce gücüdür, bu güç felsefedir diyebiliriz. Kanımıza göre, insanı kurtaracak, insanı yine anlam arıyan, dünyayı anlamlandıran ve dünyayı yine tümel olarak görmeğe götürecek olan felsefe olacaktır. Yüzyıllar boyunca felsefe insana anlam vermiş, evreni anlamlı bir varlık ola­rak görmeyi sağlamış ve insanı bununla mutlu etmiştir; felsefe bugün de, yarın da insanı aynı görüş çizgisine götürecektir sanırız.


Kaynak: İsmail Tunalı - DENEMELER

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP