Mutlu olma görevi

Emile Auguste Chartier - Alain

Mutsuz ya da hoşnutsuz olmak güç bir şey değildir; eğ­lendirilmeyi bekleyen bir hükümdar gibi oturmak yeter; mutluluğu bir nimet gibi arayıp gözetlemek yok mu, işte bu, her şeyin üstüne can sıkıntısını bir tül gibi örter; gerçi bunu görkemli bir tavırla yaparlar; çünkü bütün nimetleri hor görmenin altında bir tür gizli güç yatar; ama çocukların bahçeler yapması gibi, mutluluklarını bir hiçten yaratan o becerikli işçilere karşı bir sabırsızlık, bir öfke de yok değildir tavırlarında. Kaçarım onlardan. Deneyimimle bilirim ki, kendilerinden sıkılanları eğlendirmek mümkün değildir.

Buna karşılık izlemeye doyum olmaz mutluluğun, manzaraların en güzelidir o ... Bir çocuktan daha şirin ne olabilir? Oysa o, hep kendi oyunlarıyla ilgilidir; başkalarının oynayıp onu eğlendirmesini beklemez. Gerçi huysuz çocuklarda vardır, hep somurturlar; yalnız, çok şükür, çocuklar ça­buk unutur; oysa bizler, durmadan surat asan nice büyükler tanımışızdır. Bunlar kendilerine göre haklı da olabilirler; mutlu olmak kolay iş değildir; bir sürü olaya ve insanlara karşı bir savaştır bu; insan bu savaşta yenilebilir; elbette ki katlanılmaz belalar vardır. Stoa'cı yamağından daha güçlü felaketler vardır; ama bütün gücümüzle karşı koymadan yenildiğimizi kabul etmemek de, en belirgin görevimizdir. Bana pek açık görünen bir gerçek var: Mutlu olmaya niyet etmedikçe insan mutlu olamaz. Demek ki mutlu olmayı istemeli ve bu uğurda çaba göstermeliyiz.

Yeterince üzerinde durulmamış bir şey var: Mutlu olmak, başkalarına karşı da görevimizdir. Yalnız mutlu olanlar sevilir, deriz; ama unutuyoruz ki, bu ödül haklı ve yerindedir; çünkü felaket, can sıkıntısı ve umutsuzluk, soluduğumuz havayı doldurup taşırmıştır; onun için kötülükleri hazmederek ortak yaşantımızı gayretli örnekleriyle arıtanlara minnet borcumuz vardır. Aşkın en güzel yanı, mutlu olmak için edilen yemindir. Sevilen insanın sıkıntısı, kederi ya da felaketi kadar katlanması güç ne vardır? Her erkek ve her kadın, hiç aklından çıkarmamalıdır ki, mutluluk, yani kendimiz için kuşattığımız mutluluk, en güzel ve en cömert özverimizdir. Hatta, mutlu olmak zahmetine girmiş insanlara ödüller dağıtılmasını isteyecek kadar ileri gideceğim. Çünkü kanımca, bütün bu ölüler, bu harabeler, bu çılgınca masraflar ve bu önlem saldırıları, hiçbir zaman mutlu olmasını bilememişlerin ve mutlu olmaya kalkışanlara da katlanamayanların eseridir.

Yaratma Eylemi Nedir?

Gilles Deleuze

Ben de, kendi hesabıma bir soru sormak isterdim sizlere --sizlere ama kendime de. Bu şu türden bir soru olurdu --siz, sinemada ne yapıyorsunuz ve ben, işin aslında, felsefe yaparken, ya da yapmayı umarken, gerçekten ne yapıyorum?

Ne demeli... Sizin oralarda her şey kötü gidiyor gibi anlaşıldığı kadarıyla, ama benim alanımda, felsefede, işler kötünün de kötüsü...

Şu soruyu da sormak isterdim --sinemada bir fikri olmak ne demek? Eğer biri sinema yapmayı umuyorsa --başka bir deyişle bir fikri varsa-- bu ne demektir? Ama bir fikri olmak ender bir olaydır... Neredeyse bir tür bayramdır... Ve bir fikri olmak, genel olarak bir fikre sahip olmak değildir --bir fikir her zaman 'adanmış'tır; şu ya da bu alana adanmış... Bir fikir bazen resimde, bazen romanda, bazen felsefede, bazen bilimde olabilir... O alanlardan birine adanmıştır ama hep... Ve farklı alanlara adanmış fikirler hiç de aynı değildirler...

Öyleyse fikirler ancak potansiyel olarak fikirdirler. Gizli güç kaynaklarına benzerler --ama her zaman, daha şimdiden, angajedirler --şu ya da bu ifade tarzına adanmış haldedirler --ve bu yüzden ifade edildikleri tarzlardan ayırdedilemezler.

Bu yüzden, genel olarak bir fikrim olduğunu söyleyemem. Her zaman bildiğim bir tekniğin içinde bir fikrim olabilir --sinemada, felsefede, vs.

Peki ama, bir şeyde bir fikre sahip olmak ne demektir?

Karşımızda bir durum var: Ben felsefe yapıyorum, siz ise, sinema yapıyorsunuz. Felsefenin önüne ne gelirse onu düşünmeye, onun üzerinde usavurmaya hazır olduğunu söylemek kolay... O zaman neden sinema üzerinde de düşünmesin?

Ama bu fikir değil bir hakarettir... felsefe önüne ne çıkarsa onu düşünmek için yapılmış bir şey değildir. Başka bir şeyi düşünmek için icat edilmiş değildir felsefe. Şunu diyeceğim: Felsefeyi herhangi bir şey üstüne düşünmek, usavurmak için bir garanti belgesi gibi ele almak her şeyi karmakarışık etmektir...

Çünkü kimse, herhangi bir şey üstüne düşünmek için felsefeye ihtiyaç duymaz. Sinema üzerine düşünmeye, usavurmaya gerçekten yetkili olanlar, yalnızca filmciler, sinema eleştirmenleri ya da basitçe sinemayı sevenlerdir... Ve sinema üstüne düşünmek için hiçbir şekilde felsefeye ihtiyaç duymazlar. Tıpkı, matematik üstüne düşünmek için matematikçilerin felsefeye ihtiyaçları olduğunu söylemenin son derecede gülünç bir fikir olması gibi...

Felsefe, eğer bir şeyler üzerine düşünüyorsa --bu düşündüğü şey, kendi içeriğinden, maddesinden ve malzemesinden başka bir şey olsaydı, varlık nedeni ortadan kalkardı zaten... Ve felsefenin kendi alanını tayin etmek çok kolaydır.

Şunu da eklemeliyim; felsefe de en az başka bir disiplin kadar yaratıcı ve çalışkan bir disiplindir: Felsefe, KAVRAMLAR yaratan ve icat eden bir disiplindir.

--Ve kavramlar, o halleriyle, hazır-yapım veriler olarak elde bulunmazlar... Göklerin, cennetin bir köşesinde, bir filozofun gelip, onları devşirip kavramasını beklemezler. Kavramların yapılmaları, imal edilmeleri gerekir...

Kuşkusuz, bu şu ya da bu kavramı oturup imal etmeye benzemez --sanki şu ya da bu kavramı bir filozof oturup, hadi imal edeyim diye işe kalkışması saçmalıktır... Tıpkı bir ressamın, günün birinde hadi şöyle şöyle, böyle böyle bir resim yapayım demesinin saçma olacağı gibi...

Bir ZORUNLULUK olması gerekir... Başka türlü, ortada hiçbir şey yoktur...

--Ancak bu zorunluluk oldukça karmaşık bir şeydir: Sözün gelişi bir filozof --hiç değilse uğraşısıyla daha tanışık olduğum için-- mesela sinema üzerine bile düşünmekle uğraşmaz... Kavramlar yaratmayı, icat etmeyi önerir... Bundan dolayı, sizin önünüzde, yalnızca kavramlar icat etmeyi bildiğimi, başka bir şey üzerine düşünmeyi bilmediğimi söylemek isterdim...

Bu yüzden, sinema yapan sizlerin sinema yaparken ne yaptığınızı söylemeye kalksaydım, bu son derecede kısır bir cevap olurdu...

Ama şunu söylerdim --(ve sizin kavramlarla yapacak bir şeyiniz yok, kavram sizin işiniz değil)-- siz, sinema yapanlar, HAREKET-SÜRE BLOKLARI yaratıyorsunuz, icat ediyorsunuz (blocs de mouvement-durée)...

Başka bir deyişle, eğer hareket-süre blokları imal ediyorsanız, sizin sinema yaptığınızı söylerdim ben de...

--Dikkat edin, sizin alanınızda, sinemada, bir öykü-anlatımının, bir anlatının söz konusu olduğunu söyleyenler var... Ama felsefe de öyküler anlatır... Kavramların öyküsünü, tarihini anlatır... Ya da kavramın tarihini...

--Ve sinema bize, hareket-süre blokları kullanarak öyküler anlatır... Resmin çizgi-renk bloklarıyla, müziğinse çok özel türden bloklarla, seslerle öyküler anlatması gibi...

Bilime gelince; o da daha az yaratıcı, daha az çalışkan değildir. Bu düzeyde, sanat ile bilim arasında yapılan karşıtlaştırmalara hiçbir saygı duymuyorum... Bilimsel faaliyet daha az yaratıcı değildir... Ama kavramlar onun da işi değildir... Talihimiz var ki, felsefe tam da bu yüzden hâlâ varolabiliyor... Keşif diye bir şey varolsa bile, bilimci bir kaşif değildir. Daha çok, onun icat ettiğini söyleyeceğim --bilimci İŞLEVLER yaratmakta, imal etmektedir.

--Bu alanda düşünürken, çok özetlediğimin farkındayım; ama gerekçemiz de var... Bu türden bir cevap konusunda çoktandır aşılmış olduğumu da iyi biliyorum... Ancak şöyle devam edeyim kısaca: Bir işlev imal etmek, en azından iki diziyi, topluluğu, grubu birbirlerine tekabül ettirmektir.
İşte bu, bilimin taban işlevi, temel-işlevidir ... Yeni ortaya çıkmış bir durum da değildir bilim tarihinde...

Bu bilimin kavramlarla hiçbir işi olmadığı anlamına geliyor... Eğer birisi, en az iki diziyi tekabül ilişkisine sokuyorsa, onun bilim yaptığını söyleyeceğim...

Ve eğer birinin birilerine konuşması, hitap etmesi mümkün ise --eğer bir filmci bir bilimciye, bilimci ise bir filozofa hitap edebiliyorsa, bu ancak her birinin kendi alanındaki yaratıcı faaliyeti cinsinden gerçekleşebilir.

Yaratım yalnızlıkta gerçekleşir; ama birilerine bir şey söylemek yaratımımın adına olabilir ancak...
Ve eğer, kendi yaratımlarıyla tanımlanan bütün bu farklı disiplinler ortak bir ufukta birleşiyorlarsa --kavram blokları, hareket-süre blokları, çizgi-renk blokları, işlev blokları icat eden bu disiplinlerin buluştukları bu sınıra, bu ufka mekân-zaman adını verebiliriz.

Bu disiplinlerin hepsi, ortak olarak paylaştıkları faaliyetleri içinde, mekân-zamanı yaratırlar...

Felsefe Açısından Dil - 1

Prof.Dr. Bedia Akarsu

Dile felsefe açısından bakınca karşımıza iki önemli ve birbirine bağlı kavram çıkıyor. İlkin toplumumuz için de önemli olan bu kavramlar üzerinde durmak, felsefe nedir, ne anlıyoruz felsefe derken; dil nedir, görevi kültürdeki yeri nedir gibi soruları ele almak istiyorum. Sonra da bu ikisinin bağlantısını, ayrıca başka alanlarla ve başka sorunlarla ilişkisini, son olarak da eğitim sisteminde dilin ve felsefenin yerinin ne olduğunu belirtmeye çalışacağım.

Önce doğanın evriminde yeni bir katman olarak ortaya çıkan insanın, kendisini hayvanlardan ayıran ve insanı insan yapan en önemli öğe olan dil üzerinde durmak istiyorum. Dil derken bir iletişim aracı olarak ele alınan dili kastetmediğimi hemen söylemeliyim. Çünkü bir işaretleşme aracı olarak, bir iletişim aracı olarak dil hayvanlarda da var. Bundan 5055 yıl önce İsviçre’li zoolog ve antropolog Adolf Portmann ontogenetik açıdan insanın özel yerini araştırdığı çalışmasında geliştirdiği bir antropoloji kuramı ile insan doğuşunun erken bir doğuş olduğunu öne sürmüştü. Bütün hayvanlar, bütün nitelikleriyle birlikte dünyaya gelirler. Yalnız insan kendine özgü niteliklerini doğuştan sonra bir yılın sonuna doğru kazanmaya başlar ve bu nitelikleri ancak sosyal çevrenin birlikte etkisi altında oluşur, bu sosyal çevrenin yardımı ve uyarıcılığı olmadan tam insan olmaya doğru gelişme başarılamaz. Bu nitelikler de: dik durma, dil ve düşünmedir. İlk yılın sonunda insan olmanın belirtileri biçim alır, bu ilk biçim alma da ancak toplumsal çevre içinde gerçekleşebilir, bu toplumsal çevre yöresinde dünyaya açılma, dünyayla ilişki kurmada gelişir. Buradan çıkan önemli sonuç: İnsanın toplumsal bir varlık olduğu ve insanın aynı zamanda tarihsel bir varlık olduğu ve bu iki durumun sıkı sıkıya birbirine bağlı olduğu ve dünyayla ilişki kurmayı dilin sağladığı, dünyayı kavramamızı dilin sağladığı. İnsan, dili bulmamıştır, doğuşunda vardır dil, ama yalnızca yatkınlık olarak. Toplum içinde elde edilir dil ve tarih içinde gelişir.

Bu dünyaya açılmayı, dünyayı dil aracılığıyla kavramayı felsefe tarihinde ilkin Herakleitos dile getirmiştir. Felsefenin öteki alanları dışında dil felsefesinin gelişmesinde ilk adımı atan önemli filozoftur Herakleitos. Yapıtlarından ancak fragment’ler kalmıştır. En önemli parça olan Fragment 1’de logos kavramı üzerinde durur. Şu kısa tümcesi dil felsefesi bakımından çok önemli: “İnsanlar onu anlamadılar, onu işitmeden önce...” Herakleitos karanlık yazan bir filozoftur, ancak burada anlamı açık: Gerçeği, söz haline gelmeden, başka deyişle dile dökmeden önce insanlar anlamadılar. Dil dünya ilişkisi bakımından çok önemli bir nokta bu.

Dünyaya açılma, dünyayla ilişki kurma insanı öteki canlı varlıklardan ayıran ve onu özgür kılan temel nitelik. İnsandan başka hiçbir canlı varlığın bu anlamda dili de yok. Çevresini aşabilen, çevresinin dışına çıkabilen, doğanın ve kendisinin bilincine varan hiçbir canlı varlık yok yeryüzünde. İnsan bu nitelikleriyle çevresini değiştirmiş, doğaya bir şeyler katmıştır. Doğaya kattıkları da bugün kültür dediğimiz şeyden başkası değil. İşte bu doğaya kattıkları binlerce yıl içinde oluşa oluşa bugüne dek gelmiş ve yarınlara gitmekte. İnsanın insan olması da, kendi yolunu kendisinin çizmesi de dili ile olmuştur.

Böylece bugünkü insanbilim ve dirimbilimdeki araştırmaların vardığı sonuçla felsefe tarihinde Herakleitos’tan beri ortaya atılmış, daha sonraları Herder ve Humboldt’la geliştirilmiş ve günümüze dek sürmüş olan dil üzerindeki görüşlerin doğrulanmış olduğunu görüyoruz. Dille kültür arasındaki bağlantıyı, dilin kültür olaylarına etkisini ve bunlar üzerindeki gücünü ilk gören Herder olmuştur. Bu görüşü daha ileri götüren de dil felsefesinin kurucusu W.Von Humboldt’tur. Humboldt “dil, olmuş bitmiş bir şey, bir ürün (ergon) değil, bir etkinliktir (energeia)” sözü ile dilin insan tarihinin başlıca yaratıcı güçlerinden biri olduğunu anlatmak istemiştir. Dilin bir iletişim aracı olduğunu ileri sürenlere karşı Humboldt dilin yalnızca yalın bir araç olmadığını, düşünceyi yaratan bir etkinlik olduğunu ileri sürmüştür. Dil olmasaydı, düşünme de olmazdı. Bunu somut olarak doğuştan kör, sağır ve dilsiz olan Elen Keller örneğinde görebiliriz: Elen Keller düşünmeye başlamasını, çevreyle bağlantı kurmasını şöyle anlatır yaşam öyküsünde: Eğiticisi bir gün kendisine bardakla su içirirken elini musluğa tutar ve avucuna “su” yazar. Bu adlandırılma ile birden bir tutamak bulmuştur. Sevinç içindedir. Artık bir şeyleri ayırt etmeye başlamıştır. Her şeyin adını soracaktır artık. Düşünme adlandırma yoluyla olmuştur. Adlandırıldığı anda nesnelerin varlığını kavrayabilmiş, başka deyişle nesnelerin varlığını kavrayabilmesi adlandırma yoluyla, yani dille olmuştur. Karışıklık düzene çevrilmiş, her şey yerli yerine konmaya, her şey anlaşılır olmaya başlamıştır. İnsanlık tarihinde de dilin gelişmesinin başlangıçta çok yavaş ilerlediği biliniyor. Nesnelere ad verme, bunlar arasında bağlantılar kurma ve sonunda soyutlama ile kavramlar oluşmuştur. Bu da uzun bir süreci gerektirmiş, düşünme de bu süreçle birlikte gelişmiştir. Düşünme çıkarımlar yapma, kavramlar ve önermeler arasında bağlantı kurmadır. Kavram ve önermelerin içinde yer aldığı bağlam da dilin bütününü oluşturur. Bu kavramlarla insan kendine bir dünya yaratıyor: Kültür Dünyası; sanat, bilim, felsefe hep kavramlarla, dille bağlı. Dilin gücü düşünmeyi yaratmasında. Dile dökmeden, dil kalıbına yerleştirmeden gerçekliği anlayamıyor, üzerinde düşünemiyoruz. Dünyayı dil yoluyla kavrıyoruz. Bu düşünce felsefe tarihinde pek çok filozofta karşımıza çıkar. Örneğin; Humboldt, “Dünyayı kavramlara dönüştürme”, Cassirer, “Dünyayı simgeleştirme”, Wittgenstein “Dünyayı resimleme”, Weissgerber, “Dünyayı sözcüklendirme, adlandırma”dan sözediyorlar.

Günümüzde dirimbilim ve insanbilim akıl denen şeyi dünyaya açılma, dünyayla ilişki kurma olarak kabul ediyor. Dünyayla ilişki kurmayı dil sağladığına göre, akıl da dilden başka bir şey değil. Daha antik çağda ortaya konmuş bir tanımla insan zoon logon ekhon’dur. Yani insan konuşan varlıktır. Burada logon logos’la ilgilidir. Logos kavramı da iki anlamı da içinde taşır. Logos, bir yandan söz demektir,dil demektir, öbür yandan düşünce akıl demektir. Kafayı yoğuran da, düşünmemizi sağlayan dil. İnsanın kafa yapısını en iyi gösteren de onun kullandığı dilidir. Bizim kimliğimizi belirleyen de dil oluyor böylece. Kimliğimiz dilimiz içinde gelişiyor. Hepimiz bir dil içine doğuyoruz. İnsanın insan olması, insanın kendi olması, kendi kimliğini bulması, kendinin bilincine varması da dille bağlı. İçine doğduğumuz dil/diller kimliğimizi de belirliyor. Dilimiz kimliğimizdir.

Düşünceyi yaratan ve ileri götüren de dil olduğuna göre, büyük düşünce yapılarının kurulabilmesini de dil sağlar. Ancak bunun için dilin de gelişmiş olması gerekir. Burada karşılıklı bir etki olduğu açıktır. Dilin gücüne karşı düşüncenin gücü kendini gösterir. Dile bağlı olan insan sonunda dile egemen olur ve dil üzerine etki yapar. Böylece dil durmadan yaratılarak bir kuşaktan öteki kuşağa geçen bir etkinliktir. Boyuna yaratılan bir şeydir. Her birey ve her kuşak ona yeni bir şey katar. Ama kimi zaman kimi engellemeler yüzünden bir ülkede dilin gelişmesi durabilir. Dil gelişemeyince düşüncenin gelişmesi de durur. Dilin engellendiği yerde düşünme de engellenmiş olur. Düşünmenin engellenmesi en çok da felsefe alanında etkisini gösterir. Çünkü felsefe her şeyden önce, Hegel’in dediği gibi, “Var olan her şey üzerinde düşünmedir”. Dünyayla bağlantıyı kuran dilinin gelişmesi engellenmişse, bir ulusun düşünmeye dayanan felsefe alanında da başarı ortaya koyamayacağı açıktır.

Felsefenin oluşması için iki ortam gerekli: Özgürlük ve gelişmiş bir dil. Toplumumuzun tarihine bakınca, büyük bir imparatorluğun kurulmuş olduğu Osmanlı döneminde felsefenin, niçin gelişmemiş demeyeceğim, hiç olmamış olduğunu anlamak kolaylaşıyor.

14. Yüzyıldan beri, yani Osmanlı tarihi boyunca Arapça ve Farsça’nın etkisine giren Türkçe 600 yıl boyunca kendini Türkçe’ye kapatarak bir yazı dili, bir resmi dil geliştirmiş: Osmanlıca. Halkın kullandığı dil, Türkçe hor görülmüş. Tanzimat Dönemi’nde dilde sadeleşme yanlısı olanlar bile bu dille bilim yapılamayacağını öne sürerek, öğretimin Arapça olmasını önermişlerdir. (Günümüzde de kimi aymazların Türkçe’nin bilime elverişli olmadığını, yetersiz olduğunu öne sürerek İngilizce öğretimi önerdikleri ve ne yazık ki kabul ettirdikleri gibi) Oysa ana dili Türkçe olan bir insanın böyle yapıca birbirinden ayrı üç dil ailesinden oluşan karma bir dil (Osmanlıca) içinde sağlıklı düşünebilmesi,bu dille felsefe yapabilmesi olanaklı mı? Böyle bir dille roman vb. de yazılamayacağı gibi. Elbette Osmanlı döneminde felsefe olmayışı yalnızca dile bağlı değil, düşünmenin yasaklanmış olması, özgürlüğün olmaması da önemli bir neden. Ama dil insanın dünyaya açılmasını sağladığına göre, özgürlüğü de sağlayan dil olmuyor mu? Dilin gelişmesi engellenince, dünyaya açılmayı sağlayan dil olduğuna göre, özgürlük de engellenmiş oluyor. Demek ki temel neden dil oluyor felsefenin gelişmemiş olmasında.

Ancak Cumhuriyet’le birlikte 1933 Üniversite reformu ile bizde gerçek bir felsefe eğitimi başlayabilmiştir. (Bu konuda TDK’nca yayımlanan “Gökberk’e Armağan” kitabında Macit Gökberk’le yaptığımız Söyleşi’yi okumak tam bir fikir verebilir).

1928 de yazı devrimi ile başlatılan 1932’den beri Türk Dil Kurumu’nca sürdürülen çalışmalar sonucu dilimiz 50 yıl gibi kısa bir sürede bir kültür dili durumuna gelebilmiş ve felsefe yapabilecek bir nitelik kazanmıştır. Türkçe zengin ve olanakları geniş bir dildir. Birçokları bunun ayırdında değil. Ben Türkçe’ye eğilerek, Türkçe’ye dayanarak bir felsefe doğacağına inanıyorum. Bence Türkçe ontolojiden, varlık felsefesinden çok, oluş felsefesi olmaya elverişli bir dil. Bu görüşümü neye dayandırıyorum. Almanca’da “Sein”, Fransızca’da “Etre” gibi kavramların Türkçe’de, bu dillerde olduğu gibi, eylem olarak, eylem sözcüğü olarak bir karşılığı yok. Bu kavramı eylem sözcüğü olarak “varolmak”la karşılıyoruz. Burada görüldüğü gibi Türkçe’de “var”ın eylemi yok, ama “olmak” eylemimiz var. Olmanın bir çok biçimi ve bir çok anlamı var. Olma, olgunlaşmayı da dile getiriyor, değişmeyi, ilerlemeyi de. Oluş sözcüğü ve kavramı evrendeki evrime de uygun. Bilim artık evrendeki varlık’tan değil, evrim’den söz ediyor. Doğa bilimcilerinin kültürel bir evrimin sözünü ettikleri günümüze de daha uygun bir felsefe olur sanırım bir oluş felsefesi. Ayrıca Türkçe’ nin çok ilginç bir yapısı var. Bilgisayar diline en uygun dilin de Türkçe olduğu kabul ediliyor.

Ama bu denli gelişmiş olan Türkçemiz günümüzde yeniden yozlaştırılmaya çalışılıyor kimi çevrelerde. Aydınlarımızın çoğu hâlâ felsefi düşünmeden uzaktalar. Bilim adamlarımızın büyük bir bölümü felsefi düşünceye önem vermiyorlar. Ama onun için de pek de yaratıcı olamıyorlar. Uzman oluyorlar,ama yaratıcı olamıyorlar.

1 - 2

Felsefe Açısından Dil - 2

Felsefi düşünmenin eksikliği her alanda kendini gösteriyor.

Peki nedir felsefi düşünce? Felsefe nedir? Felsefe tanımları üzerinde durmak istemiyorum. Günümüzde Kara Avrupası’nda gelişmiş olan klasik felsefe ile, çıkış yeri yine Avrupa olmakla birlikte AngloSakson dünyasında gelişen ve çeşitli adlarla adlandırılan, mantıksal pozitivizm, analitik felsefe vb. en son da bilimsel felsefe adında karar kılınmış görünen felsefe arasındaki çekişmeleri de ele almayacağım. Birbirini tanımayan, birbirini felsefe bile saymayan iki akım. En geniş tanımı ile felsefe yapmanın ne olduğu üzerinde duracağım. “Felsefe öğrenilmez, yapılır” söylemi çok kullanılır oldu. Oysa bilinmeyen nasıl yapılır diye de sorulabilir. Öğrenmeden de hiçbir şey yapılamaz kanımca. Felsefe tarihini öğrenmek de gerekli, ama ezbere değil elbette. Belli sorunlar ortaya atılıp bu sorun üzerinde bu arada belli filozofların düşüncelerine de baş vurularak, kavramların tarihsel süreç içinde geçirdiği değişimleri ele alarak tartışılır. Felsefe başlangıçta bilimden ayrı değil, birlikte doğmuş. İlk filozoflar da doğa bilginleri aynı zamanda. Ama salt bilimden yine de ayrılığı var. Bilim tek tek olgular üzerinde çalışır, felsefe ise geneli arar, bütünü göz önünde tutar. Bilimin varsaydığı – var olarak kabul ettiği– ve araştırmasını ona dayadığı şeyleri felsefe sorun haline getirir, nasıl var olduğunu sorar. Özellikle bilimlerin pek çok uzmanlık alanlarına ayrıldığı ve dallararası (interdisipliner) çalışmaların önem kazandığı günümüzde felsefenin görevi daha bir artıyor. En geniş tanımı ile, her alanda ele alınan konu üzerinde soru sorma, sorgulama, eleştirel düşünme ve bütünü görme de diyebileceğimiz bir kafayı işletme biçimi olan felsefenin salt bilimden ayrılığı özellikle şurada: Bu ayrılık daha felsefenin adında saklı; Philosophia’yı bilgiseverlik diye çeviriyoruz gerçi. Ama sophia, episteme değil, yani yalnızca bilimsel bilgi değil, erdemli bilgi bilgelik. Bilim de felsefe de salt özgürlük içinde yapılır. Bilimsel düşünüşte ve araştırmalarda özgürlüğe sınır konulamaz; sınır konulduğu anda bilimsel çalışma durur. Oysa felsefi düşünce bilimsel çalışmanın sonuçlarının etikle çatışmamasını ister. Nitekim bugün özellikle tıp dünyasında deontoloji önemli bir dal oldu. Bu da felsefi düşünüşün etkisi ile oldu. Felsefi düşünüşten yoksun bir bilim adamı insanlığı hiç hesaba katmayabilir ve sonunda felaketlere neden olabilir. Burada ünlü filozof ve bilgin Einstein’ın bir sözünü anımsatmak isterim: Felsefi bir görüşü ve tarih bilinci olmadan bir insanın gerçekten yaratıcı olması, yaratıcı olarak bilimde etkin olabilmesi olanaksızdır. Yalnızca uzman olan insan kullanılmak üzere programlanmış bir tür makine olur, ama değerli bir kişilik oluşturamaz. Bizim de bilim ve teknoloji alanında hala yaratıcı olamayışımızın nedeni felsefenin eksikliğinde yatmıyor mu?

Felsefi düşüncenin eksikliği bir de kavramların yeterince doğru kullanılmamasına ve bunun sonucu olarak hem kafa karışıklığına,hem de kavramlarla birlikte birtakım değerlerin de yozlaşmasına yol açıyor. Bu da bütün toplumun yapısını altüst ediyor. Örneğin özgürlük, demokrasi, cumhuriyet, sivil toplum, laiklik sözcükleri pek çok kullanılır ve tartışılır oldu, hiç de üzerinde düşünülmeden. Örneğin özgürlük başıboşluk sanılıyor, herkesin her istediğini yapabileceği sanılıyor. Demokrasi, yasasızlık, kuralsızlık; sivil toplum asker karşıtı olmak sanılıyor. Din örgütlerine sivil toplum diyen sözde aydınlarımız, sosyal demokrasinin ne olduğunu bilmeyen sosyal demokratlar, hatta komünizmin ne olduğunu bilmeyen komünistler çıkıyor ortaya. Bir başka kavram karıştırması da dokunulmazlık ve sorumsuzluk kavramları alanında. Dokunulmazlığı sorumsuzluk sanan milletvekilleri çoğunlukta. “Anayasayı bir kez delsem ne çıkar” diyen, 200 km. hız yapmak keyfi için otoyol kapatan Cumhurbaşkanımız bile oldu.

Bütün bu yozlaşmalar dil bilincinin ve felsefi düşünmenin eksikliği ile bağlantılı. Türkçesi en az gelişen, yabancı sözcüklerden en az arınmış olan bilim dalı hukuk. Yürürlükteki yasaların diline bağlılık yüzünden, belki de hukuk dili bir türlü tam olarak gelişemediği için gerçek bir hukuk düzeni de bir türlü kurulamıyor ülkemizde. Bu konuda örnek olabilecek dal: Bilgisayar dili. Bilgisayar tekniğinin Türkiye’de bu kadar çabuk yaygınlaşmasının nedeni, sanırım, daha bilgisayar gelmeden bilgisayar dilinin Atatürk’ün kalıtı olan ve 1980 darbesi ile yok sayılan Türk Dil Kurumu’nun üyelerince hazırlanmış olmasıdır.

Kavramları açıklığa eriştirmekse felsefenin başta gelen görevi. Felsefe ele aldığı konunun kavramlarını açıklamak zorundadır, çünkü düşünme kavramlarla olur; kavramlar birbirine karıştırılmışsa, ya da yanlış anlaşılmışsa, kafa da karışır. Felsefenin eksikliği bu alanda da kendini gösteriyor toplumumuzda. Ülkemizde sorun pek çok, ama ne sosyolog ve antropologlarımız, ne de felsefecilerimiz bu sorunları ele alıp işliyorlar. Oysa felsefenin bir görevi de sorunları görüp onları göstermektir, yani sorun koymaktır ödevi felsefenin. Sorun koyan felsefe aynı zamanda kavramları da kurar: Dil kavramlar sözcükler de bu işlerin anahtarı.

Felsefenin toplumumuz için ne denli gerekli olduğunu son yıllardaki bunalımın bir yerde etik bunalımına dönüşmesi de ortaya çıkarıyor. Toplumumuz yalnız ekonomi ve politika alınında değil, etik alanında da tam bir yozlaşma içinde. Ahlak demeyip etik demem de bununla ilgili. Ahlak sözcüğünün imlediği kavram toplumumuzda anlamını yitirmiş, başka alana kaydırılmıştır. Ahlak kavramı törelerle, gelenek ve göreneklerle karıştırılır genellikle. Namus da cinsellikle bağlanır. Dürüstlük tümden unutulmuş. Töreler, gelenekler yöreseldir; oysa etik evrenseldir; etik (aslında ilke olarak ahlak), törelerin, geleneklerin, hatta kimi zaman yürürlükteki yasaların bile üstündedir. Ülkemizde etiğin eksikliğinin bir nedeni de, yine, Osmanlı tarihi boyunca felsefenin yasaklanmasına, son on onbeş yıllık dönemde de liselerden bile felsefenin kaldırılmış olmasına bağlıyorum. Çünkü felsefe ile etik iç içe kavramlardır.

Oysa eğitim ve öğretimde dil ve felsefe baş yeri almalı, felsefe de dil de –anadil yanında yabancı dil de– eğitimin temeli olmalıdır. Felsefi düşünüş biçimi daha ilk yıllardan çocuğa verilmeli, çocuklar bilinçlendirilmelidir. İşte burada, çocuklara verilecek felsefe eğitiminde “felsefe öğretilmez...” sözünün anlamı çıkıyor ortaya. Aslında çocuklar sanıldığından çok fazla düşünürler, durmadan soru sormaları onların düşündüğünü göstermiyor mu? Onların soruları geçiştirilmesin yeter. Çocuk felsefe yapmaya yatkındır aslında. Çünkü çocuk kafasının alıcılığı inanılmaz boyutlardadır. Fransız psikolog Zazow “bütün çocuklar 11 yaşına kadar birer dahidir, ama ne yazık ki bu durum sürmez” diyor. Çocuğun gelişmesinin yolunu kesmemek için ezbere eğitime kesinlikle son verilmesi gerekir, gençlerin iyi yetişmesi isteniyorsa. Ezbere öğrenimin önüne geçmek için de okumaya önem verilmesi gerekir. Ancak okumakla kafa da dil de gelişebilir. Okumada dil ve felsefenin birlikteliği de sağlanmış olur. Ana dili eğitimi yanında yabancı dil eğitiminin de sözünü ettim. Çünkü her dil aynı zamanda bir ayrı dünya görüşünü yansıtır; dil bilincini daha bir uyandırarak kafanın daha sağlıklı işlemesine yardımcı olur. Böyle bir eğitimle dil ve felsefe eğitiminden geçen gençler yarının gerçek yurttaşları olurlar özgür birer birey ve kişiler olarak.

Yabancı dil öğrenmenin gerekliliğini öne sürerken bir noktayı daha açıklığa kavuşturmalıyım ve yabancı dil öğretmenin yabancı dille eğitim yapmaktan çok başka bir şey olduğunu vurgulamalıyız.

Bugün Türkçe’nin yetersizliğini öne sürerek yabancı dille eğitim yapılmasını önerenlerin yazılı ve sözlü konuşmaları onların kafa yapısını ve kendi yetersizliklerini açığa vuruyor. Yeni tekniklerin getirdiği yeni kavramların Türkçe’de karşılığını bulamayışları düşünme tembeli olduklarının ya da o kavramı yeterince anlamadıklarının bir göstergesi. Belli bir konuda çok yönlü ve ayrıntılı düşünen bir kimse uğraş verdiği konunun kavramlarının karşılığını da mutlaka bulur, konusuna egemense ve gerçekten anlamışsa. Yabancı dille eğitimin iki önemli sakıncası daha var: Birincisi anadilin gelişmesini durdurması, engellemesi. İkincisi öğrencinin hiçbir zaman anadili durumuna getiremeyeceği bir yabancı dilde kendini rahat duyumsamayacağı ve düşüncelerini tam olarak dile getiremeyeceği için hep geride durması, kendini gösterememesi, kendini gerçekleştirememesi. Günümüzde uygar ülkelerin hiçbirinde yabancı dille öğretim yapan bir üniversite yok. Yabancı dille eğitim yalnızca sömürgelerde var.

Bir noktaya daha değinmek istiyorum. Geçen yılki Üniversiteye Giriş Sınavı’nda kazananların başında gelen bir genç, okumayı gereksiz bulduğunu, kendisinin hiç kitap okumadığını, ama en iyi dereceyi de aldığını övünerek söyledi. Bu olay, bir yandan eğitim sistemimizin bozukluğunu, yanlışlığını, öte yandan bu test sisteminin de insanları nereye götürdüğünü göstermesi bakımından hepimizi düşündürmeli.

1 - 2

Modernizm ve Postmodrnizm Kavramları Üzerine

İlhan TEKELİ


Modernizm bir aydınlanma projesi olarak ortaya çıkmış ve zaman içinde bazı değişmeler göstererek günümüze kadar gelmiştir. Aydınlanmacılık akılcı bilim anlayışıyla 18. yüzyılda insan düşüncesini dinin baskısından kurtararak özgürleştirme işlevini görmüştür. Ama akılcılık zaman içinde nitelik değiştirerek bu özgürleştirici işlevini kaybetmesi yüzünden günümüzde eleştiri konusu olmaya başlamıştır.

Aydınlanma felsefesi; bilim, ahlak ve estetik alanlarını birbirinden yalıtlanmış ayrı ayrı alanlar olarak ele almıştır.

Aydınlanma projesi temelde ister doğa bilimi olsun, ister toplum bilimler olsun bilimlerin nesnel olarak kurulabileceğini kabul etmektedir. Bu kabul dış gerçekliğin tek bir doğru temsilbiçimi olacağı
İnancına dayanmaktadır. Bu kabuller yapılınca her soruya tek bir doğru yanıt bulunacağı,da kabul edilmiş olmaktadır. Gerçek, başlangıçta, yeterli biçimde, yani tam bir nesnellikle temsil edilmese bile zaman içinde bilimin gelişmesiyle buna adım adım yaklaşılacak, mutlak gerçeğe tam olarak ulaşılmasa bile çok yakınına gelinecektir.

Ahlak ve hukuk alanında ise Aydınlanma projesi bu alanların evrensel geçerliliği olacak biçimde kurulabileceğini kabul etmektedir. Bunun kurulabilmesi ise insanların, evrensel, değişmez, ebedi özellikleri olduğuna ve bunların ortaya çıkarılabileceğine inanılmasını gerektirmektedir.

Aydınlanma, sanata kendi iç mantığına göre kurulabilecek otonom bir alan olarak yaklaşmaktadır. Bu sanat alanında hem yakın çevresinden, hem yakın geçmişinden farklı olma bilinci bulunmaktadır. Baudelaire'in tanımlamasıyla hem geçici, hem de kalıcı olmanın gerilimini taşımaktadır.

Aydınlanma projesi, bilime, ahlaka ve sanata ilişkin bu kabullerinin ve temelde insan aklına güvenmenin , o zamana kadar görülenden daha özgür, daha eşitlikçi, insanların daha mutlu olacağı toplumların gelişmesine neden olacağını savunuyordu. Bu kabullerin ortaya çıkardığı, üzerinde durulması gereken bazı önemli sonuçlar vardır. Eğer insanların değişmez evrensel niteliklerine göre bir ahlak kurulabiliyorsa ve bilgi nesnel olarak ve akla dayanarak doğanın ve toplumun yasalarını yada sırlarını açıklayabiliyorsa öncü elitlerin , plancıların, uzmanların topluma yol göstermeleri için gerekçeler var demektir. Bu yol gösterme evrensel olan değerleri gerçekleştirmek için bilgiye dayanarak, bilen kişilerce yapılacaktır. Bilgi ise sürekli gelişen temsil içinde birikerek gelişecekti. Bir kez bilginin birikerek gelişmesi kabul edilince ilerleme ve gelişme fikri modernizmin ana çizgilerinden biri olarak kendini kabul ettirecekti.

Toplumda ilerlemenin, çoğunlukla da doğrusal bir gelişme çizgisinin benimsenmesi, toplumların evrimsel kuramlarının belirlenmesini getiriyordu . Böylece üst anlatıların oluşması, tarihin öykü çizgilerine düzen getiren çerçeveler oluşturuyordu Böyle çizgilerin varlığı, nesne olduğu kabul edilen bilime dayandırılınca, bu çizgide toplumların ilerlemeleri evrensel bir toplumsal amaç haline geliyor ve uzmanların bunu geliştirmek için "araçsal aklı" kullanmaları meşruiyet kazanıyordu. Bu ise bireylerin özgürlüğünün sınırlanmasını getiriyordu.

Aydınlanmanın başlangıcında da insanları özgürleştiren akılcılık; bu şekilde zaman içinde araçsal akıl ya da teknik akıl haline gelerek onların özgürlüğünü sınırlayan bir nitelik kazanıyordu.

Modernizmi sadece bilgiye yaklaşımıyla kavramaya çalışmak, bu yaklaşımın toplumsal işlevlerini kavramamız açısından yeterli olmaz. Aynı zamanda da ne tür bir toplum içinde yer aldığına, bu toplum içinde ne tür işlevler gördüğüne de bakmakta yarar vardır. Modernizm belli özellikleri olan bir toplum içinde yer alıyor ve ondan etkileniyordu. Modern toplumu gelenekselden ayıran özellikler; hızlı değişme, bu değişmenin tüm yeryüzünü kapsaması ve kendine özgü kurumsal yapılar geliştirmesiydi. Bu toplumda üretimde organik olmayan enerji kaynakları kullanılıyor, ürün metalaşıyor, ücretli emek ortaya çıkıyor ve nihayet ulus devlet doğuyordu. Bu toplumsal sistemin işlerliği için bu ulus devletin sınırları içinde bir dayanışma duygusu olan, hareketliliği yüksek, sürekliliğe sahip, kültürel homojenliği olan, birbirleriyle anonim ilişkiler içinde olan bireylerin oluşması gerekmektedir. Geleneksel tarım toplumundan, modern topluma geçebilmek için toplumsal ilişkilerin kısa aralıklı bir zaman ve mekândan, başka bir deyişle yerel bağlamından, koparılıp çıkartılması daha belirsiz daha aralıklı bir zaman ve mekân bağlamına yeniden oturtulması gerekir. Toplumsal ilişkilerin yerel bağlamdan kurtarılıp yeni ve yerele bağımlı olmayan bir zaman ve mekân bağlamına oturtulması demek, toplumdaki kişilerin eskiden bilmedikleri tehdit ve risklerle karşılaşması demektir. Toplum bu yeni risklere karşı da yeni güvence mekanizmaları ya da yolları geliştirme durumundadır. Bunun gerçekleştirilmesi için; güçlü bir geleceğe ya da ilerlemeye yöneliş, bu yönelmede yol gösterecek uzmanlıkların oluşumu ve bunlara yüklenecek güven ile yeni bir insan ilişkileri kalıbı ve semboller sisteminin kurulması gerekecektir. İşte modernizmin bilime ve ahlak alanına yaklaşımının ulus-devlet aşamasını gerçekleştiren toplumun bu gereksinmelerini karşılamakta işlevsel olduğu söylenebilir.

Modernizm projesi de toplumsal gelişmeden etkilenerek bazı değişiklikler geçirmiştir. Tek bir tem- sil biçiminin (mode of representation) olduğu kabulü, dünyada sosyalist hareketin gelişimi ile birlikte gevşemeye başladı, onun yerini evrensellik savlarını da koruyan, bir relativizm almaya başladı. Bir başka gelişme ise bilimin, eylemin tek yol göstericisi kabul edilmesinin sonucu olarak ortaya çıktı. Bu inanç bilginin uygulamada başarılı olmasını gerektiriyordu. Oysa başarısızlık şu ya da bu şekilde ortaya çıkıyordu. Bu da geriye dönerek bilgiyi etkiliyordu. Uygulamada kullanılan bilgi başarısına ya da başarısızlığına göre geriye dönerek bilgiyi etkilemeye başlaması sonucu geriye dönüşlü reflexıve düşünce biçimi gelişmeye başladı. bu aslında ı gının uygu amayı denetlemesini sürdürebilmesi için gerekliydi. ama bu bir anlamda da aklın öneminin azalması demektir ve modernizm bakımından önemli bir dönüm noktasını gösteriyordu. Böylece insan eylemlerinin, toplumsal gelişmenin sistematik bir bilgisinin, kurulabileceği konusunda bir "şüphe, belirmeye başlıyordu."

Modernizmin bilgiye yaklaşımında değişmeler olurken insana yaklaşımı da eleştirilmeye başlıyordu. İnsanın değışmez özelliklerınin ve öıünün bulunacağı savı metafizik olduğundan sorg ulanıyordu Nıetzsche böyle bir töz varsa, bu tözün ancak Dionysos mitinde bulunabileceğini,bunun da"yıkıcı yaratıcılık" ve "yaratıcı yıkıcılık" olduğunu söylüyordu böyle olunca insanın kendisinı olumlamasının tek yolu, eylem yapması isteğini açık hale getirmesiydi. Tabi ki böyle bir öz kabul edilince modernizmin teknik aklının yol göstericiliğine olanak kalmıyordu. Nietzsche, aydınlanmanın insanları özgürleştirme çabasına daha çok estetiği öne alan bir stratejiyle katılmaya çalışıyordu. Ona göre sanat ve estetiğin iyi ve kötünün ötesine geçebilme gücü vardı.

Bu ve başka örnekler modernizmin zaman içinde gelişerek yeni gelişmelerin tohumlarını taşır hale geldiğini gösteriyor. Postmodernizm de bu gelişmeler içinde doğuyor.


Kaynak: Gösteri Dergisi, Mayıs 1992

Ruh dinginligi üzerine bir deneme

Alp Ejder Kantoğlu

Grekçe Ataraksia, Latince Tranquilitas, Türkçesiyle söylemek gerekirse ruh dinginliği ya da sarsılmazlık; felsefenin doğuşundan günümüze bütün sistemlerin ve filozofların varmaya çalıştığı “mutlak sükun” mertebesini anlatan sözcüklerdir. Esas olarak en belirgin ve bilinen tanımını iki antikçağ felsefi düşün sisteminde yani Epikurosçuluk ve Stoacılıkta ( Sundurmacılık) bulmuştur. Hangisinin daha önce ele alınması gerektiği Bertrand Russel’ın dediği gibi tamamen araştırmacıya kalmış bir şeydir. Bu bakımdan ben de seçim hakkımı kullanarak önceliği Epikurosçuluğa vermek istiyorum.

Epikurosa göre Sokrates’in aradığı mutluluk (eudomonia) en üstün iyi diğer bir deyişle haz’dır. İnsanlar hoşlanmayı arar ve hoşlanarak mutlu olurlar. Hoş olmayan her şey kötüdür. İnsan daima nereden gelirse gelsin ve ne türlü olursa olsun bir anlık haz peşindedir. Haz’zın her türlüsü iyidir ve iyiliktir. Bu bağlamda Epikuros acının yokluğundan doğan “mutlak sükun”u (ataraksiya, tranquilitates, sarsılmazlık) kötü anıları bulunmayan bir geçmişle maddi ve manevi sükun içinde bulunan bir şimdiyi ve güvenilen bir geleceği kapsayan acısız bir ruh ve vücut yapısı olarak görmektedir. Mutluluk erdem peşinde değil gündelik ve yalın kaygıların ötesinde sükun ve huzurla temin edilir. Burada iki temel ilke söz konusudur. Biri başta söylediğimiz mutlak sükun diğeri ise ilgisizlik olarak çevirebileceğimiz Apathos’tur.

Bir mektubunda Epikuros Menoikeos’a şöyle yazar; ölümün bizler için hiçbir şey olmadığını anlamaya çalış Menoikos. Gelmesi değil de, beklemesi ürkütücü olduğu için ölümden korkan kimse ahmağın biridir. Çünkü o geldiğinde karşısında bizi bulamayacağı için bize hiç acı vermeyecektir. Bilge, ölümden korkmaz. Nasıl yemeklerin bolluğundan değil de iyiliğinden zevk alırsak, yaşamın da uzunluğundan değil güzelliğinden zevk alırız. Ölüm gelecek diye acı çekmek en büyük aptallıktır. Madem ki mutluluğu elde edince her şeyi elde ediyoruz öyleyse ilk işimiz mutluluğa erişmek yollarını aramak olmalıdır. O halde sana her zaman öğrettiğim ilkeleri tut ve kullan.

Bu ilkeler şunlardır: aç kalmamak, susuz kalmamak… Bu durumda bulunan ve ilerideki günlerde de bu durumda olacağını uman insan mutlulukta Zeus’la yarışabilir. Bütün erdemler hoş yaşamayı sağlamak içindir. İnsanın amacı mutlak sükun halinde yaşamaktır. Bu sükunu bozacak her türlü bağlılıklardan bu arada evlilikten ve devlet işlerine karışmaktan kaçınmalı ve dostlukla yetinmelidir.

Benzer şekilde Stoa felsefesinde de ruh dinginliği şöyle ifadesini bulur: insanın davranışlarıyla ruhsal eğitiminin ereği, ülküsü olarak beliren ve en yüksek iyi olarak nitelenen ruh dinginliği, tutkulardan arınmış olma durumudur. Tüm tutku ve isteklerini yenmiş olan, yaşam karşısında olduğu gibi ölüm karşısında da ilgisiz kalmayı bilen insan bu mertebeye ulaşmış kabul edilir. Bu bir anlamda İslam tasavvufundaki nefis terbiyesi ile aynı anlama gelir. Olmuş, olgunlaşmış, insanı kamil haline gelmiş kişi antikçağdaki ruh dinginliğine ulaşmış demektir. Bu duruma aynı zamanda sarsılmazlık da denmektedir. Hayatın getireceği hiçbir acı böylesi bir insanı etkileyemez onu sarsamaz. Çünkü o dünyevi dertlerin ve acıların, keder ve sevinçlerin ötesine geçmiştir.

Stoacı düşüncenin Roma’daki önemli temsilcilerinden Seneca’ya göre bilgeliğin en önemli belirtisi aklın tutkulara tümüyle hakim olmasıdır. Ona göre tutkuların insanı ele geçirmesine bir defa izin verilirse bir daha durdurulmaları imkansızdır. Başlangıçta her duygu güçsüz ve uysaldır, ama başlamasına bir kere göz yumulduğunda giderek güçlenirler. O halde yapılması gereken en iyi şey duygu ve tutkuları daha başlangıçta önlemektir. Bilge bunu yaparsa hiçbir hakaret karşısında ezilmez, incinmez. Çünkü hakaretten incinmenin nedeni zayıf bir ruh yapısıdır. Ancak bilge ulaştığı yüksek mertebe ve ruh sükuneti vasıtasıyla zarar görmez.

Bütün anlattıklarımızdan çıkan sonuç başta Epikurosçuluk ve Stoacılık olmak üzere pek çok felsefi sistemde ruh dinginliğine ulaşmanın çok önemli ve arzulanan bir şey olduğudur. Bilge için ruh dinginliği bir anlamda yeryüzünün bütün karmaşasını karışmadan seyrettiği bir dağ doruğu gibidir. Oradan bir nevi tanrısal öngörüye yakın bir görüşe( theoria )sahip olarak hayata ve insanlara bakar.

Bir yerde ruh dinginliği için bilgenin Tanrıya ulaşma yolundaki son radde diyebiliriz. Bu savın en belirgin görünümü Boethius’tadır. Ona göre insan günahlarının kefareti karşılığında düşmüştür. Bu düşüşünden ancak bilgelik ( scientia ) ile kurtulabilir. Yeniden yükselişi belki de doğuşu ancak evrensel akıldan pay almasıyla mümkündür. Bunun için bilgelikle dolu bir hayat yaşamalıdır. Seçenekleri sonsuzdur. Önünde Tanrıyla iletişim kurabilmesi için gerekli her şey vardır. Yapması gereken doğru seçimleri yapabilmektir. Bu çabanın sonuna yani theoria yapabileceği dağın tepesine ulaştığında bilge artık ruh dinginliğine ulaşmıştır. Bu aynı zamanda bir devinimsizlik, sarsılmazlık hatta hareketsizlik halidir. Nietzche’nin dediği gibi cücelerin ortasında onların sesini duyamayacak kadar devleşmiş durumdadır. Dünyevi işler ve hazlar artık onu ilgilendirmez. Evrensel akılla birleşmeye ondan pay almaya hazır haldedir.

Gündelik hayatımızda biz sıradan insanlar da Boethiustaki kadar olmasa bile ruh dinginliğini diğer bir deyişle bedenen ve ruhen huzuru arar dururuz. Zaman zaman çok küçük anlar boyunca onu bulduğumuzu hissederiz. Belki bir anlık iç geçmesi ya da tatlı bir uyku sırasında ya da kimbilir içten gelen bir dua mırıldanırken…. Ancak bilgelik anlamında bir ruh dinginliğine ulaşabilmek 21. yy dünyasında ne kadar mümkündür çok tartışılır. Yine de bütün çabamız o dağın tepesinden sükunet içerisinde aşağıya bakabileceğimiz ana ulaşabilmek içindir. Bu da sadece bilgiye değil sezgilerimizin de yardımına muhtaçtır sanırım.

İnsanlığın İlerlemesi - 1

Vehbi HACIKADİROĞLU

Aristoteles insanı "siyasal bir hayvan" olarak tanımlarken onu, bilinçli bir işbirliği durumunda bulunan bir topluluğun bir üyesî olduğunu düşünüyordu. Burada insanlığı belirleyen "bilinçlilik" ve "işbirliği" zaman içinde değişen şeyler olmadığına göre, bu yönden tanımlanan insanın da, en azından özü bakımından, zaman içinde değişmediğini kabul etmek gerekiyor.

Gerçekte Aristoteles'in insanlar arasındaki eşitsizliklerin de insanlığın özünde bulunduğunu, bunların da zaman içinde değişmeyeceğini düşündüğü anlaşılıyor. Çünkü ona göre kimi toplumlar başka toplumların, özellikle de Barbarlar Yunanlıların kölesi olmak üzere yaratılmışlardı. Böylece Aristoteles, bütün hayvan ve bitki türleri gibi değişik insan türlerinin de kendi zamanında nasılsalar her zaman öyle olduklarını, gelecekte de öyle kalacaklarını düşünmüştür.

Bu görüşün temelinde bulunan "Tanrı'nın yarattığı insan" kavramı da, felsefede Aristoteles'ten kalan bir çok kavramlar gibi günümüze dek süregelmiştir. Ortaçağın belirleyici düşünce dizgesi olan ve büyük ölçüde Hıristiyanlığın etkisinde bulunan Skolastikte ile bu; Tanrı'nın yarattığı ya da özünde değişmeyen insan kavramının sürüp gitmiş olmasını doğal karşılamak gerekir. Öte yandan çağdaş felsefenin kurucusu olduğu kabul edilen Descartes'ta da bu konuda bir değişiklik bulunduğu söylenemez.

İnsanın ruh ve beden olarak iki ayrı tözden oluştuğunu kabul eden Descartes'çı düşüncede salt insansal niteliklerin taşıyıcısı olan ruhun maddesel bir varlığı olmadığına göre onun zaman içinde, gelişmek şöyle dursun, en küçük bir değişme göstermesi bile olanaksızdır. Kant da insanın insansal niteliklerle ilgili yanının nedensellik ve doğal zorunlulıık alanının dışında kaldığını kâbul ettiğine göre onun bakımından da insanın insan olarak bir değişme ya da gelişme göstermesi olanaksızdır.

Bu konuda asıl ilginç olan, Deneyci filozofların da insanın, bilgi edinme gücü gibi, yaşamsal önemdeki bir niteliği bakımından bir gelişme göstermediğini kabul etmiş görünmeleridir. Gerçekten, bilginin şu ya da bu yoldan ideye dönüşmesiyle edinildiğini öne süren bu filozoflar da bilgi edinme gücü bakımından bütün zamanların isanlarının aynı düzeyde bulunduğunu kabul etmiş oluyorlardı.

Böylece, Taş Devri öncesinin hayvana çok yakın olan insanıyla günümüz insanı arasında ilerleme bakımından bir ayrımın bulunmadığı türünden inanılmaz bir görüşü açık ya da örtülü biçimde öne sürmüş olan bir dizi felsefe öğretileri karşısında bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Ancak bunların dışında ilerleme konusunu özel olarak ele alan filozoflar da vardır.

Sözgelimi Rönesansın hümanistleri "şimdi"ye göre çok üstün olan bir "geçmiş"e inanıyorlardı. Eski Yunan ve Roma hayranlığı şöyle bir soruya neden olabiliyordu: 17. Yüzyıl sonlarında bir yazar Yunan ve Roma'nın büyük yazarlarınınkine eşit, belki de onlardan üstün, yapıtlar verebilir mi? Bu soru hümanistlerin, çok uzun bir zaman bölümü içinde bile insanlıkta ilerleme bir yana, bir gerileme görülebileceğine inandıklarını belirtiyor.

Fransız filozofu Turgot (1727-1781) "insanlığın sonsuz değişimi ve bundan gelen yetkinleşme" durumundan söz ediyor. Fakat yetkinleşmenin tanımını vermediği gibi bunun nasıl gerçekleştiğini de göstermiyor. Turgot'nun "Tutku ve yanılgı, felâket ve dert bile insanlığın gelişmesine katkıda bulunur" ya da "Gerçekte insanın hırs ve kötülükleri, savaşların barbarlıkları, etki bakımından ne kadar kötü görünürse görünsün, genellikle insanı kötülük ve bayağılıktan kurtarır" biçimindeki görüşlerinin de gelişmenin ne olduğu konusuna bir ışık serptiği söylenemez.

Hegel'e göre insanın gelişmesi "insan" ideasının açılarak kendini daha iyi bilmesi ve bu yoldan özgürleşmesidir. Böylece, insanlığın ilerlemesini kesin bir olgu durumu olarak ilk ortaya atan filozofun Hegel olduğunu söyleyebiliriz. Ancak ilerlemeyi bir "mutlak zihin"in kendini gerçekleştirmesi olarak açıklamaya çalışan ve tarihsel maddecilerin de, değişik bir görünüş altında da olsa, olduğu biçimiyle kabul ettikleri bu görüşün tam da "Tanrı'nın yarattığı insan" kavramının sözde felsefi bir biçime sokulan bir anlatımından başka bir şey olmadığı açıktır.

Öte yandan tarihsel olayların biricikliğini kabul ederek yola çıkan Dilthey da bu olayların tarih içinde değişmeleri üzerinde durmuştur. Ancak Dilthey'a göre bu olaylar arasında bir ilerleme bağlantısı bir yana, herhangi bir bağlantıdan bile söz edilememesi gerekir. Bir olayın biricik olduğunu söylemek onunla ilgili bir şey bilmenin olanaksız olduğunu kabul etmek demektir.

Böylece, Taş Devri insanına bakışla günümüz insanındaki apaçık ilerlemeyi görebilen, görmüş olsa bile bunun inandırıcı bir açıklamasını yapabilen bir tek düşünürün ortaya çıkmamış olması gibi şaşırtıcı bir durumla karşı karşıya bulunduğumuz söylenebilir. Önce bu durumun bir açıklamasını yapmak gerekiyor. Böyle bir duruma düşülmesinin nedeninin hemen görülebileceğini sanıyorum. Gerçekten, insanın zaman içinde ilerleyip ilerlemediği konusunu ele alan düşünürlerden hiç birinin "insan"ın ve "ilerleme"nin ne olduğu üzerinde düşünmemiş olduğunu görüyoruz. Bu bakımdan ben konuya, önce "insan" kavramını, ardından da "ilerleme" kavramını tanımlayarak gireceğim.

İnsan, içgüdü ve koşullu tepkelerinin yönetiminde davranan hayvan karşıtı olarak, nasıl davranacağına kendisi karar veren ve bu yönüyle özgürlüğünü elde etmiş olan varlıktır. Bunun bilimsel açıdan karşı çıkılamayacak bir tanım olduğu, insanın başka özsel niteliklerinin de bulunabileceği öne sürülse bile, yalnızca böyle bir özgürlüğün insanın insan olması için yeterli olduğu açıktır.

Nasıl davranacağına kendisi karar veren insan nasıl davrandığında nasıl bir sonuç alacağını önceden görebiliyor demektir. İnsanın bu önceden- görme gücü iki şeyden birinin ortaya çıkışının ardından, ötekinin de ortaya çıkacağını yani iki şeyin sürekli birlikteliğini görme gücüdür ki buna `bilgi' adını veriyoruz. Buna göre insan; bilgisiyle özgürleşmekte ve bu yoldan da insanlık düzeyi bakımından yükselmektedir.

Böylece insanın, bilgisi arttığı ölçüde özgürlük ve bu yoldan da insanlık düzeyi yükselecek demektir. Bir insan için insanlık düzeyinin yükselmesinin onun ilerlemesi anlamına geldiği açıktır. Öte yandan, zaman içinde insanlığın deneyim ve deneylerinin sürekli olarak artmasıyla bilgisi de sürekli olarak artacağından, ilk bakışta insanlık için ilerlemenin doğal hatta kaçınılmaz bir durum olduğunu kabul etmek gerekirmiş gibi görünüyor:

Ancak bu konuda tam bir açıklığa erişebilmek için insan ve ilerleme kavramları üzerinde biraz daha durmak gerekiyor. Önce "ilerleme" kavramını ele alırsak, ilk bakışta bir değer yargısı.gibi görünen ilerlemenin gerçekte yalnızca bir durumun değişme yönünün anlatımı olduğunu görüyoruz. Öyle ki, bir hastalığın da ilerlediği söylenebilir. Yani ilerleme, kendisinden yola çıkılan durumdan daha iyi değil daha yoğun olan bir duruma doğru gitmektir.

Demek ki insanlığın ilerleyip ilerlemediğini sormak, insanlığın özsel niteliği olan özgürlüğün artıp artmadığını sormaktır. Özgürlüğün bilgi artışına koşut olarak arttığını biliyoruz. Bilgi deney ve deneyimlerle elde edildiğine, deney ve deneyimler de sürekli arltığırıa göre; insanların özgürlüğü ve bu yoldan da insanlığı sürekli artacak demektir. Bu da insanlığın, az ya da çok hızlı olarak sürekli ilerlediği anlamına gelir.

Ancak, insanlığın ilerleme sorununu bir çözüme bağlamış gibi görünen bu sonucun bir çok yeni sorunları da birlikte getirdiği göz ardı edilmemelidir. Önce insanlığı özgürleştiren bilginin kimin bilgisi olduğu sorusunu yanıtlamak gerekiyor. İlk bakışta her insanın kendi bilgisi ölçüsünde insanlaştığı sanılabilirse de, tek tek insanların bilgisinin kendilerini ilerletme bakımından çok yetersiz kaldığı görülebilir

Bilginin insanı özgürleştirmesi genellikle özgürlük araçları üretimine olanak sağlaması yoluyla gerçekleşir. Oysa her türlü üretim ancak bir grup insanın işbirliği ile gerçekleşir.

1 - 2 - 3
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP