Parmenides'in Varlık çözümlemesinin eleştirisi - 3

Eğer Parmenides, Doğa’dan yaptığı soyutlamalarda bu denli Doğa’ya da tutunmuyor olsaydı, eğer varlığa ve yokluğa ve onlar üzerine düşünen bilince Doğa’dan bağımsız şeyler olarak da bakabilseydi, eğer kelimenin tam anlamıyla soyut düşünmeyi deneseydi; bulduğuyla yetinmez, ilerlerdi. Şimdi, “varlık nedir?” sorusu varlığın doğasını, özünü sormadığı sürece saçmadır; ve üzerinde durmaya değmez. Varlık, varolandır; yoklukta yokolan: Parmenides haklıdır. Ama varlık kavramı bir kategoridir ki, şu uzamsal şeylerde, yani şu boşluk içindeki, yani uzamsal karşılığı ile dolu olmayan boş, kısaca hiç olan uzamın içindeki şeylerin tümüne yüklenebilmesine karşın değişmeyen, dönüşmeyen bir kategoridir. Uzamın açığa çıkardığı onun hiç olduğu ama belirli bir hiç olarak boşluk olduğudur. Gerçek, asıl varlığını Tanrı’nın düşüncesinde, onun özünde bulan hiç adındaki bu kategori, karşıtı olmaksızın anlamlı olamayan bir kategoridir. Mantıksal süreç, daima varlığın yokluğu, yokluğun varlığı gerektirdiği, birbirine zorunlu olarak geçiş sağlanan bir süreçtir ki diyalektik bir yapıları vardır: Var, mantıksal olarak varlığı kapsadığı gibi yokluğu da kapsar –evrik olarak da doğru. Aralarında mutlak bir zorunluluk ilişkisi var ki, birinin anlamı diğeri olmadan asla belirtik olamaz. Bu ise, her şeyi aynı kazana atıp, belirsizlik, daha doğrusu tam bir belirlenimsizlik içinde bırakmak değildir. Çünkü çelişik olarak Parmenides’in haklılığı da sürmekte. İki kavram, kavramsal bir bütün oluşturuyorlar: böylece aralarındaki çelişki bir iç-çelişki; öyle ki saltık olarak birbirlerini dışlayamaz haldeler. Öyleyse mantıksal yapılarına baktığımızda, idealar aleminde de onları aynı oluş alemindeki geçiş halinde buluruz. Oluş aleminde de uzam, hiç de o kadar hiç değildir. Uzamın içindeki her türlü varlığı soyutlarsak uzamı sonsuz bir boşluk halinde tasarlayacağız. Ama bir boşlukta yer almayan, yani yer kaplamayan bir görülebilir-duyulabilir bir varlığı tasarlayamayız. Eğer Doğa’da varolan görülebilir şeylerde de hiçbir boşluk yer almasaydı, tüm varlıklar boşluğu hiç içermeseydi, salt varlıklarla dolu olsaydı, kararlı, giderek ideal varlık olan şeylerle dolu bir evrende yaşıyor olurduk, böyle bir durumda şeylerin kesintisiz deviminden kaynaklanan yer değiştirme de tasarlanabilir olmaktan çıkardı. Parmenides’ten kalan şu olmalıdır: Bulduğu bir bağlamda bulduğunu sandığı şey değildir. Bu bağlam özseldir ve şöyledir: Parmenides Varlık ve Yokluk arasına saltık ayrım koyarak sandığı gibi varlık=varolan; yokluk=yokolan’ı bulmadı. O Varlık ve Yokluk kavramlarının Oluş’tan bağımsız olarak birbirine geçmeye elverişsizsizliğini buldu –oysa bu Evren’de Varlığın ve yokluğun ortaklaşa bir şeyleri, en az bir orta terimleri, birbirine geçiş imkanı olmadığını sanıyordu; Doğa’dan yaptığı bu gözlemin kendisini Doğa’ya değil, Doğa’nın ardındaki özsel bir şeye götürdüğünü sezdi: Tanrıça, güneş kızları… Herşeyin Oluş’ta çözülmediğini, bu kavramların Oluş’ta çözülmeyen bengi özellikleri olduğunu bularak duyulur-görülür’ün ötesine geçti. Ama tam da Doğa’dan soyutlanabilecek, saltık soyutlanabilecek kavramlar değildiler: Buradaydılar – çözülüyorlardı ve yine de çözülmüyorlardı. Parmenides bulduğunun haklılığına öyle saplandı ki önemli yanlışlara düştü. Aslında sorunun çözümü çok daha zorluydu.

A=A’dır, demek o denli de A, A’ya özdeş olmayandır demek ise ve düşüncemizi gevşeklikten, bir ‘gizem’i çözmenin verdiği esenliğin içinde buyurmaktan, böylesi bir sefalete düşmekten nasıl kurtarabiliriz? Pavlov’un köpeğinde bile örtük olarak, çok az bir yeterliğin bulunduğu hayvani bilincin tasarımsal yargıları, köpeğin buyurması olarak görebilir, onun A=A’ya çok yakın olduğunu, ama bir şeyin kendine özdeş olmamasına uzak olduğunu, dahası bir şeyin kendine özdeşliğini korurken kendine hiç özdeş olmamasının da o şeyde bir arada bulunduğunu şu ya da bu bilinç düzeyinde anlamanın tam olarak ötesinde olduğunu görebiliriz. Parmenides, Varlık=Varlık ve Yokluk=Yokluk, der ve kavramların dağılmaktan nasıl korunduğunu belirli bir başarı ile gösterir. Belki de Parmenides bunu Herakleitos’un izleyicilerinin yarattığı düşünsel bunalım ortamını üstenerek gerçekleştirmiştir. Gerçekten de Herakleitos belirli bir karşıtlık içinde bulunur Parmenides’e; ve düşünceye ‘fesat’ sokmuştur. Herakleitos’un ruhu, ruhundaki karşıtlığı gerçekten de bir çelişki olarak sunmuştur. Ama onu izleyenler daha çok çelişkiye bakarken onun ruhuna değil, ruhunun nesnesine, Doğa’ya, doğa parçalarına bakma eğilimindedirler. Herakleitos, doğa parçalarında, onların aralarındaki bağlantılarda çelişkiyi, karşıtların savaşımı şeklinde gösterir; ve buna rağmen uyumlu da olabilen çelişkiyi Oluş’un ilkesi haline getirip, bunun ussal olduğunu usun oluşta belirişi olduğunu göstermiştir. İşte tam bu yüzden de uyumsuzluğun o denli de uyumlu bütün olduğunu nesnesinde gösterdiği için felsefesini inceleyenlerin tümünün bakışı daha çok Doğa’ya kayar. Bulana değil, bulunana bakarlar. Sanki bu yüksek nitelikli emek, yani bu yüksek düşünsel etkinlik, ve bir sonuç olarak da bu başarı, felsefeciye değil doğa parçalarına; taşlara, sulara, otlara, kargalara, çoklara aitmiş de felsefeci sadece bir dile getirenden ibaret imiş gibi. Bu bilinç de bilgenin üzerinde mistik bulutların dolaşmasına neden olur. Ve yetersiz ussallıkları Herakleitos felsefesini belirlenimsiz bırakmak zorunda kaldıklarında, işte o zaman özneye bakarlar: Herakleitos karanlıktır. Oysa karanlığa ışık düşürmede büyük bir başarısı olan bir filozoftur. Karanlık ise, daha çok baktıklarındadır. Ve varsın biraz Platon, Platon’dan çok çok daha fazla da Aristoteles, Parmenides’in hakkını verdikleri kadar Herakleitos’un hakkını vermesinler. Ben bu konuda Aristoteles’in tarafını tutmaktan çok Hegel’in tarafını tutacağım.

1 - 2 - 3

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP