Fenomenoloji ve Hermeneutik - 2

‘Şeylerin kendilerine’ sözlerinin fenomenolojinin inandırıcılık gücüne büyük katkısı olmuştur. Doğal pekinlikleri tutarlı olarak yadsıyan ince bir yöntemsel çözümlemenin sonunda, bütün tözsel içerik gene de ayakta kalır; amaç özsel yapısı içindeki olgusallık üzerine gücünden hiçbirşey yitirmeyen bir kavrayıştır. İlkin olgusal bir içerikle donatılmaları gereken iyiden iyiye sınırlanmış iç yaşam süreçleri ya da ansal imgelerle uğraşmak yerine, şeylerin tam asıllıkları ile ilgilenmek gerekir. Çağdaş bilgikuramının eski ve büyük ölçüde çözülemez sorunları, özne ve nesne etkileşimi ve dışsal dünyaya ilişkin anlayışımızın gerçek bilgi olarak aklanması—bütün bunlar ortadan kaldırılırlar. Fenomenolojik sürecin usayatkınlığı karşısında, bunlar kuruntular ve yalancı sorunlar olduklarını gösterirler. Eş deyişle, özne ve nesnenin yapay ayrımı üzerine dayanır, ve bu ikici varlıkbilimin üstesinden gelemezler. Öte yandan fenomenoloji herşeyi dolaysız kanıt ve sezgi üzerine kurar. Bir kez başlangıçta, Kartezyen kuşkucuyla birlikte, varolanın irdelenmeksizin kabulünü yadsıma adımı atıldıktan sonra, bilinçten kalan düşünme olgusunun kendisinden daha çoğudur. Geriye fenomenolojik olarak çözümlenebilecek bir içerik kalır. Bu amaçla, Husserl ayırdedici bir yolda genişletilen ‘ego cogito: cogita’ formülünü getirdi. Tüm yanlış inaklardan kaçınan bu felsefi kendini düşünme edimi kendi başına alındığında olgusal olanın bütünlüğüne giriş sağlar, ve bunun için Descartes’ta olduğu gibi Tanrının varoluşunun bir tanıtının ya da Kant’ta olduğu gibi bir Aşkınsal Çıkarsamanın sorgulanabilir dolambacı gerekmez. Eğer yalnızca doğru olarak görülecek olurlarsa, bilincin arı fenomenleri daha şimdiden şeylerin özünü kapsarlar.

Açıktır ki uslamlama bütünüyle fenomenlerin arılığını gerçek olgusal içerikle eşitleme üzerine dayalıdır. Eğer bilinç akımının öznel olarak değişmekte olan yüzeyleri kararlı olarak özsel olana indirgenecek olursa, hem duyusal hem de anlıksal tüm düşünülebilir içeriğe doğrudan giriş elde edilecektir. Eş deyişle, yalnızca şu ya da bu yolda olabilecek olan birşey, bir ‘femomen’ vardır. Fenomenoloji, açık konuşmak gerekirse, bir ‘varlıkbilimsel üstenim’ biçimiyle işlemektedir. Bir bilincin bilinci olduğu tikel birşey olma olanağının üstünde ve ötesinde, kendilikler daha öte dikkate alınamazlar. Herşey gizil bir fenomendir, yeter ki herhangi bir nesneye niyetsel yönelmişliğe göndermede bulunuyor olarak anlaşılsın, ruhbilimsel bir olaya değil. Bununla birlikte, ruhbilimsel olgudan fenomenolojik öze adım arıtma süreci aracılığıyla atılır.

Fenomenlerin arılığına Husserl’in biraz genelemeli bir yolda da olsa ‘değişme yoluyla düşünselleştirme’ dediği bir yöntem aracılığıyla erişilebilir. Düşünselleştirme, eş deyişle arıtma ve eidosa yüksetlme süreci, herhangi bir gizemli anlıksal sezgi yetisinin sonucunda ortaya çıkmaz, ama dolaysız bir algı temeli üzerine kurulur. Edimsel olarak yaşanmış olan deneyimler temelinde, daha öte andırımlı deneyimler özgür imgelem yoluyla yaratılır, öyle ki olumsalın ötesinde tüm yanların tam bir açıklaması yönünde bir genleşme başarılabilir. Fenomenolojik araştırmacıdan, bir şey üzerine öznel olarak bulunan görüşün görelileştirilmesi yoluyla, sonunda niyetlenen kendilik araştırmacının bakışının önünde tam ‘kendiliğinden verilmişlik’ içinde duruncaya dek gerektiği kadar almaşık yaratması istenir. Örneğin, araştırmacı şu ya da bu konumda ve şu ya da bu ışıklandırma koşullarında görünen bir masayı tüm yanlarında tam olarak anlayabilmek için bir bakıma bir düşüncede onun çevresinde dolaşmalıdır.

Bütün bunlar zararsız görünmekte, ama gene de fenomenolojinin temel güçlüklerinden birini içermektedir. Kendiliğinden verilmişlik ancak sürmenin gereksiz olacağı olgusu yoluyla belgitlenebilir. Doymuş imgelemden şeyin kanıtına geçişi belirlemek hiç kuşkusuz güçtür. Herhangi bir tikel izlenim tarafından engellenmeksizin sonunda bütünün kendisi imgelemde kuruluncaya dek daha öte olanaklarla oynama süreci hiç kuşkusuz pekçok durumda olaklıdır—aslında sürekli olarak olmaktadır, üstelik ön felsefi etkinlikte bile. Bir Gestaltı doluluğu içinde öncelememiz ve ayrıntıları kendiliğinden doldurmamız algımızın değişmez bir özelliğidir. Gene de bunu yaparken dolaysızca bir eidosu, a priori birşey anlamında bir arı özü algılamakta olduğumuzu kim söylecektir? Bu kuşku kalmaktadır.

Belki de sezgiye tam olarak güvenmenin olanaklı olduğunu düşünmek salt bir telkin sorunudur, özellikle evrensele ilişkin herhangi bir sorunun olduğu yerde. Husserl’e göre, sezgisel kanıt için bir istem söz konusu olduğu sürece, birleşik fenomenler kümesinin somut ve evrensel içerikleri arasında hiçbir ilke ayrımı yoktur. Burada biçim, renk, kaplama durumu vb. gibi tikellikleriyle önümdeki tikel masa ve ‘kendinde masa’ arasında Platonik horismos [ayrılık] anlamında aşılamayacak hiçbir uçurum yoktur. Bu dahaçok eski varlıkbilimin yanılsamasıdır. Fenomenolojik yöntem öznel somut algının tikel hic et nuncu [burası ve şimdisi] ile bir şeyin nesnel özünün yalnızca sürekli bir kanıt dereceleri cetvelindeki iki ucu imlediğini göstermeyi amaçlar.

Bunun dışında, benzer sorunlar daha sonra ‘fenomenalizm’ denilen akımın başka bakımlardan fenomenolojistlerle çok az ortak noktaları olmuş olan savunucularının karşısına çıkacaklardı. Viyana Çevresinin olgucu bilim kuramının çerçevesi içinde duyu verileri toplamından bunlara karşılık düşen nesnenin varoluşunu çıkarsamanın ne zaman ve niçin olanaklı olduğu sorusu üzerine bir tartışma olmuştu. Bilimin birliğine ilişkin temel ideal açıkça öznel görüngünün nesnel verilerden herhangi bir ayrılışını yasaklıyordu. Carnap’ın gene de sarılmak zorunda kaldığı özne nesne ikiciliği sonunda onu bir ‘eş biçimcilik’ görüşünü kabul etmeye zorlamıştı ki, bunun için protokol tümcelerin fenomenal dili ve fizikselciliğin şey dili arasında daha öte hiçbir temel bulunamıyordu. Bu çözümün dil mantığının terimlerinde formüle ediliyor olması durumunu bir yana bırakırsak, Husserl’in görüngüleri şeyler olarak yorumlamanın bir aklanması sorunu ile andırımı görülebilir.

Fenomenolojinin kendini başından beri tamamlanışı olarak gördüğü modern felsefe öznellik felsefesinin temel sorunlarını kendi öz kaynaklarını kullanarak ortadan kaldırma girişiminde kendini bir sona getirir. Husserl’in çabalarının sonucu, ama o denli de sınırı burada yatar. Fenomenoloji, yeterli bir köktencilik dozuyla düşünerek öznel felsefi yaklaşımı vargısına dek götürdüğü ölçüde, özne ve nesne arasındaki geleneksel ayrılıktan ve görgül ve aşkınsal Benlerin bağıntılı ayrılığından kaçınabileceğini umudeder. Bu Descartes’ın meditatif düşünme modeli—bir meditasyon ki bunda düşünme hiçbir zaman bireyin somut deneyim düzeyini terk etmez—ile bağlantıyı açıklar. Örneğin ruhbilimin de ele aldığı türde olgusal bilinçli deneyim ile ilişki sürekli olarak korunmalı ve böylelikle felsefe yalnızca izdüşümlerin sisli ortamında yüzmekten kaçınmalıdır. Ustaca bir yöntembilimsel dönüş dolaysız özbilinci felsefi bilgiye çevirir. Dünyaya doğal inancın askıya alınması arı fenomenlere indirgemeye götürürken, bunların arılıkları ise a priori özün güvencesi olur. Bu yolda Husserl tüm gerçeklik kuramlarının ölü ağırlıklarını kanıt olarak alır. Yapılması gereken ana karşıçıkış budur.

Bu anlayış sezginin dolaysızlığı ile birlikte duracak ya da düşecektir. Yalnızca eğer özlere şeylerin görüngüleri olarak sezgi tarafından ulaşılabiliyorsa ussal düşünce temelinde işleyen bir meditasyon olmaksızın fenomenden eidosa bir geçiş olanaklıdır. Bütünlüğü içinde sezilen sözcüğün tam anlamıyla kendiliğinden verilmişliği içindeki şeydir ve sergilemenin tamlığı ancak yalın algı imgelemin özgür oyunu (değiştirme yoluyla düşünselleştirme) yoluyla geliştirildiği zaman algı temelinde ortaya çıkar. Kaba bir sezgi inakçılığı tipik olarak Husserlci fenomenolojiyi algıya bağlarken, öte yandan dil ve eylem gibi felsefenin daha sonraki gelişim sürecinde önem kazanacak olan deneyim alanları bütünüyle uygunsuz olarak gözardı ediliyorlardı.

Fenomenolojinin bütününün sezginin dolaysızlığı üzerine kurulması ayrıca Husserl’in kendini Kant’ın aşkınsal felsefesinin gerçek ardılı olarak görmesini anlamayı da güçleştirmektedir. Hiç kuşkusuz Kant’ın duyusal algı ve anlak arasında kendi öncellerinden kalıt aldığı ve dizgesel olarak daha da yeğinleştirmeye yöneldiği gerilimin değiştirilmiş olduğunu görmek kolaydır. Kant’ın sezgilerin kavram olmaksızın kör ve kavramların sezgi olmaksızın boş oldukları yolundaki ilkesine tam hakkı verilir ve bu ilke eleştirel olarak yaratıcısının bilgi kuramına uygulanır. Bununla birlikte, kendini bilinçli olarak bilginin koşulları üzerine yönelten aşkınsal düşünmenin kendine özgü yapısı, özlerin kendiliğinden verili olacakları noktaya dek değişim yoluyla düşünselleştirme gibi yalın bir izlence ile pek tutarlı değildir.

Kant’ın aşkınsal dönüşü kendisi bize hiçbir zaman verili olmayan bilinemez bir kendinde şey sayıltısına tam olarak uygun düşer. Yalnızca özlerin metafiziksel bir bilgisi bize yasaklandığı içindir ki görüngülerin bize kalan bilgisinin olanağının koşullarını bulmak olanaklıdır. Bilginin zorunlu koşullarının yapısal belirlenimi ve bu koşulların üstesinden gelmenin olanaksız olduğu yargısı Kant için dizgesel olarak bağıntılıdır. Bilginin koşullarını bilinçli kılan aşkınsal süreç bilgimizin sınırlarının kabul edilmesinden başka birşey değildir. Sınırlara yaklaşırken, gene de onların bu yanında kalırız. Husserl’in özler öğretisinin kesinlikle bilgikuramının eski sınırlarının ötesine devinmesi amaçlanmış olduğu için—ki bu sınırlar duyusal deneyim ve anlak, ya da duyarlık ve sezgi, ya da dolaysızlık ve dolaylılık arasındaki ayrımda yansıtılırlar—, doğrudan doğruya aşkınsal felsefenin düşünce çizgisini sürdürüyor olduğunu ileri sürmesi olanaksızdır.

1 - 2 - 3 - 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP