Yedinci Esas - İsraftan Sakınmak

Ey sultan! Nefsini, övünülecek giysiler giymek ve hoş yiyecek yemek gibi şehevî arzularına alıştırma. Her şeyde kanaatkar ol; çünkü kanaatsiz adalet olmaz.

Nükte:

Hz. Ömer (r.a), tanıdığı salihlerden birisine:

- Davranış ve tutumumda hoşlanmadığın bir şey var mı? diye sordu; o da:

- Duyduğuma göre sen sofranda iki somun ekmeği bulunduruyor, bir de gece ayrı gündüz ayrı elbise giyiyormuşsun? dedi. Hz. Ömer:

Başka kusurumu gördün mü? diye sordu, o:

- Hayır; görmedim, dedi. O zaman Hz. Ömer (r.a):

- Allah'a yemin olsun ki, bu ikisi bir daha olmayacak, dedi.

Sekizinci Esas - Şefkat ve Lütufla Davranmak

Ey sultan! Mümkün mertebe muamelelerinizde şefkatli ve lütufkar olunuz; şiddet ve sertlikten sakınınız. Hz. peygamber (s.a.v):

"Halkına şefkat göstermeyene (lidere) Allah da şefkat göstermez" buyurarak şöyle dua etmiştir:

"Allahım! Halkına lütufta bulunan lidere sen de lütuf-ta bulun. Şiddet gösterene sen de şiddetli ol.

Peygamber Efendimiz (s.a.v):

"Liderlik ve valiliğin hakkını verene iki sevap, vermeyene de iki günah vardır buyurmuşlardır.

ibnu Arâbî, Câmiu't-Tirmizî üzerine yaptığı Ârizetü'l-Ahveziyye adlı eserinde, "Hüküm vermede yetkili olan kişi, isabet de edebilir, hata da yapabilir" hadisini zikrettikten sonra, "Hâkim, hükmünde isabet ederse iki sevap; hata ederse bir sevap alır" hadisini getirmiş ve delil olarak da En'am suresi 16. ayetini zikretmiştir.


Nükte:

Emevî halifelerinden Hişam b. Abdülmelik,(Hişam b. Abdülmelik (ö. Miladi: 743 Rusâfe): Emevî hanedanının onuncu halifesi ve hükümdarıdır. Babası, halife Abdülmelik b. Mervân dır. Onun zamanında devletin maliyesi en parlak noktaya ulaştı. Bizans'lılarla ve Hazar kıyılarındaki Türklerle savaştı. Bu savaşta Türklere yenilerek geri çekilmek zorunda kaldı. Hayatının son zamanlarında Berberilerle yaptığı savaşlar neticesinde bozguna uğrayan Hişam, Rusafe'ye çekildi ve orada yaşadı. Bir müddet sonra burada vefat etti.) zamanın alimlerinden Ebu Hâzım'a giderek: "Halifelik işlerinde kurtuluşun yolu nedir?" diye sordu;

Ebu Hazım: "Aldığın her dirhemi helaliyle alman ve hak sahibine vermendir" dedi Hişam: "Ey Hazım, sen ne diyorsun? Buna kimin gücü yeter?" deyince; Ebu Hazım:

"Cennetin nimetlerini isteyen ve cehennemden de korkan kişinin gücü yeter" diye cevap verdi.

Dokuzuncu Esas - Övgülere Aldanmamak

Ey sultan! İslam'ın kuralları çerçevesinde halkının senden hoşnut olmasına gayret et. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Ümmetimin en hayırlı idarecileri; sizlerin onları, onların da sizi sevdiği idarecilerdir. İdarecilerin en kötüleri ise sizlerin onlara, onların da sizlere kızdığı ve lanet ettiği kimselerdir.

Lider olan kişinin, kendisine gelerek övgüler yağdıranlara aldanmaması, bütün halkın da onun gibi kendisinden razı olduğunu düşünmemesi gerekir. Çünkü kendisini öven kimse, bunu ondan korktuğu için yapmaktadır. İdarecinin, halkın dilinde dolaşan kusurlarını ve asıl hâlini öğrenmesi için, itimat ettiği kimseleri görevlendirip halkın içine göndermesi ve hakkında ne düşündüklerini sordurması gerekir.

Onuncu Esas - Allah Rızası İçin İş Yapmak

Halkın idaresini üstlenen kimse, dine aykırı hareket ederek insanlardan hiç birinin hoşnutluğunu aramamalıdır. Zira dine aykırı hareket eden kişiye kızılmasında bir sakınca yoktur. Çünkü sana nefsi için kızan kimsenin, bu kızmasının bir zararı olmaz.

Hz. Ömer (r.a): "Ben, her sabah, insanların yarısının bana öfkeli olduğu halde sabahlarım" derdi.

Hakkı olan herkesin kızması doğrudur. İdarecinin, kendisine gelen iki hasmı (davacı ve davalıyı) razı etmesi mümkün değildir. İnsanların çoğu cahil olduklarından, halkın hoşnutluğu için Cenab-ı Hakk'ın razı olduğu şeyi terk ederler.

Allah her ikisinden de razı olsun, Hz. Muaviye, Hz. Aişe'ye bir mektup yazarak, kendisine kısa bir nasihat yazmasını istedi. O da mektubunda Hz. Peygamberden (s.a.v) işittiği şu hadisi yazdı:

Ümmetimin en hayırlı idarecileri; sizlerin onları, onların da sizi sevdiği idarecilerdir. İdarecilerin en kötüleri ise sizlerin onlara, onların da sizlere kızdığı ve lanet ettiği kimselerdir.

"Halkı kızdırma pahasına da olsa Allah'ın (c.c) rızasını arayan kimseden Allah da, insanlar da razı olur. Hakk'ın gazabını çeken işlerle halkın hoşnutluğunu arayan kimseden, Allah da (c.c) insanlarda razı olmaz.

Mesela, Allah'a itaati emretmemek, din işlerini öğretmemek, onlara haram yedirmek, çalışanın ücretini vermemek, kadının mehrini vermemek gibi işleri yapanlara, hem Hak hem de halk kızar.

Saldırganlık ile Yıkıcılıgın Çeşitleri - 1

Erich Fromm

Her ne kadar günümüz düşüncesi, özellikle de ruhbilimsel düşünce, çoğunlukla felsefe ve öteki katıksız biçimde «öznel yorumlar» alanına giren sorular olarak kabul edilen böylesi sorulara pek açık değilse de, aşağıdaki tartışmada, deneysel irdelemeye gerçekten uygun alanlar bulunduğunu ortaya koyacağım umudundayım.

İNSANIN DOĞASI

Yunan filozoflarından bu yana düşünürlerin çoğu için, insan doğası denen bir şeylerin, insanın özünü oluşturan bir şeylerin bulunduğu açıkça belliydi. Bu özü oluşturan şey konusunda çeşitli görüşler vardı, ama böyle bir özün bulunduğu —bir başka deyişle, insanın insan olmasını sağlayan bir şeylerin bulunduğu— genel kabul görüyordu. Nitekim insan, mantıklı bir varlık, toplumsal bir hayvan, alet yapabilen bir hayvan (Homofaber) ya da simge yapan bir hayvan olarak tanımanıyordu.

Yakın zamanlarda, bu geleneksel görüş tartışma konusu yapılmaya başlanmıştır. Bu değişikliğin bir nedeni, insan konusundaki tarihsel yaklaşıma gitgide daha çok önem verilmesiydi, insanlık tarihine ilişkin bir araştırmada ileri sürüldüğüne göre, çağımızda insan, önceki çağlardaki insandan öylesine farklıdır ki, her dönemde insanların, «insan doğası» olarak adlandırılabilecek ortak bir şeylere sahip olduğunu varsaymak gerçekçi görünmemektedir. Kültürel insanbilim alanında yapılan incelemeler, özellikle Birleşik Devletler'de, bu tarihsel yaklaşımı pekiştirmiştir. İlkel halkların incelenmesi sonucunda öyle çeşitli gelenekler, değerler, duygular ve düşünceler keşfedilmiştir ki, birçok insanbilimci, insanın bir tabaka yazısız kâğıt halinde doğduğu ve her bir kültürün bu kâğıda kendi metnini yazdığı anlayışına ulaşmışlardır. Değişmez bir insan doğasıyla ilgili varsayımın yadsınması eğilimine katkıda bulunan bir başka etken, bu kavramın, çok sık olarak, ardında en insanlıkdışı eylemlerin düzenlendiği bir kalkan olarak kötüye kullanılmasıdır. Örneğin, Aristo ve on sekizinci yüzyıla kadar yaşayan düşünürlerin çoğu, insan doğası adına, köleliği savunmuşlardır.

'Yunanlılar arasında, bütün insanların eşitliğinin savunucuları olan Stoacılar, Yeni-dendoğuş'ta Erasmus, Thomas More ve Juan Luis Vives gibi insancılar bu kapsam dışında tutulabilir.

KIYICI SALDIRGANLIK

Ya da bilginler, kapitalist toplum biçiminin ussallığını ve gerekliliğini kanıtlamak için, edinmeciliği, yarışmacıhğı ve bencilliği doğuştan insan nitelikleri olarak savunmaya çabalamışlardır. Yaygın olarak, açgözlülük, cinayet, aldatma ve yalancılık gibi istenmeyen insan davranışlarının kaçınılmazlığı kabul edilirken, hor görür bir tutumla «insan doğası»na başvurulur.

İnsan doğası kavramı konusundaki kuşkuculuğun bir başka nedeni, belki de, evrimci düşünüşün etkisinde yatmaktadır, insan, evrim süreci içinde gelişen bir varlık olarak görülmeye başlandıktan sonra, insanın özünün içerdiği bir madde düşüncesi savunulamaz görünmüştür. Ama benim inancıma göre, insanın doğası sorunu konusunda yeni kavrayışları, yine de ancak evrimci bir bakış açısından bekleyebiliriz. Karl Marx, R. M. Bucke, Teilhard de Chardin, T. Dobzhansky gibi yazarlar bu yönde yeni katkılarda bulunmuşlardır. Bu kısımda da benzer bir yaklaşım önerilmiştir.

Bir insan doğasının var olduğu varsayımını destekleyen ana kanıt. Homo sapiens'in özünü biçimbilimsel, anatomik, fizyolojik ve sinirbi-limsel terimlerle tanımlayabilmemizdir. Gerçekten, duruşla, beynin oluşumuyla, dişlerle, beslenme düzeniyle ve insanı en gelişmiş insan-olmayaıı primatlardan açıkça ayıran başka birçok etkenle ilgili verileri kullanarak insan türünün kesin ve genel kabul gören bir tanımını yapmaktayız. Hiç kuşkusuz, beden ve zihni ayrı ayrı alanlar olarak gören bir görüşe doğru gerilemediğimiz sürece, insan türünün, bedensel olduğu kadar zihinsel yönden de tanımlanabilir olması gerektiğini kabul etmek durumundayız.

İnsan olarak insanı, yalnızca özgül bedensel özelliklerin değil, özgül ruhsal özelliklerin de karakterize ettiği gerçeğinin Darwin'in kendisi de tamamen ayırdındaydı. Darwin'in İnsanın Türeyişi'nde, değindiği en önemli özellikler şunlardır (G. G. Simpson tarafından kısaltılmış ve özetlenmiştir):

Daha yüksek zekâsıyla orantılı olarak, insanın davranışı daha esnek, daha az tepkesel (refleks) ya da daha az içgüdüseldir.

Emerson'ın bir dostu, atılgan ve yaratıcı zihniyet sahibi bir kişi ve içinde yaşadığı dönemde Kuzey Amerika ruh hekimliğinin önde gelen bir kişisi olan Richard M. Bucke Kanadalı bir ruh hekimiydi. Ruh hekimleri onu bütünüyle unutmuşlarsa bile. Evrensel Bilinç adlı kitabı (gözden geç. bas. 1946) hemen hemen yüz yıl boyunca meslekten olmayan kişilerce okunmuştur.

insan, merak, öykünme, dikkat, belleme ve imgeleme gibi karmaşık etkenleri, göreceli olarak öteki gelişmiş hayvanlarla paylaşır; insan bu etkenlere daha üst düzeyde sahiptir ve bunları daha karışık biçimlerde uygular.

insan, davranışının uyum sağlayıcı niteliğini ussal biçimlerde yargılamayı ve geliştirmeyi, en azından öteki hayvanlardan daha iyi başarır.

İnsan, düzenli olarak, çok çeşitli araçları hem kullanır, hem de yapar.

İnsan kendi kendisinin bilincindedir; geçmişi, geleceği, yaşamı, ölümü, vb. hakkında düşünür.

İnsan zihinsel soyutlamalar yapar ve ilgili bir simgecilik geliştirir; bu yeteneklerin en temel ve en karmaşık biçimde gelişmiş ürünü dildir.

Bazı insanlarda güzellik duyumu vardır.

Çoğu insan, din terimini, huşuyu, boş şeylere inanmayı, ruhsal, doğaüstü ya da manevi şeylere inanmayı da kapsayacak biçimde geniş bir anlamda kullanırsak, din duygusuna sahiptir.

Normal insanda ahlâk duygusu vardır; daha sonraki terimlerle söylersek, insan ahlâksallaştırır. İnsan kültürel ve toplumsal bir hayvandır; çeşidi ve karmaşıklığı bakımından benzersiz olan kültürler ve toplumlar geliştirmiştir (G. G. Simpson, 1949).

Darwin'in verdiği ruhsal özellikler listesi incelenecek olursa, birkaç öğe belirginlik kazanır. Darwin, bazıları yalnızca insana özgü olan, özbilinç, simge ve kültür yapımı, estetik, ahlaksal ve dinsel duyum gibi birbirinden farklı birçok tekil öğeye değinmektedir. Özgül insan niteliklerine ilişkin bu listenin eksikliği, katıksız biçimde tanımlayıcı ve sıralayıcı bir liste olması, sistemsiz olması ve bu niteliklerin ortak koşullarını çözümlemek için hiçbir girişimde bulunmamasıdır.

Darwin, listesinde, sevecenlik, sevgi, nefret, zalimlik, özseverlik, sadistlik, mazoşistlik, vb. gibi yalnızca insana özgü olan insan tutkularına ve heyecanlarına değinmemektedir. Başka tutku ve heyecanlan da içgüdüler olarak ele almaktadır. Darwin için, bütün insanlar ve hayvanlar, özellikle de primatlar, birkaç ortak içgüdüye sahiptirler. Hepsinde aynı duyumlar, sezgiler ve duyum yetenekleri, benzer tutkular, yakınlıklar ve heyecanlar, hatta kıskançlık, kuşku, yarışma, minnet ve yüce ruhluluk gibi daha karmaşık duyumlar vardır: hepsi de yalan-dolana başvurur ve kincidir; bazen alaya alınmaya karşı duyarlıdırlar, hatta gülmece duyumuna sahiptirler; şaşkınlık ve merak gösterirler; öykünme, fikir birliği ve çok farklı düzeylerde olsa da, akıl yürütme konularında aynı yeteneklere sahiptirler (C. Darwin, 1946).

Açıkça görüldüğü gibi, en önemli insan tutkularını, hayvan atalarımızdan kalıtımla devralınmış tutkular olarak değil, yalnızca insana özgü tutkular olarak kabul etme girişimimiz, Darwin'in görüşünden hiçbir destek göremez.

Darwin'den beri evrim incelemecileri arasında görülen düşünce ilerlemesi, en seçkin çağdaş araştırmacılardan birisi olan G. G. Simpson'ın görüşlerinde açıkça görülür. Simpson, insanın hayvanlarınkin-den ayrı temel niteliklere sahip olduğunda ısrar etmektedir, «insanın bir hayvan olduğunu kavramak,» diye yazmaktadır, «önemlidir, ama onun benzersiz doğasının özünün, tam da başka hiçbir hayvanla paylaşılmayan ayırıcı özelliklerde yattığını kavramak daha da önemlidir, insanın doğadaki yerini ve üstün önemini, onun hayvanlığı değil, insanlığı belirler» (G. G. Simpson, 1949).

Simpson, Homo sapiens'in temel tanımı olarak, birbiriyle karşılıklı bağlantı içindeki zekâ,, esneklik, bireyselleşme ve toplumsallaşma etkenlerini ileri sürmektedir. Simpson'ın yanıtı bütünüyle doyurucu olmasa bile, insanın temel özelliklerini, birbiriyle karşılıklı bağlantı içinde ve bir tek temel etkenden kaynaklanan şeyler olarak anlamaya yönelik girişimi ve niceliksel değişimin niteliksel değişime dönüşümünü kabul etmesi, Darwin'in ötesinde önemli bir adım oluşturur (G. G. Simpson, 1944; 1953).

1 - 2 - 3 - 4

Saldırganlık ile Yıkıcılıgın Çeşitleri - 2

Ruhbilim cephesinde, insanın özgül gereksinmelerini tanımlamaya yönelik en tanınmış girişimlerden birisi Abraham Maslow'un yaptığı girişimdir; Maslow, insanın «temel gereksinrneler»ine —fizyolojik ve estetik gereksinmelere, güvenlik, ait olma, sevgi, saygınlık, kendini gerçekleştirme, bilgi ve anlayış gereksinmelerine— ilişkin bir liste belirlemiştir (A. Maslow, 1954). Bu liste biraz sistemsiz bir sıralamadır ve ne yazık ki, Maslow insanın doğasmdaki böylesi gereksinmelerin ortak kökenini çözümlemeye uğraşmamıştır.

insanın doğasını, insan türünün —biyolojik ve zihinsel— özgül koşulları açısından tanımlama girişimi, bizi ilkönce, insanın doğuşuna ilişkin bazı yorumlara götürmektedir. Bir insan bireyin ne zaman var olmaya başladığını bilmek kolay görünür, ama gerçekte bu, göründüğü kadar kolay değildir. Yanıt şöyle olabilir: gebe kalındığı zaman, dölüt belirgin insan biçimi aldığı zaman, doğum eyleminde, memeden kesme zamanında; hatta çoğu insanın öldükleri zaman bile henüz tam olarak doğmadıkları öne sürülebilir. Biı- bireyin «doğuş»u için bir gün ya da bir saat belirlemekten kaçınmamız; bunun yerine, akışı içersinde bir kişinin var olmaya başladığı bir süreç'ten söz etmemiz en iyisi olacaktır. Bir tür olarak insanın ne zaman doğduğunu soracak olursak, yanıt çok daha zordur. Evrim süreci hakkında çok daha az şey bilmekteyiz. Burada milyonlarca yılı ele almaktayız; bilgimiz, önemleri hâlâ büyük ölçüde tartışılan rastlantısal iskelet ve alet bulgularına dayanmaktadır. Yine de, bilgimizin yetersizliğine karşın, ayrıntılı biçimde değişime uğratılmaları gerekse bile, bize, insanın doğuşu olarak adlandırabileceğimiz sürecin genel bir tablosunu sunan birkaç veri vardır. İnsanın ana rahmine düşüş 'ünü, yaklaşık bir buçuk milyar yıl önce tekhücreli yaşamın başlangıcına ya da yaklaşık iki yüz milyon yıl önce ilkel memelilerin ortaya çıkmaya başlamasına kadar geri götürebiliriz; insan gelişiminin, insanın yaklaşık on dört milyon yıl önce, belki de daha önce yaşamış olan hominid atalarıyla birlikte başladığını söyleyebiliriz, insanın doğum tarihini, Asya'da bulunan çeşitli örnekleri, yaklaşık bir milyon ile yaklaşık beş yüz bin yıl öncesine ait bir dönemi kapsayan ilk insanın, Homo erectus'un (Pekin Insanı'nın) ortaya çıkışı olarak saptayabiliriz; ya da bütün temel biyolojik yönlerden bugünkü insanla özdeş olan modern insanın (Homo sapiens sapiens'iri) ortaya çıktığı yaklaşık kırk bin yıl öncesi olarak belirleyebiliriz.3 Gerçekten, tarihsel zaman açısından insanın gelişimine baktığımızda, tam anlamıyla insanın ancak birkaç dakika önce doğduğunu söyleyebiliriz. Hatta insanın hâlâ doğum sürecinde olduğunu, göbek bağının henüz kesilmediğini, insanın canlı mı, yoksa ölü mü doğacağının kuşkulu görünmesine yol açan yan hastalıkların ortaya çıktığı bile düşünülebilir.

insan evrimi incelemecilerinin çoğu, insanın doğuşunu bir özel olayla tarihlendirmektedirler: Benjamin Franklin'in insanı Homo faber, alet yapan insan olarak tanımlamasına uyarak, alet yapımı'yla. Marx, «Yankeelik'in ayırıcı özelliği» saydığı bu tanımı şiddetle eleştirmiştir. Çağdaş yazarlar arasında da Mumford, alet yapımına dayalı bu yönelimi son derecede inandırıcı biçimde eleştirmiştir (L. Mumford, 1967).

insanın doğasına ilişkin bir kavramı, çok açık olarak üretimle ilgili çağdaş saplantının damgasını taşıyan alet yapımı gibi yalıtılmış yönlerden çok, insan evrimi sürecinde aramak gerekir, insanın doğası konusunda bir anlayışa, insanın ortaya çıkışını belirleyen iki temel biyolojik koşulun bileşimini temel alarak ulaşmamız gerekir. Bu koşullardan birisi, davranışların belirlenmesinde içgüdülerin oynadığı rolün gitgide azalması'da. içgüdülerin niteliği hakkındaki birçok karşı görüşü göz önüne aldığımızda bile, bir hayvanın ulaştığı evrim aşaması ne denli yüksekse, kesin biçim de saptanmış ve kalıtımsal olarak beyinde programlanmış birörnek davranış kalıplanılın ağırlığının da o denli az olduğu genellikle kabul edilmektedir. Davranışın belirlenmesinde içgüdülerin oynadığı rolün gitgide azalması süreci kesintisiz bir süreç olarak tasarımlanabilir; bu sürecin sıfır ucunda, hayvan evriminin, içgüdüsel belirlenme düzeyi en yüksek olan en aşağı biçimlerini görürüz; bu düzey hayvan evrimiyle birlikte düşer ve memelilerde belli bir düzeye ulaşır; primatlara doğru yükselen gelişme içinde daha da düşer ve burada bile, Yerkes ve Yerkes'in klasik araştırmalarında ortaya koydukları gibi, kuyruklu ve kuyruksuz maymunlar arasında büyük bir uçurumla karşılaşırız (R. M. ve A. V. Yerkes, 1929). içgüdüsel belirlenme, Homo türünde en büyük düşüşe ulaşmıştır.

Hayvan evriminde rastlanan öteki eğilim, beynin ve özellikle de neokorteksin büyümesi'dir. Yine burada da evrimi kesintisiz bir süreç olarak tasarımlayabiliriz — bir uçta, en ilkel sinir yapısına ve göreceli olarak az sayıda sinir hücresine sahip en aşağı hayvanlar; öteki uçta, daha büyük ve daha karmaşık bir beyin yapısına, özellikle de kendi hominid atalannınkinden bile üç kat daha büyük bir neokortekse ve gerçekten akıl almaz sayıda sinir hücreleriarası bağlantıya sahip insan bulunur.

Bu verileri göz önüne alırsak, insan, içgüdüsel belirlenmenin en alt düzeye, beynin gelişmesinin ise en üst düzeye ulaştığı evrim noktasında ortaya çıkmış primat olarak tanımlanabilir. Bu enaz içgüdüsel belirlenme ve en yüksek beyin gelişimi birleşimi hayvan evriminde hiçbir zaman meydana gelmemiştir ve biyolojik açıdan konuşursak, bütünüyle yeni bir olgudur..

insan ortaya çıktığı zaman, insanın davranışını, sahip olduğu içgüdüsel donanım çok az yönlendiriyordu. Tehlikeye ya da cinsel uyaranlara gösterilen tepkiler gibi bazı temel tepkileri saymazsak, insana, yaşamının doğru bir karara bağlı olabileceği çoğu durumda nasıl karar vermesi gerektiğini söyleyen, kalıtımla devralınmış hiçbir program yoktur. Bu yüzden insan, biyolojik bakımdan, bütün hayvanların en umarsızı ve güçsüzü gibi görünür.

İnsan beyninin olağanüstü gelişmesi, onun içgüdüsel eksikliğini karşılar mı?

Bir ölçüye kadar karşılar, insan, doğru seçimlerde bulunmak için zihni tarafından yönlendirilir. Ama bu aracın ne denli güçsüz ve güvenilmez olduğunu da biliyoruz. Zihin, insanın arzularından ve tutkularından kolayca etkilenir ve bunların etkisine teslim olur. insanın beyni, güçsüzleşmiş içgüdülerin yerini alacak bir şey olarak yetersiz olmakla kalmaz, aynı zamanda yaşama ödevini de son derecede karmaşık duruma getirir. Böyle demekle araçsal zekâ'yı, kişinin gereksinmelerini gidermek amacıyla nesnelerden yararlanmakta bir araç olarak düşünceyi kullanmasını anlatmak istemiyorum; ne de olsa, insan bu yeteneği hayvanlarla, özellikle de primatlarla paylaşır, insanın düşünüşünün bütünüyle yeni bir nitelik, kendinin ayırdında olma niteliği kazandığı yönü anlatmak istiyorum, insan, yalnızca nesneleri bilmekle kalmayan, bildiğinin de ayırdında olan tek hayvandır. Yalnızca araçsal zekâya değil, usa da, yani nesnel biçimde anlamak —bir başka deyişle, şeylerin niteliğini, yalnız kendi doyumunu sağlayan araçlar olarak değil, kendi başlarına oldukları gibi bilmek— için düşünme gücünden yararlanma yeteneğine de sahip olan tek hayvan insandır. Kendinin ayırdında olma ve us yeteneklerine doğuştan sahip olan insan, doğadan ve başkalarından ayrı bir varlık olarak kendisinin ayırdındadır; güçsüzlüğünün, bilgisizliğinin ayırdındadır; varacağı sonun —ölümün— ayırdındadır.

1 - 2 - 3 - 4

Saldırganlık ile Yıkıcılıgın Çeşitleri - 3

Kendinin ayırdında olma, us ve imgelem gücü, hayvan varoluşunun ayırıcı özelliği olan «uyum»u bozmuştur. Bu niteliklerin ortaya çıkışı, insanı, bir kuraldışı, evrenin garabeti haline getirmiştir, insan doğanın bir parçasıdır, doğanın fiziksel yasalarının egemenliği altındadır ve bunları değiştirme gücünden yoksundur; ama yine de doğayı aşar. Bir parça olduğu halde bir kenara konmuştur; yurtsuz-yuvasızdır, yine de bütün yaratıklarla paylaştığı yuvaya zincirlerle bağlanmıştır, Rastgele bir yer ve zamanda bu dünyaya atılan insan, rastlantısal olarak ve istencine karşıt biçimde, bu dünyanın dışına çıkmaya zorlanır. Kendi kendisinin ayırdında olduğu için, güçsüzlüğünü ve varoluşunun getirdiği sınırlamaları kavrar. Varoluşunun yarattığı ikilemden hiçbir zaman kurtulamaz: istese bile kendisini kafasından atamaz; canlı olduğu sürece —ve bedeni, canlı olmayı istemesini sağlar— kendisini bedeninden atamaz.

insanın yaşamı, türünün yaşam kalıbı yinelenerek yaşanamaz; o yaşamak zorundadır, insan, doğada kendisini evinde hissetmeyen, cennetten kovulmuş gibi hissedebilen tek hayvandır; kendi varoluşu, kendisi için, çözmesi gereken ve kaçamadığı bir sorun olan tek hayvandır, însanlık-öncesinde geçerli olan doğayla uyum durumuna geri dönemez ve ileri doğru giderse nereye ulaşacağını bilmez. İnsanın var-oluşsal çelişkisinin doğurduğu sonuç sürekli bir denge bozukluğu durumudur. Bu denge bozukluğu, insanı, bir bakıma doğayla uyum içinde yaşayan hayvandan ayırır. Kuşkusuz bu, hayvanların ille de banş içinde ve mutlu bir yaşam sürdürdükleri anlamına gelmez; bunun anlamı, hayvanın, evrim süreci yoluyla bedensel ve zihinsel niteliklerinin uyarlandığı kendine özgü uygun yaşam çevresine sahip olduğudur, insanın varoluşsal, bundan dolayı da kaçınılmaz denge bozukluğu, insan, kültürünün de desteğiyle, varoluşsal sorunlarıyla başa çıkmanın az-çok yeterli bir yolunu bulduğu zaman göreceli olarak dengeye kavuşabilir. Ne var ki bu göreceli istikrar, ikilemin ortadan kalktığı anlamına gelmez; ikilem yalnızca edilgin durumda kalır ve bu göreceli istikrarın koşulları değişir değişmez açıkça ortaya çıkar.

Gerçekten, insanın kendini yaratma sürecinde bu göreceli istikrar yine bozulmuştur. İnsan, tarihi boyunca, çevresini değiştirir ve bu süreçte kendisini de değiştirir. Bilgisi artar, ama bilgisizliğine ilişkin bilinci de artar; kendisini, salt toplumun bir üyesi olarak değil, bir birey olarak duyumsar ve böylelikle, ayrılmışlık ve yalıtlanma duyumu artar. Güçlü önderlerin yön verdiği daha büyük ve daha etkili toplumsal birimler yaratır — ve kendisi korkak ve boyun eğici hale gelir. Bir miktar özgürlüğe ulaşır — ve bizzat bu özgürlükten korkar hale gelir. Maddi üretim yeteneği artar; ama süreç içinde açgözlü ve bencil birisi haline gelir, kendi yarattığı şeylerin kölesi olur.

Her yeni denge bozukluğu durumu, insanı yeni bir denge aramaya zorlar. Gerçekte, çoğu kez insanın ilerleme yönündeki doğuştan dürtüsü olarak görülen şey, onun yeni ve olanak varsa daha iyi bir denge bulmaya yönelik girişimidir.

Yeni denge biçimleri, kesinlikle dümdüz bir insan ilerlemesi çizgisi oluşturmaz. Tarihte sık sık, yeni başarılar geriye dönük gelişmelere yol açmıştır. İnsan çoğu kez, yeni bir çözüm bulmaya zorlandığı zaman, kendini kurtarmak zorunda kaldığı bir çıkmaz sokağa girer ve bu zamana kadarki tarihte bunu başarabilmiş olması gerçekten dikkate değerdir.

Bu düşünceler, insanın özünün ya da doğasının nasıl tanımlanacağı konusunda bir varsayım ortaya koymaktadır, insanın doğasının, sevgi, nefret, us, iyi ya da kötü gibi özgül bir nitelik bakımından değil, ancak insan varoluşunu karakterize eden ve kökenleri, kayıp içgüdülerle kendinin ayırdında olma arasındaki biyolojik ikilemde bulunan ternel çelişkiler bakımından tanımlanabileceğini öneriyorum. İnsanın varoluşsal çatışması, bütün insanlarda ortak olan belli ruhsal gereksinmeler üretir, insan, ayrılmışlığın, güçsüzlüğün ve yitikliğin dehşetini alt etmeye, kendisini dünyaya bağlayacak ve kendini yuvasında hissetmesini sağlayacak yeni biçimler bulmaya zorlanır. Bu ruhsal gereksinmeleri vaıoluşsal gereksinmeler olarak adlandırdım, çünkü bunların kökeni bizzat insan varoluşunda bulunmaktadır. Bu gereksinmeler bütün insanlarca paylaşılır ve organik dürtülerin yerine getirilmesi, insanın canlı kalması bakımından ne denli zorunluysa, bunların yerine getirilmesi de insanın akıl sağlığını koruması bakımından o denli zorunludur. Ama bu gereksinmelerin her birisi, insanın içinde bulunduğu toplumsal koşul farklılıklarına göre değişen farklı biçimlerde giderilebilir. Varoluşsal gereksinmeleri gidermenin bu farklı biçimleri, sevgi, sevecenlik, adalet uğraşı, bağımsızlık, hakikat, nefret, sadistlik, mazoşistlik, yıkıcılık, özseverlik gibi tutkularda açığa çıkar. Bunları karakter-kökenli tutkular —ya da yalnızca insan tutkuları— olarak adlandırıyorum, çünkü bunlar insanın karakter'inâe bütünleşmiştir.

Daha ilerde karakter kavramı enine boyuna tartışılacağı için, burada şunu söylemek yeterli olacaktır: karakter, insanın kendisini insan ve doğa dünyasına bağlamasına aracılık eden ve bütün içgüdüsel olmayan uğraşlardan oluşmuş göreceli olarak sürekli sistemdir. Karakter, insanın kendinde bulunmayan hayvan içgüdülerinin yerine koyduğu bir sistem olarak anlaşılabilir; karakter insanın ikinci doğasıdır. Bütün insanlarda ortak olarak bulunan yönler, (deneyim aracılığıyla büyük ölçüde değiştirilebilir olmakla birlikte) organik dürtüleri ve varoluşsal gereksinmeleridir, insanlarda ortak olarak bulunmayan yönler, her birisinin karakterinde başat durumda bulunan tutku türleridir — karakter-kökenli tutkulardır. Karakter farklılığı, (kalıtımsal olarak kazanılmış yapılanmalar da karakterin oluşumunu etkilemekle birlikte) büyük ölçüde toplumsal koşullardaki farklılıktan ileri gelir. Bu nedenle, karakter-kökenli tutkular tarihsel bir sınıflama olarak, içgüdüler ise doğal bir sınıflama olarak adlandırılabilir. Bununla birlikte, karakter-kökenli tutkular katıksız biçimde tarihsel bir sınıflama da değildir; çünkü toplumsal etki, ancak insan varoluşunun biyolojik olarak verili koşullan aracılığıyla işlerlik gösterebilir.

Artık insanın varoluşsal gereksinmelerini ye sırası gelince bu var-oluşsal gereksinmelere farklı yanıtlar oluşturan karakter-kökenli tutkuların çeşitlerini tartışmaya hazırız. Bu tartışmaya başlamadan önce, geriye dönüp yöntemle ilgili bir sorun ortaya atalım. Tarihöncesinin başlangıcında olabileceği biçimiyle insan zihninin «yeniden kurul-ma»sını önermiştim. Bu yönteme yöneltilen açık itiraz, bunun, ne türden olursa olsun hiçbir kanıtın gösterilemeyeceği —ya da öyle görünen— kuramsal bir yeniden-kurma olduğudur. Ne var ki, daha sonraki bulgularla doğrulanabilecek ya da yanlışlığı kanıtlanabilecek deneme niteliğinde bir varsayım için kanıttan bütün bütüne de yoksun değiliz.

Bu kanıtlar, esas olarak, belki de insanın ta yarım milyon yıl önce (Pekin insanı) tapımlara ve kuttörenlere sahip olduklarını ortaya koyan bulgulardır; sözünü ettiğimiz tapımlar ve kuttörenler, insanın ilgilerinin, maddi gereksinmelerini gidermenin ötesine geçtiğini gözler önüne sermektedir. (O zamanlar birbirinden ayrılamayan) tarihöncesi din ve sanatın tarihi, ilkel insanın zihniyetinin incelenmesi için ana kaynaktır. Açıktır ki, bu incelemenin bağlamı içersinde bu çok geniş ve henüz tartışmalı bölgeye giremem. Vurgulamak istediğim, ilkel tapımlar ve kuttörenler konusunda henüz bulunmamış veriler kadar, bugün elimizde bulunan veriler de tarihöncesi insanın zihniyetlerinin niteliğini açığa çıkarmayacaktır; bu zihniyetleri çözebilmemizi sağlayan bir anahtara sahip olmadıkça buna olanak yoktur. Benim inancıma göre, bu anahtar bizim kendi zihniyetimizdir. Bilinçli düşüncelerimiz değil, bilinçaltımıza gömülen ama yine de her kültürden bütün insanların sahip oldukları deneysel bir öz olan düşünce ve duygu öğeleridir; kısacası bu, insanın «birincil insan deneyimi» olarak adlandırmak istediğim şeydir. Bu birincil insan deneyiminin kendisi de insanın varoluşsal durumundan kaynaklanır. Bu yüzden bütün insanlarda ortaktır ve ırksal olarak devralınmış bir şey gibi açıklanması gerekmez.

1 - 2 - 3 - 4
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP