Metafizik Kavramı, anlamı ve içerigi üzerine - Bölüm A - 1

Metafizik; felsefenin en önemli kısmı hatta bel kemiği olarak, varlığın ne olduğu, varlık türleri vb. sorularla filozofun sürekli uğraştığı temel alandır. Metafizik felsefe tarihi boyunca birçok filozof tarafından ele alınmıştır. Aristoteles ile tam olarak alan belirlenmiş olsa da öncesinde de metafizik konular tartışılmıştır. Metafizik varlığın özüne ve geneline ilişkin olarak kapsadığı geniş bakış açısıyla doğa bilimlerinden ayrılmaktadır. Doğa bilimleri varlığın bir yönünü sınırlı olarak ele alsa da metafizik daha kapsayıcı ve daha genel olduğu için doğa bilimlerinden ayrı yer tutmaktadır.

Metafizik Nedir?

Felsefe tarihi boyunca, üzerinde en yoğun olarak düşünülen, tartışılan konulardan birisi metafizik olmuştur. Zaman zaman felsefenin özü ve omurgası olarak nitelenen, zaman zaman da düşmanca saldırılara maruz kalarak bütünü ile yok edilme girişimleri ile karşı karşıya kalan metafizik; nasıl ele alınırsa alınsın güncelliğini hiç yitirmemiştir. Metafiziğin her zaman gündemde olan bir konu olmasının nedenleri arasında, bir yandan üzerine eğildiği problemlerin önemini hiç yitirmemiş olması; diğer yandan da hem kapsamının hem de tanımının felsefe tarihinin her döneminde bir kez daha tartışılmış olması gösterilebilir.

Metafizik, en genel anlamı ile evrene ilişkin bilgi edinme çabasının bir sonucudur. Burada, özelleşmiş doğa bilimlerinin de evrene ilişkin bilgi edinme gayretinde oldukları; bu yüzden de metafiziğin alanı ve uğraşısına ilişkin bu tanımın metafiziğin doğa bilimlerinden net bir biçimde ayırt edilmesini sağlamadığı söylenebilir. Doğa bilimleri de dünyadaki olgulara ilişkin bilgi edinme gayretindedirler. Ne var ki tek tek doğa bilimleri, olgular hakkında bilgi edinme ve bunu da bilimsel bakış açısı ile gerçekleştirme gayretinde olmaları bakımından benzer olsalar da inceledikleri konular bakımından birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Her biri dünyadaki olguların kendilerine konu ettikleri kısmını incelerken bunu, incelediği konunun gerektirdiği özel bir bakış açısı ile yaparlar. Söz gelimi, doğa bilimleri arasında sayabileceğimiz fizik, kimya, zooloji ve botaniğin hem inceledikleri olgu hem de bu olgulara yaklaşım biçimleri birbirlerinden farklıdır. Bu yüzden her biri belli bir olgular öbeğini, belli bir açıdan ve belli yönleri ile ele alırken pek çok yönünü de dışarıda bırakırlar.

Metafiziğin doğa bilimlerinden ayrıldığı temel noktalardan biri genele ilişkin, kuşatıcı bilgi edinme çabası ile ilgili tavrıdır. O, belli bir olgu veya olgu öbeğinin şu veya bu yönüne değil; bir bütün olarak evrene yönelir. Hiçbir yanını eksik bırakmaksızın evreni bütün olarak ele alma amacını güder. Bu durumda metafizik, genelliği ile doğa bilimlerinden ayrılmaktadır. Metafizik, şu veya bu olguya değil, bir bütün olarak evrene ilişkin en genel, en kuşatıcı ilkeleri soruşturma etkinliği olarak anlaşılabilir.

Eğer bunlar en genel ilkeler olacaksa, hem evrendeki her şey hem de bir bütün olarak evrenin kendisi bu ilkelere tabi olmalıdır. En kuşatıcı ve genel ilkelerin ortaya çıkarılmaya çalışılması da evrenin bütünlüklü bilgisine sahip olma, onu bütün olarak kavrama çabası ile ilişkilidir. Böylelikle metafiziği, evreni bütünü ile bilme çabası olarak da tanımlayabiliriz. Bu en genel ve en kuşatıcı ilkeler aynı zamanda öze ilişkin olduklarından, soruşturulmaları zaman zaman varlığın özünü ortaya koyma çabası olarak da anlaşılmıştır.

Varlığın özünü araştıran metafizik, varlığın ilk ilkelerini veya varlığa ilişkin nihai, çürütülemez hakikatleri ortaya çıkarma yolu ile bunu gerçekleştirme gayretinde olmuştur.

Varlığın özünü bilme uğraşısı olarak ele alındığında metafizik, fizik ötesini tanıma çabası olarak da anlaşılabilir. Çünkü görünür olan varlığın özünden bahsettiğimizde, fiziki dünyanın ötesinde olan bir şeye yönelmiş oluruz. Amaç; görünür varlığın ötesindeki nihai gerçekliğe ulaşmaktır. Yöntem ise görünürde olanın eleştirel bir incelemeye tabi tutulması yolu ile onun ötesinin bilgisine ulaşmaktır.

Fiziki dünyanın ötesinde, görünür gerçekliğin ardında olan özün tanrısal bir şey olduğu metafizikçilerce kabul edilegelmiştir. Bundan dolayı da varlığın özüne ilişkin olan şey çoğu zaman tanrısal bir şey olarak anlaşılmıştır. Varlığın özünün kavranması ile, şeylerin ilk ilkeleri kavranacak böylelikle de var olanlar hakkında nihai, tanrısal bilgiye ulaşılacaktır.

Şeylerin kendilerine özgü kökenlerine inmek, o şeyin kendi başına değil, bütün içindeki konumuyla soruşturulmasını gerektirir. Bir şeyin tam olarak kökten bilinebilmesi, tümüyle evrenin ya da varlığın özünün bütünlüklü olarak kavranmasına bağlıdır. Böylelikle, metafiziğin uğraşısı kimi zaman evrenin tümünü kuşatacak, onu bütünlüklü olarak kavrayacak ilkelerin bilinmesi; kimi zaman varlığın özüne ilişkin olan şeyin kavranması, kimi zamansa fizik ötesindeki tanrısal gerçekliğe ulaşılması çabası olarak anlaşılmıştır.

Metafiziğin sorduğu sorular, farklı metafizik sistemlerinin gerek terminolojileri, gerekse yapıları bakımından farklılıklar göstermektedir. Burada bu sorularda ortak bulunan benzer karakteristik özellikleri anmaya çalışacağız.

Metafiziğin evreni kuşatan ilkelere yönelen tavrı, sorularında da kendini gösterir. Bunlar, hiçbir şeyi dışarıda bırakmayacak, köktenci bir soruşturmaya yönelik sorulardır. Metafiziğin klasik soruları, ‘Evren tümüyle nasıl kurulmuştur?’, ‘Varlığın ne gibi bir özü vardır?’, ‘Fizik ötesinin yapısı nasıldır?’, ‘Bir şey (her şey) derinlemesine nasıldır?’ gibi sorulardır. Bu tip sorulara verilmiş olan yanıtlar ve ortaya çıkan yeni sorular, felsefe tarihi boyunca metafiziği çeşitlendirmiş ve zenginleştirmiştir. Ne var ki bu çeşitlilik içindeki metafizik sistemlerden bazılarının yaklaşımı, birbirlerini destekleyecek ve tamamlayacak biçimde yan yana dururken bazıları da bütünü ile birbirini değilleyecek, hiçe sayacak biçimde karşı karşıya gelmişlerdir. Karşıtı olanı çürütürken, kendi savını güçlendiren uzun kanıtlama zincirleri birbirini izlemiş ve konu, içinden çıkılamaz bir hâl almıştır. Çeşitlilik bir yerden sonra, Kant’ın da belirttiği üzere, felsefeyi bir yazboz tahtası hâline getirmiştir. Bir metafizik sisteminde doğru olarak kabul edilen bir şeyin tam tersi, bir başka metafizik sisteminde doğru olarak kabul edilmiştir. Metafiziğin soruşturması, görünürdeki fiziki gerçekliğin ötesine uzandığından dolayı bu soruşturmanın sonuçları çoğu zaman o metafizik sisteminin içinde değerlendirilmiştir. Ne var ki bu metafizik sistemlerinin kendi ön kabulleri bir kez onaylandıktan sonra, biri ortaya koyduğu savı, diğeri de bu savın zıddını, aynı titizlik ve dakiklik ile kanıtlayabildiği için gerçekte bu sonuçlardan hangisinin doğru olduğunu söyleme olanağı da olmamıştır.

Bir yandan felsefe tarihi böylesi bir metafizik çeşitliliğini barındırırken diğer yandan da hemen her metafizikçi, evreni bütünü ile bilme amacını gerçekleştirenin kendi metafizik sistemi olduğunu iddia etmiştir. Gerçekten de evreni ister birbirleri ile çatışan ister uzlaşan bir görüşle kavrasınlar, hemen hemen tüm metafizik sistemlerde ortak bir özellik vardır: Hiçbiri, verdikleri yanıtların evrenin tümü hakkındaki kökten, doğru bilgiyi verdiğinden kuşkuya düşmemiştir.

1 - 2 - 3

Metafizik Kavramı, anlamı ve içerigi üzerine - Bölüm A - 2

Genellikle metafizik sistemlerin merkezinde evrenin bütününe ilişkin bir sav bulunur. Sistemin tamamı bu sav ile uyumlu olacak biçimde kurulur. Bundan dolayı da bu savı dile getiren ifadelerin öznesi, varlık, evren, her şey gibi genele işaret eden bir kavram olmalıdır.

Eğer metafizik bir sistem böyle bir sav sunmaktan geri kalıyorsa evrenin bütünlüklü kavranışına ilişkin bir yanıtı olmadığını da kabul etmiş oluyor demektir.

‘Nasıl?’ sorusu, bir olgu hakkında sorulduğunda onun görünür özelliklerinin tasvirine yöneliktir. Doğa bilimleri, çoğu zaman bu türden soruları cevaplama gayretindedirler. ‘Nedir?’ sorusu, hakkında sorulduğu şeyin olgusal niteliklerine değil de doğrudan varlığına yönelik kökten bir soru olduğundan dolayı ‘Nasıl?’ sorusundan önce gelmektedir. Metafizik, ‘Nedir?’ ile sorulan sorularının cevaplanmasına yönelik ifadeler ortaya koymaktadır. Bu ifadeler, kabaca, ilgili oldukları şeyin ne olduğunu ortaya koyma amacındadır. Bir şeyin ne olduğu, onun varlığının özü ile, tabi olduğu en temel ilkeler ile ilişkilidir. ‘Nasıl?’ sorusu görünürdeki gerçekliğin tasvirine yönelik iken, ‘Nedir?’ sorusu bu görünür gerçekliğin ötesine uzanmaktadır. Bu soruya verilen yanıtlar, çoğu zaman hakkında oldukları şeyin başka türlü olabileceğini kabul etmeyen, köktenci yanıtlardır.

Metafizik ile doğa bilimi arasındaki köklü ayrılığın temelinde bulunan şeylerden biriside doğa bilimi önermelerinin olgusal olarak denetlenebilmeleri ile ilişkilidir. Doğa bilimlerinin öne sürmekte olduğu önermenin doğruluğunu net olarak ortaya koyma imkânı vardır; onlar doğru ya da yanlış olabilirler.

Metafiziğin bir bilgi olup olmadığı, metafizik hakkında en yoğun tartışmaların yapıldığı konulardan birisidir. Bir ifadenin ya da bir savın diyelim bilgi olmak bakımından bir değerinin olması için doğrulanmak ya da yanlışlanmak anlamında denetlenebiliyor olması gereklidir. Bu koşul, metafiziğin sunduğu savlar için de geçerlidir. Eğer metafiziğin bir bilgi türü olduğunu söylenecekse önce onun doğruluk değeri bakımından denetlenebilir olduğunun söylenebilmesi gerekir. Ne var ki metafizik sistemlerin sunduğu ana savların doğru ya da yanlış olduğunu söyleme şansımız yoktur. Bundan dolayı, felsefe tarihi boyunca, metafizik ifadelerin denetlenme yolu ile ilgili bir uzlaşıma varılamamış; kimi zaman sistemin ifadeleri arasındaki tutarlılık, kimi zaman belli bir anlayışa uygunluk, kimi zaman da belli bir zümre tarafından benimsenmiş olmak, denetlemek için seçilen kıstaslar olmuştur.

Felsefe tarihi boyunca bir yanda metafizik savların kendileri, diğer yanda da bu savların nasıl denetleneceği tartışılagelmiştir. Pek çok metafizik, kurduğu sistem ile birlikte bir denetleyici mekanizma da sunmuştur. Her bir sistem, kendi savlarını sağlama alacak mekanizmayı da beraberinde getirdiğinden, birbirinden çok farklı savlar öne sürseler de hangisinin gerçekten en doğrusu olduğu sorusu, güncelliğini hiç yitirmemiştir.

Metafizik terimi ilk olarak Aristoteles’in eserlerini derleyen Rodoslu Andronikus tarafından MÖ I. yüzyılda anılmıştır. Andronikus, Aristoteles’in eserlerini sıraya koyarken Fizik adlı eserinin sonuna koyduğu yazılara işaret etmek için ‘ta meta ta physika’ terimini kullanmıştır. Gerçekte Aristoteles, bugün bizim Metafizik ismiyle bildiğimiz eserin içeriğindeki konuları ilk felsefe diye adlandırmıştır.

Aristoteles, insanın edindiği bilgileri ediniliş biçimlerine göre değerlendirerek sınıflamaktadır. Buna göre insan için ilk olarak ve doğrudan edindiği bilgi, duyularından gelen bilgidir. Aristoteles bu türden bilmeyi, alt türden bilme olarak görmektedir. Bununla birlikte insan, duyulardan edindiklerinin ötesinde, daha ileri aşamalarda bilme yetisine sahiptir. Bunlardan ilki, hafızanın kullanımını gerektiren deney aşamasıdır. Deney ile edinilen bilgi, bireysellerin bilgisidir ve bu bir konuya ilişkin nedenleri bilmeksizin, o konu ile ilgili pratik kuralın edinilmesini sağlamaktadır. Deney bilgisinin üstünde sanat bilgisi bulunur. Sanat, tek tek şeylerin kavranışının değil, genele ilişkin olan bilgiyi sağlamaktadır. Sanat bilgisi, genel ilkelere dayanmaktadır ve o pratik kuralların bilgisidir. Böylelikle sanat bilgisi, deney bilgisine üstündür. Fakat bunların her ikisi de gerekli olan bilgilerdir. Bütün bu bilgilerin üzerinde, nedenlerin saf bilgisi olan bilim bulunmaktadır. Bilim, sanat gibi pratik amaçlara değil de yalnızca bilmek için bilmeye yönelir. Böylelikle bilim; en yüksek türden bilmedir ve sağladığı bilgi de en yüksek bilgidir. Biz bir şeyi nedenleri ile, ilk ilkeleri ile bildiğimizde tam anlamı ile bilebiliriz; bize bu türden bilgiyi sağlayan da bilgeliktir.

Greklerin episteme dediği bilim; ispata dayalı bilgi türüdür. Fakat ilk ilkelere ilişkin nihai bilgi, fiziki dünyadaki olaylar ile temellendirilebilir türden bir bilgi değildir. Onlar, temellendirilemiyor olduklarından dolayı ilke olarak anılırlar. Bunlar, dünyadaki her türden olup bitmenin ötesinde bulunan bilgiler oldukları için bu bilgilere erişmek bir tür sezgi gücü ile mümkün olabilir. İlk ilkelerin bilgisi bu yüzden epistemeye değil nousa dayandırılmaktadır. Bunlar, episteme ile birlikte en kapsayıcı, bilinmesi en güç şeylerin bilgisi olan bilgeliği oluştururlar. Bilgelik, yalnızca şeylerin nedenlerinin bilgisi ya da bilimi değil, aynı zamanda ilk ve en evrensel ilkelerin de bilgisidir. Bu bilginin nesneleri duyulardan en uzak olanlardır; çünkü bu nesneler en genel şeylerdir. Nesneleri en soyut ve en az karmaşık şeyler olduklarından bu, en kesin bilgidir.

Aristoteles, bilimleri poetikpratik ve teorik bilimler olmak üzere üç temel sınıfta değerlendirir. Aristoteles, poetik bilimleri poetika ve retorik; pratik bilimleri ise etik, politika ve ekonomi olarak belirlemektedir. Teorik bilimler ise matematik, fizik ve nihayetinde ilk ilkelerin bilgisi olan metafiziktir.

1 - 2 - 3

Metafizik Kavramı, anlamı ve içerigi üzerine - Bölüm A - 3

İlk felsefe olarak metafizik, evrenin en yüksek, ilk ve en genel ilkelerini araştırmaktadır. Evrene ilişkin bilgi verme gayretinde olan bütün diğer bilimler, en yüksek prensipleri araştıran bu ilk felsefenin altında yer almaktadırlar. Metafizik, tek tek bilimlerin yaptığı gibi varlığın belli bir alanını konu edinmek yerine varlığın kendisine ilişkin prensipleri araştırmakta, varlığı ne ise o olarak ele almaktadır.

Aristoteles açısından metafizik, fiziki olan hakkında ortaya konulacak teorinin öncesinde yer alıp onun temellerini oluşturacak bilginin elde edilmesine yönelik bir soruşturmadır. Bu durumda olgulara yönelik fizik araştırması, bir yerden sonra metafizik soruşturmaya doğru yönelmektedir. Çünkü metafizik keşfedilmeksizin ortaya konan bir fizik havada kalmış, eksik bir uğraşı olacaktır. Aristoteles’in soruşturması fizik olandan başlamaktadır. Fakat fizik olan hakkında köklü bir bilgi edinme, bizi onun doğasına ilişkin metafizik bir soruşturmaya yönlendirmektedir.

Metafiziğin deneyimlediğimiz gerçekliğin ötesinde olan şeye ilişkin savları o metafizik sistemin içinde değerlendirilir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, her metafizik sistemi kendi içinde tutarlıdır. Bu durumda kimi zaman birbiri ile çelişen metafiziklerin savlarından gerçekte hangisinin doğru olduğunu söylemek mümkün olmamaktadır.

Kant’taki biçimi ile eleştirel anlayış metafiziklere kendi sistemleri içinden değil, metafizik dışı bir yapıdan, insanın bilmesinin meşru alanını belirleme çalışmasından yaklaşmaktadır. İnsanın meşru bilme alanı bir kez belirlendiğinde, metafiziğin olanaklı olup olmadığı, eğer olanaklı ise kapsamının ne olduğu açıkça ortaya konabilecektir. Hume, meşru bilgimizin sınırlarını ortaya koyma çabası sonucunda iki bilgi alanı belirlemiştir. Bunlardan ilki, bilimlerin soruşturma yetkisine giren olgu sorunları ve matematiğin alanı olan ide bağıntılarıdır.

İde bağıntılarını dile getiren önermeler, olgular hakkında hiçbir şey söylemezler. Onlar sadece, konu edindikleri kavramda örtük olarak bulunan şeyi ifade ederler. Diğer yandan hiçbir olumsallığa yer vermeyecek biçimde kesindirler. Çünkü onlar çelişmezlik ilkesinin bir tezahürüdürler ve karşıtlarının düşünülmesi çelişkiye yol açar. Kant’ın daha sonra analitik önermeler olarak nitelendireceği bu tür ifadelerin bilgi verici ifadeler oldukları söylenemez. Çünkü onlar kavramda zaten ayırt edilmiş bulunan bir şeyin önermede tekrar edilmesi anlamında totolojiktirler.

Olgu sorunlarını dile getiren ifadeler ise duyu deneyimlerine dayanan, gerçekliğe ilişkin, olumsal önermelerdir. Bunlar konu edinilmiş kavramda önceden ayırt edilmiş olmayan bir şeyi ifade eden önermelerdir. Bu tür ifadelerin bilgi bakımından değeri, onların deneyimden elde edilmiş olmaları ile ilişkilidir. Onlar olgulara ilişkin ifadeler olduklarından, doğrulanma olanakları da olgular ile karşılaştırılarak sağlanır. Çelişiği olan ifadeler de kendileri kadar doğru olabildiğinden dolayı bunlar, zorunlu bir doğruluğu dile getirmezler. Olgu sorunlarını dile getiren önermeler, kesin değil fakat olası bir doğruluk taşırlar.

Hume, matematiğin ide bağıntılarını, ampirik bilimlerin olgu sorunlarını dile getiren önermelerinin bilgi bakımından meşru ya da anlamlı olduğunu, bunların dışında kalan önermelerin ise anlamsız olduğunu öne sürmektedir. Metafiziğin ifadeleri ise ne ide bağıntılarını ne de olgu sorunlarını dile getirmektedir. Bu durumda metafizik ifadelerin ne bilgi bakımından meşruluğu söz konusudur ne de bir anlam içermektedirler. Söz gelimi, metafizikçilerin sıklıkla başvurdukları töz, madde, gerçeklik gibi kavramlar Hume’un ortaya koymuş olduğu bu ampirik ölçüt açısından anlamsızdırlar. Çünkü bunlar ne duyu deneyimlerine ilişkin ifadeler ne de matematiksel kavramlardır.

Metafiziğin temel konularından birisi olan, fizik dünyanın ötesinde olduğu varsayılan nihai gerçeklik, bizim meşru bilmemizin sınırını aşmaktadır. Dolayısıyla bu alanla ilgili öne sürülen savların ne doğru ne de yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Metafiziğin kavramlarının deneyimimize konu olmak bakımından hiçbir anlamı yoktur.

İnsan bilgisinin tek meşru kaynağı izlenimlerdir. Bu durumda bir terimin anlamlı olup olmadığının soruşturulması, o terimin hangi izlenimden türetildiği sorusu dâhilinde yürütülmelidir. Eğer kullanılan terime karşılık gelecek bir izlenim verilemiyorsa, terim anlam taşımıyor demektir. Metafizik problemlere yapılacak bu türden köklü bir analiz, bunların anlamdan yoksun ve dolayısıyla çözümsüz olduklarını gösterecektir.

Özetle toparlamak gerekirse Metafiziğin felsefenin varlığın mahiyetine ilişkin sorgulamanın yapıldığı temel alan olması, Aristoteles’in felsefesinden sonra adını alması ve Hume, Kant ile beraber değişikliğe uğradığı görülmektedir. Varlığın özünü bilme uğraşısı olarak ele alındığında metafizik, fizik ötesini tanıma çabası olarak da anlaşılabilir. Görünür olan varlığın özünden bahsettiğimizde, fizik dünyanın ötesinde olan bir şeye yönelmiş oluruz. Amaç; görünür varlığın ötesindeki, nihai gerçekliğe ulaşmaktır. Burada yöntem ise görünürde olanın eleştirel bir incelemeye tabi tutulması yolu ile onun ötesinin bilgisine ulaşmaktır.

1 - 2 - 3

Temel Felsefe Kavramları

-A-

- Abelard (Aballard), Pierre
- Acıcılık
- Acosta (da Costa), Uriel
- Açık ve Seçik
- Açıklama
- Açık Toplum
- Acı
- Adalet
- Adalet ve Adaletsizlik
- Adcılık
- A Fortiori
- Afrika Felsefesi
- Ahlak
- Ahlak Öğretisi
- Akademi
- Algı
- Analitik
- Anımsama

-E-




Kaynaklar:

1- Ahmet Cevizci - Paradigma Felsefe Sözlüğü
2- Ivan Frolov - Felsefe Sözlüğü
3- Afsar Timucin - Felsefe Sozlugu
4- Bedia Akarsu - Felsefe Terimleri Sözlüğü
5- Orhan hançerlioglu - Felsefe Sözlüğü

A Fortiori

(lat. dey ). Daha güçlü nedenin varlığını göstererek daha güçsüz nedenin varlığını doğrulamaya yarayan iki önermeli usavurma. Bu usavurmaya göre belli bir durum sözkonusuysa, ona bağlı olarak daha az güçlü bir nedene dayanan bir başka durum haydi haydi sözkonusu olacaktır. (“Çocukları çok sevdiğine göre, kendi çocuklarını afortiori sever.”)

Bu tür usavurmalar ahlakta ve hukukta niceliklere dayanarak derecelendirmeler yapmaya yarar (“Babasını dövdükten sonra komşusunu a fortiori döver.”) Bu tür usavurmayla, gündelik yaşamı ilgilendiren doğrular da ortaya koyulabilir. (“Kamyonu sürdükten sonra bisikleti a fortiori sürer.”)

Adcılık

(fr. nominalisme', alm.Nominalismus; ing. nominalism). Türlerin yalnızca sözcüklerde bulunduğunu bildiren öğreti. Genel fikirlerin adlardan başka bir şey olmadığını önü süren öğreti. Kavramların varlığını yadsıyan, yalnızca tek tek şeylere karşılık olarak genel adların ya da işaretlerin bulunduğunu bildiren öğreti. Bu öğ­reti özellikle skolastik felsefeyle ilgilidir. Buna göre genel fikirler yada kavramlar sözcüklerden başka bir şey değillerdir. Türler ve cinsler gerçek varlıklar değil, usun ürünleridirler.

Daha Eskiçağ’da Kinikler okulunun kurucusu Antisthenes her İdea’nm bir gerçekliği olduğunu bildiren Platon’a “Atı gö­rüyorum ama at türünü görmüyorum” diyerek karşı çıkmıştır. XII.yüzyılda Roscelin yalnızca sözcüklerin gerçek olduğunu, tek gerçekliğin bireysel tözler olduğunu bildirdi, böylece adcılığın kurucusu oldu. XIV. yüzyılda Ockham’lı William evrenselleri usun üretimi olarak gösterdi. Bunların gerçekliği bulunmayan şeyler olduğunu söyledi. Adcılık, kavramın sözcükten ayrı bir gerçekliği olduğunu savunan kavramcılıkla karşıtlaşır.

Adalet

(yun. dikaiosyne\ lat.justitia; fr. justice', alm. Gerechtigkeit\ ing. justice). Bir toplumda birey haklarını sağlama istemi. Hakkın egemen olması durumu. Adalet herkese hak ettiğinin verilmesi dileği ve öngörüsü üzerine kurulmuştur. Bu yüzden onu hukukun amacı olarak görmek gerekir. Epikuros şöyle der: “Doğaya uygun adalet karşılıklı olarak insanların birbirlerine zarar vermelerine engel olmaya yöneltilmiş karşılıklı bir yarar sözleşmesidir.” Filozofa gö­re “Adalet hiçbir zaman kendinde varolan herhangi bir şey değildir. Ama insanların karşılıklı alışverişinde, her yerde, her zaman karşılıklı olarak birbirine zarar vermemek adına bir çeşit sözleşme vardır.”

Adalet toplumsal bir olgudur, toplumsal yükümlülükler açısından eşitlik ilkesine ya da hak eşitliği ilkesine dayanır, hatta toplumsal dü­zeyde haklar dengesine dayanır. Eski toplumlar yaşamın temel kavramlarını tanrısal açıklamalara gö­türmüşlerdir. Örneğin Yunanlılar Zeus’u adaletin simgesi olarak gö­rüyorlardı. Köylü şair Hesiodos şöyle diyordu: “Balıklar ve hayvanlar ve yırtıcı kuşlar birbirlerini yiyorlar. Ama Zeus insana adaleti verdi. Adaletin yeri Zeus’un tahtının yanındadır.” Hesiodos durmadan sevgili değiştiren tembel ve ahlaksız Zeus’u, tanrılar tanrısını, yoksulların koruyucusu olarak düşünmüştür. Aristoteles’e göre adalet duygusunun temelinde dostluk yatar; sevdiğimiz kişiler haklarını elde etsin isteriz.

M. Merleau-Ponty şöyle der: “İnsan tek başına adaletli olamaz, tek başına adaletli olduğu zaman adaletli olmaktan çı­kar.” Adalet, bireysel yükümlülükler açısından da dürüstlük ilkesine dayanır, temelindeki ruhsal etken elbette bireyin kendini koruma iç­ güdüsüdür.

La R ochefoucauld şöyle der: “İnsanların çoğunda adalet sevgisi adaletsizliğin acısını çekme korkusundan gelir.” Eşitlik ve dürüstlük kavramlarına verilen değişik anlamlara göre adalet de değişik anlamlar alacaktır. Bazı yazarlar adalet kavramını toplumsal yaşamla ilgili tüm kavramların temeline yerleştirirler. Örneğin Diderot “Tek bir erdem vardır, o da adalettir” der. Adalet kavramı ahlakla uzaktan yakından ilgili tüm kavramlar gibi özgürlük sorununa gö­türülerek tartışılır. Çünkü adaletin temelinde, “adaletsizliğin acısını çekme korkusu” biçiminde de olsa bir başka biçimde de olsa özgürlük istemi vardır. Ancak istem adaleti sağlamaya yetmez, bunun için güç gereklidir. Biaise Pascal “Güçsüz iktidar adaletsizdir, adaletsiz güç zorbadır” der. Genel olarak güçle adaleti dengede tutma eğilimi ağır basar. Joubert şöyle diyor: “Güç­süz adalet de adaletsiz güç de korkunç şeydir.” Bazı yazarlar adaleti daha bireysel bir temele, ahlakçılık ya da iyilikçilik temeline oturtmak ister. Mauriac’ın bu konuda görü­şü şudur: “Dünyada en korkunç şey iyilikseverlikten ayrı düşmüş adalettir.” Her ne olursa olsun, adalette süreklilik kaçınılmaz bir koşuldur, işte bu yüzden geç kalmış adalet adalet değildir.
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP