Kızılderililerin yaşam felsefelerine ait sözler - 1

1-İnanıyorum ki, kalplerimizi birbirimize biraz daha açarsak daha fazla kan dökülmesini, daha fazla acı çekilmesini önleyebiliriz. Kızılderilinin dünyayı nasıl gördüğünü size söyleyeceğim. Beyaz adam gördüklerini anlatmak üzere çok kelimeye sahiptir, beyaz adam çok konuşur; fakat gerçeği söylemek için çok kelime gerekmez.

Hinmaton Yaiatktt, Nez Perce Kabilesi

2-Mitaku oyasin! Biz hepimiz akrabayız!

Atasözü; Styu Kabilesi

3-Biz Batı Yarımküresi’nin yerli halkıyız. Yeıyüzünün bu yakasında onbinlerce yıldan beri yaşıyoruz. Ne zamandan beri buralarda olduğumuzu kesin olarak bilen yoktur. Ecdâdımızdan bugüne gelen rivayete göre, bizim tarihimizin başlangıcı zamanın başlangıcına kadar gider. Zamanın başlangıcında, yaradılış vaktinde halkımız yeryüzüne geldi. Öğretmenimiz yoktu, eğitmenimiz yoktu, okulumuz yoktu. Yüzümüzü kâinata çevirip baktık. Bizler tabiat üzerine çalıştık. Tabiatı kopye ettik. Bütün medeniyetimiz tabiatın verdiği dersler üzerine inşa edilmiştir. Zamanın başlangıcında bizim öğretmenimiz tabiat olmuştur. Dinimizi de o vakit bulduk.

Böylece hayat yolumuzu tabiatın rehberliği altında çizdik. Atalarımızdan devraldığıma bu sistemi hiç değiştirmeden muhafaza ettik. Taa 1492’ye kadar... O tarihten itibaren atalarımızın hukuku değişmeye başladı.

Bizi idare eden binlerce yıllık bu hukuk mükemmeldi. Bu hukukun kanun lan yazılı değildir. Bugün ülkemizin her tarafında tarihçiler, antropologlar kazı yapıyor, Batı Yarımküresi’nin tarihini araştırıyorlar. Bir tane bile hapishâne bulamadılar. Tımarhâne bulamadılar. Birçok farklı dil konuşan, farklı kabileler halinde yaşayan bunca insan, bu çeşit kuruluşlar olmaksızın nasıl idare olundu?

Sonra, o hukuk ile sürüp gelmiş idaremiz bozuldu. Hayat bizim için 1492’den önceydi.

Batı Yanmküresi'nin yerli halkı dindardı. Bir gün bize, bu dinin doğru olmadığı, bugünkü dünyada geçerli sayılmadığı söylendi. Geçerli olan dini kabul etmeye zorlandık. Aramızdan birçok insan Hıristiyan oldu, atalarının dinini terketti.

Hâlâ tabiatı seyrediyoruz. Küçükler nasıl büyüyor görüyoruz. Hâlâ binlerce yıllık kanunlarla idare olunan ördekleri, kazları görüyoruz. Hayvanar, zamanın başlangıcında kendilerine verilen kanuna boyun eğiyorlar hâlâ. Hayatin büyük kanunu zamanın başlangıcında bütün yaşayanlara verilmişti.

Bütün kâinat o kanuna hâlâ uyuyor. Ağaçlarda, meyvelerde, hiçbir zaman başarısızlık göremezsiniz. Ağaç meyveyi verece­ği mevsimi şimdiye kadar hiç şaşırmadı. Hayvanlar asla yanlış yapmadı. Nasıl yaratılmışlarsa o usûl üzre devam ediyorlar. Yaratıklar arasında insanoğluna verilen hayat kanunu nedir?

Kâinatı görüyoruz. Hayat, dairedir; başı ve sonu ölçülemeyen bir daire.


Philllp Deere, Creek Kabilesi

4- Tanrı Kızılderili ülkesini yarattı ve bir yorgan gibi yere serdi. Üzerine bizi yerleştirdi. Biz bu ülkede yaratıldık. Irmağın akmaya yeni başladığı zamandı o. Sonra Tanrı ırmakta balığı, dağda geyiği yarattı. Beyaz adamın gelişinden çok önceydi.

Menlncock, Yakıma Kabilesi

5-Bütün ateşler yanmaya başladıkları zaman aynı boydadır.

Atasözü, Seneca Kabilesi


- Kızılderililerin yaşam felsefelerine ait sözler - 2

Maurice Blondel'den alıntılarla Düşünmek Üzerine

Nurettin Topçu


"Bizden kol, kalb ve kafa isteniyor." Bunları kendi hür kişiliğimizle kullanmazsak, bizim dışımızda bize rağmen hareket edenler bizden bunları zorla alacaklardır.Kendi dileğini evrenin dileği yapmaya çalışmak, evrenin sonsuzluğa uzanan hareketlerine engel koymaktır, tabiatın hürriyetine set çekmeyi istemektir. Aksine olarak evrenin dileğini kendi dileği yapmak istemek, evrenin kalbini kendi varlığına sığdırmaya çalışmak; İşte gerçek ve hür hareket yolunda ilerleyiş bununla oluyor.

"Ağlayabilenler ne bahtiyardırlar!.." Onlar asla bedbin değillerdir. Felaket her zaman zannedildiği gibi fena değildir... Çünkü onda vehimler de ümitler de vardır. Zengin olanlar asıl sizsiniz, ey zavallı açlar ve arzusu olanlar!.. Çünkü dünya saadetlerinin hiçliğini hissedemeyerek arzularınız müthiş bir hırsla ona bağlanıyor. Halbuki tokluktan ve doluluktan, hayatın imtihanını sonuna erdirmiş olanlar onu bilirler ki ondan zevksizlikten ve yokluktan başka bir şey çıkmıyor. Servet, hırslar, muvaffakıyetler, bu da ne ? Bir çanak çirkef için iki it hırlaşıyor; kazanan bir şey bulmayacak. Bu mahrum ve ümitsiz kalanlar, yalnız kalıp ihtiyarlayanlar, basit duyularından kurtulamayarak hazlarının büyüsü içinde yaşayıp ölenler değil, bunlar en iyiler, en çok duyanlar, en çok bilenler, muzaffer hareket adamları veya ateşli beyinler, incelmiş sanatkâr ruhlardır. Bunlar, içinde doğru bir tek çizginin bulunmadığı, hatta aydınlığın bile kırıldığı bir dünyada yaşamaktan ıstırap çektiler."

Hayatın boşluğu ve hiçliği hakkındaki bu denemenin evrensel oluşu, büyük ve ergin ruhlarda da tesirini yapmakta olması, hepimizin sade kendimiz için istediklerimizin varlığı yüzündendir. Hatta bazen alemin küllî varlığına bağlanmayan, kaynağı onda aramayan cûzi ve ferdi isteklerimiz, alemşümûl ve gerçek varlığı unutturarak tatminini aramaktadır. Böyle olunca, varlığımız alemden kopuyor; yalnızlığından korkan, yine de gafletle yalnızlığını arayan egoizmin kucağına sığınıyor. Cinsiyete bağlanan aşkın ve onda aranan içi boş, meyus tesellinin şifa vermeyişi gibi, insanın yine insan oğluna karşı yaşadığı zaferlerin karanlık, ürkütücü ve bedbaht neşesi, kâinatın bütününden varlığı koparmış olmalarından ileri gelmektedir. Herkesin ve kalabalığın alkışlarından aşk ile müstağni kalanlar, kâinattan ancak kendi anlayışları ile alkış seslerini alıyor ve gerçek saadeti yaşayabiliyorlar.

Mevlana'nın mesut olduğuna herkes inanır. Ama onun saadeti nerede, ne zaman ve hangi zaferle başlamış ve ne zaman bitmiştir? Bunu kimse bilemez. Zira onun saadeti sonsuzluğun çerçevesine kazınmıştı; başlangıcı da sonu da yoktu. Çünkü o, sonsuzlukla beraber mesuttu. Sonu olan saadet, gerçek saadet olur mu? O, olsa olsa yakın bir bedbahtlığın başlangıcı olabilir.

Hareketin tarifinde son söz olarak şu prensibi kabul ediyoruz: Tam ve gerçek hareket, her defasında en iptidai bir karar ve feragatte bile, bütün aleme yayılış oradan da sonsuzluğa geçiş, sonra sonsuzluktan aldığı, kuvvet ve bütün alemden aldığı ibretle, aynı zamanda zekâ ile iradenin bütün kuvvetlerini kullanarak, tekrar kendi ferdi alemimize dönüş ve bu noktadan alemle temastır.

Böyle olmayan hareketler kısırdır, ölü doğmuş hareketlerdir, gerçekten hareket olamamış verimsiz denemelerdir.

Düşünceye gelince o da bir harekettir. Hareketlerimizin içselleşmesi ve iç yaşayışımızın sonsuzluğuna sığınması halidir. Filhakika düşünce, gerçek ve olgunlaşmış bir harekettir; bütün hareketlerimizin başlangıcı ve sonudur. Hareket her zaman onunla başlamasa bile onunla nihayetlenir. Bir hareket ağacında binlerce düşünce çiçekleniyor. Hareketin bu çiçeklerini toplamak hususunda, kendimizi hareket karşısında olduğumuzdan daha hür hissederiz. Hakikatte hareketlerimizi saran zaruretler, düşüncelerimizi de çevrelemiştir. Daima hakikati, hareketlerimizin yaptığı seçimin açısında ararız. Yani kendi hakikatimizi müthiş bir egoizm ile kendimiz tayin eder, sonra elimizi aleme açarak doğru düşündüğümüzü ispat edici delilleri alemden dileniriz ve böylelikle davranmada oluşumuzun asla farkında olmayarak fikirler, haklar, hakikatler savunuruz. Varlığımızı esir ederek arkasından sürükleyen zavallı ihtiraslarımızı göremeyiz de fezada muhteşem bir uçuş veya şahane bir yarış yaptığımızı iddia ederiz.

Alemin bütününe bağlanmayan bu tarzda düşünüş,varlığın ifadesi olan düşünüş değildir. Gerçek düşünüş, varlığımızın her adımda karşılaştığı muammaları kâinatın bütününe sorarak, oradan da sonsuzluğa duyurarak onlardan cevabını almaktır. Bu manada gerçek düşünce , varlıktan ayrılmıyor. Zira varlık, düşünce olmasa var olmayacaktı. O bir tasavvurdur, yani düşüncedir ve var olmak düşünmek demektir.

İnsana Bir Yaklaşım

Ernst CASSİRER

İnsan dünyası, apaçık bir şekilde tüm başka organizmaların yaşamını yöneten o dirimbilimsel kurallar için hiçbir ayrıcalık tanımaz. Buna karşılık insan dünyasında insan yaşaminın ayırıcı göstergesi olarak görünen yeni bir özellik buluruz: İnsanın işlevsel çevresi yalnız nicelik bakımından genişlemekle kalmaz aynı zamanda niteliksel bir değişmeye de uğrar. İnsan kendisini çevreye uydurmak için yeni bir yöntem bulmuştur. Hayvan türleri arasında rastlanan alıcı ve etkileyici dizgeler yanında, insan- da simgesel dizge olarak betimleyebileceğimiz bir üçüncü halka buluyo- ruz. Bu yeni halka, insan ya?amının tümünü değiştirir. Öteki hayvanlarla karşılaştırıldıkta insan yalnız daha geniş bir gerçeklik içinde değil, gerçekliğini yeni bir boyutu içinde yaşar. Organik tepkilerle insan yanıtları arasında yanlış anlamaya yer vermeyen bir ayrım vardır. Organik tepkide bir dış uyarıcıya doğrudan doğruya ve hemen yanıt verilir; ikinci durumda ise yanıt geciktirilir. Yavaş ve karmaşık bir düşünce süreci yanıtı kesintiye uğratıp geciktirir. Böylesine bir gecikme ilk bakışta kuşku götürür bir kazanç gibi görünebilir. Filozofların çoğu bizi bu sözde gelişmeye karşı uyarırlar. Rousseau, -L'homme qui medite, est un animal deprave- diyor. Yani, organik yaşamın sınırlarını aşmak insan doğası" nın gelişmesi değil, yozlaşmasıdır.

Ama, doğal düzenin bu tersine dönüşü için bir çare de yoktur. İnsan, kendi başarılarından kaçamaz. Kendi yaşamının koşullarını benimsemekten başka bir şey yapamaz. İnsan artık yalnız bir fiziksel evrende değil, bir simgesel evrende de yaşamaktadır. Dil, söylence (mitos), sanat ve din bu evrenin parçalarıdırlar. Onlar simgesel ağı dokuyan değişik iplikler, insan yaşantısının karmaşık dokularıdır. İnsanın düşünce ve deney alanındaki tüm ilerlemesi bu ağı arındırır ve güçlendirir.

Artık insan, gerçeklikle hemen karşı karşıya gelemez. Onunla eskiden olduğu gibi yüz yüze kalamaz. İnsanın simgesel etkinliği geliştikçe fiziksel gerçeklik bu gelişmeye oranla art alanda kalır gibi görünür. İnsan, nesnelerin kendileriyle uğraşacak yerde, bir anlamda sürekli olarak kendi kendisiyle konuşmaktadır. Kendisini dilsel biçimler, sanatsal imgeler, söylencebilimsel simgeler veya dinsel törenler içine öylesine kapamıştır ki bu yapay ortam araya girmeden hiçbir şeyi görüp bilemez. Durumu kuramsal alanda da eylemsel alandakinin aynıdır. İnsan eylemsel alanda bile katı bir olgular dünyası içinde veya doğrudan doğruya gereksinme ve isteklerine göre yaşayamaz. Tersine imgesel duyguların, umut ve korkuların, yanılgı ve yanılsamalârın, kuruntu ve düşlerin ortasında yaşar. Epiktetos, insanı rahatsız edip korkutan nesneler değil, onun nesnelere ilişkin sanı ve kuruntularıdır demişti.

Klasik insan tanımını şu anda varmış olduğumuz görüş açısına dayanarak genişletip düzeltebiliriz. Modern usdışıcılığın (irrasyonalizm) tüm çabalarına karşın, insanın düşünen hayvan -animal rationale- olarak tanımı gücünü yitirmemiştir. Gerçekten 'de düşünme tüm insan etkinliklerinin doğasında bulunan bir özelliktir. Söylencebilim (mitoloji) bile yalnızca boş-inanların, büyük kuruntuların kaba bir birikimi sayılamaz. Dizgesel veya kavramsal bir biçime sahip olduğu için, karmakarışık (kaotik) olduğunu da söyleyemeyiz: Ama, yine de_ söylencenin yapısını ussal olarak belirlemek olanak dışıdır. Dil, çok kez usla veya usun asıl kaynağı ile özdeşleştirilmiştir. Ama, bu tanımın tüm dilsel alanı kapsamayacağı kolayca görülür. 0, bir pars pro toto''dur; yani, bize tümün yalnız bir parçasını verir. Çünkü, kavramsal dilin hemen yanında bir de duygusal dil vardır. Mantıksal ya da bilimsel dilin yanısıra poetik imgelemin dilinden de sözederiz. Dil,-öncelikle düşünceleri ya dâ düşünleri'değil, duyguları ve duygulanımları dışlaştırır. Kant'ın tasarımlayıp işlediği şekilde «salt usun sınırları içinde kalan bir din de yalnızca bir soyutlamadan başka bir şey değildir. Böyle bir din; gerçek ve somut bir dinsel yaşamın yalnızca bir gölgesi olup bize böyle bir dinsel yaşamın ideal biçimini göşterir. İnsanı ussal hayvan -animal rationale- olarak tanımlayan büyük düşünürler ne deneyciydiler ne de insan doğasının deneysel bir değerlendirmesini yapmak istiyorlardı. Onlar, bu tanımla daha çok temel bir ahlaksal buyruğu dile getiriyorlardı. Us, insanın kültürel yaşam biçimlerini tüm zenginlik ve çeşitlilikleri içinde kavrayabilmemize elverişli bir terim değildir. Bu nedenle, insanı ussal hayvan olarak tanımla- mak yerine simgeleştiren hayvan -animal symbolicum- diye tanımlamalıyız. Ancak bu şekilde onun ayırıcı özelliğini belirtebilir ve insana açılan yeni yolu, uygarlık yolunu anlayabiliriz.


Kaynak: İNSAN ÜSTÜNE BİR DENEME

Filozofça Düşünceler - 2

Denis Diderot

VII

Korkunç sesler! Çığlıklar! İniltiler! Bütün bu inleyen cesetleri kim kapattı bu zindanlara? Bütün bu zavallıların suçu ne? Kimisi taşlarla bağrını dövüyor, kimisi demir çengellerle vücudunu paralıyor, hepsinin gözünde keder, ıstırap ve ölüm okunuyor. Kim onları bu acılara mahkûm etti?.. Günah işledikleri için Tanrı... Tanrı dedikleri nedir? İyilik timsali bir Tanrı... İyilik timsali bir Tanrı gözyaşlarıyla yıkanmakta zevk bulabilir mi? Duyulan büyük korku onun rahmetine küfür sayılmaz mı? Suçlular bir zorbanın öfkesini yatıştırabilselerdi daha ne isterlerdi?

VIII

öyle insanlar vardır ki, onlar için Tanrı’dan korkarlar dememeli de, Tanrı’yı korku şeklinde bilirler demelidir.

IX

Bana Yüce Varlık diye tanıtılan şeyin görünüşü­ne, öfkeye düşkünlüğüne, öç alışının şiddetine, batırdığı kimselerin elinden tuttuğu kimselere oranı bakı­mından yapılacak karşılaştırmalara bakarak, en doğru kişi bile onun varolmadığı sonucunu çıkarabilir. İnsanlar, öte dünyada korkacak hiç bir şey olmadığına inanabilseydiler, bu dünyada daha rahat olurlardı: Tanrı yoktur düşüncesi hiç kim seyi korkutmaz, ama ya dedikleri gibi birisi varsa, düşüncesi insanı korkutur.

X

Tanrı'yı ne çok iyi olarak düşünmeli, ne de kötü. Adalet, rahmetle lânetin orta yerindedir, nasıl ki, bitmiş acılar ceza görmemekle sonsuz cehennem işkencesi arasındadır.

XI

Tutkulara bağlılıktan doğan karanlık düşüncelerin, uygulamadan çok beğeni konusu olduğunu biliyorum . Tanrı’yı daha çok sevmek için kendi kendinden kıyasıya nefret etmek ve dindar olmak için umutsuzluk içinde yaşamak gerektiğini anlayamayanlar som sofulardır. Onların sofuluğu neşeli, bilgeliği insancıldır. Peki ama aynı mihrabın dibinde secdeye varan insanlar arasındaki bu duygu ayrılığı nereden doğuyor? Dindarlık bu kötü tabiat (huy) kanununa uymak zorunda mıdır? Ne yazık! Ondan nasıl sakınmalı? Onun etkisi aynı sofu kişide bile apaçık farkedilir: Bir sofu heran için karşısında bir öc alıcı veya bağışlayıcı Tanrı, bir cennet veya cehennem görmek­te, ya korku ile titremekte, ya da sevgiyle yanıp tutuşmaktadır. Titreten ve ter döktüren nöbetleri ile sanki bir sıtmadır bu.

Estetik, beğeni yargılarının incelenmesi midir?

Fransız estetikçisi Etienne Souriau, estetiği nesnesiyle belirleyen bu tanımı epistemolojik olarak diğer tanımlardan daha gelişmiş, daha işlenmiş bulur; başlangıcı bakımından Kant’a kadar uzandığı halde, epistemolojik kolaylıkları ve normatif bilimlerle koşutluk (paralellik) gibi bir yöntemsel durumu yeğ tutmasıyla uzun süre canlı kaldığını söyler.

Estetik olgunun, beğeni yargısıyla tanımlanması, mantıkın, törebilimin ve estetiğin temel sorunlarını birbirine benzer bir tarzda düzenlemekte titizlik gösteren filozoflarca uzun süre üstün tutulmuştur. örneğin, Fransız Felsefe Derneğince geliştirilmiş Eleştirel ve Teknik Felsefe Sözlüğünde estetik şöyle tanımlanmaktadır: «Güzel ile Çirkin arasında bir ayrım yapmak üzere uygulanan değerlendirme yargılarını konu alan bilim dalı.» Aynı yapıtta mantık da şöyle tanımlanmıştır: «Doğru ile Yanlış arasında bir ayrım yapmak üzere uygulanan değerlendirme yargılarını konu alan bllim dalı.»

Bu mantıksal üstünlüğüne karşın, ya da belki de bu çok fazla mantıklı hava yüzünden bu tür bir estetik kavramı pek tutulur olmayacaktı bugün. Fakat laboratuvar yöntemleriyle çalışma yönünden elverişli oluşu, bu kuramın, deneysel estetikçiler tarafından canlı tutulması sonucunu vermiştir. Sorunu daha iyi koyabilmek için deneysel estetiğin ne olduğuna kısaca bir göz atalım. Estetik olguyu, kendine özgü bir tarzda inceleyen deneysel estetik (tıpkı deneysel ruhbilim gibi) çoğu kez zımnî kurgusal(speculatif) konutlar (postulat) koyarak işe girişir. örneğin, estetiği beğeni yargısıyla tanımlama gibi. Bütün diğer tanımlar arasında bu tanıma tanınan ayrıcalık nereden geliyor?

Gerçekten etkili olmaktan çok, alışılmış birtakım deneysel yargılar vermek bakımından çok kolay yollar sağlamasından tabii. örneğin, deneye katılan kişilere «uyartılar» görevini görecek bazı sanat yapıtlarının kartpostallarını ya da ufak müzik kayıtları vermek ve onlardan bu resimleri ya da müzik parçalarını «tercih sırası­na göre» sıralamalarını istemek çok rahattır. Birtakım sayısal sonuçlar elde edildikten sonra işler kolaylaşmış demektir artık; geriye, elde edilen bu sonuçları yerleşik teknik reçetelere göre matematiksel olarak kullanmak kalır. Ve böylece estetik olgunun incelendiği sanılır.

Souriau, deneysel estetiği şu yönlerden eleştirir, yetersiz bulur:

1) Deneyde kullanılan nesnenin özelliğine göre, sağ­lanan yargının özelliğini tanımlamak: örneğin bir resim üzerinde yapılan bir deneyin mutlaka estetik bir yargı sağlayacağını söylemek olanaksız, hatta saçmadır!

2) Bazı kimseler (örneğin, tablo kopyaları karşısında çocuklar, ustaların tabloları karşısında işçiler ya da kültürsüz burjuvalar, kendilerininkine yabancı bir kültürün verileri karşısında başka kültürden insanlar: Mozart'ın bir sonatını dinlerken Japonlar, ya da Nö'nun müziğini dinlerken Avrupalılar) estetik duyarlığın bu tür uyarımına karşı kesin olarak karşılık vermeyebilirler; oysa, başka uyartılar karşısında, örneğin çocuğun karşısına bilyeler ya da kalem kutuları koysanız; işçiyi, burjuvayı otomobillerin, uçakların önüne götürseniz; Japonlara, Avrupalılara yetiştikleri müziği dinletseniz çok canlı ve ince bir duyarlık gösterebilirlerdi.

3) Uyartı, herhangi bir estetik duyarlık uyandıramadığı durumlarda, bir tercih yapması istenen deney kişisi, bu duyarlığa yabancı nedenlerle, örneğin bir tablo karşısında, işlenen konuya, anlatılan olayın duygusallığına göre karar verecektir.

Ayrıca şunu önemle belirtelim: beğeni yargısı çok ince ve hatta deneysel olarak çok doğru, çok kalıcı olabilir. Ama sonunda küçücük bir olaydan başka bir şey değildir. Pratik laboratuvar koşulları içinde, küçücük posta kartları ile, müzik parçacıkları ile, bir konserde ya da bir tiyatroda büyük bir sanatçının bir sanat yapıtı üzerinde yaptığı yorumun uyandıracağı coşku gibi kolektif olabilecek yoğun estetik olgular meydana getirmek olanaksızdır.

Bir gün bir yerde aniden insanın karşısına çıkan çarpıcı bir doğa görünümünün bütün ömürce unutulamaması...

Kimi zaman bir şiir okurken, bir müzik dinlerken gözyaşlarını tutamaması insanın... Okuduğu bir romanın, gördüğü bir filmin, bir oyunun yeni yetişmekte olan bir delikanlının bütün yaşamını ve dünya görüşünü etkilemesi... Bütün bu olayların, laboratuvar deneylerinin perspektifi dışında olması bir yana, onları bir beğeni yargısı çalışmasına indirgemek olanaksız ve saçmadır.

Çocuğunun boğulmak ya da bir araba altında ezilmek üzere olduğunu gören bir annenin o anda attığı korkunç çığlığın temelde bir değerlendirme yargısı: çocuğunun ya­şamasını ölümüne tercih ettiğinin bir bildirisi olduğunu kabul etmek için insanın soyut mantık yobazı olması gerekir.

Bu çığlıkta elbette bütün diğerleriyle birlikte böyle bir yargının da payı vardır, ama böyle bir çığlık atan insan varlığı gibi canlı bir evrenin tüm sarsılışını bu yargı eylemine bağlamak saçmadır. Başka bir söyleyişle, çoğu zaman farkında olmaksızın yalnızca göz önüne aldığı olgular arasında bir seçme yapmakla yetinen deneysel yöntem, elektriği ancak küçük gerilimler için yeterli voltmetre ya da amper metrelerle inceleyip, daha büyük elektrik olaylarıyla karşı­laşacağını hesaba katmayan bir fizikçinin eylemine benzer.

Deneysel estetiği tümüyle yadsımaksızın, böyle küçük voltajlara göre ayarlanmış aletlerle yaptığı deneylerle tüm estetik olgu alanını tanımlamaktan sakınması gerektiğini de söylemek gerekir. Estetik olgunun doğru İnsanî boyutlarını bize ancak büyük estetik' olayların verebileceğini göz"Or'tünden uzak tutmamalıdır. _ özellikle, sanatçının yaratıcı emeğinde, çalışmasında yalnızca onun değerlendirme yargılarını incelemek, bu çalışmadaki gerçekten dinamik şeyleri: ortaya çıkardığı tinsel gücü, yaratmak istediği şeye doğru atılımını, yapıtın ilerleyişini ve oluşumunu gözden kaçırmak olurdu.

Bütün bu nedenlerle, estetiği beğeni yargılarının bilimi diye tanımlamanın, çağdaş düşünceyi doyurmadığını görü­rüz - estetiği güzel'in bilimi diye tanımlayan düşünce sistemine yapılan itirazlar burada da geçerlidir. Aslında «be­ğeni yargılarının bilimi» kuramı, «güzel'in bilimi» kuramı­nın itirazlara karşı bilgiççe gizlenmiş, elden geçirilmiş, dü­zeltilmiş şeklinden başka bir şey değildir.

Walter Benjamin : Bir “ecce homo”

Michael Löwy

Walter Benjamin’in düşünce tarzı eşsizdir ve kolay kolay bir sınıfa sokulamaz; ancak yüzyılın başındaki Mittel-Europa’nın (Orta Avrupa) kültürel atmosferiyle ve bu dönemin Almanca konuşan Yahudi entelektüelleri arasındaki bazı dinsel-siyasal dip akımlarıyla ilişkilendirilirse daha iyi anlaşılabilir ve açıklanabilir. “İlerleme” ve modern Zivilitsaition’un (uygarlık) ahlaki ve toplumsal bir eleştirisi olarak neo-romantizm on dokuzuncu yüzyılın sonundan faşizmin yükselişine kadar Alman entelijansiyasının başat eğilimi oldu. O dönemde ülkenin bütün kadim değer ve inançlarını çözerek yerlerine meta üretiminin soğuk ve akılcı hesaplamalarını geçirmekle tehdit eden; zorlayıcı vahşi ve hızlı sanayileşme sürecine yönelik bir tepkiydi bu esas olarak. Almanca konuşan çeşitli yazar ve felsefeciler bu dünya görüşünün cazibesine kapıldılar ve (bir gönül yakınlığı içinde) Yahudi mesiyanizminin ve devrimci (liberter) ütopyanın romantik bir versiyonunu geliştirdiler… Walter Benjamin… bu neo-romantik Yahudi-Alman kültürünü bölen, Yahudi teolojisi ve Marxist materyalizm, asimilasyon ve Siyonizm, komünizm ve anarşizm, tutucu romantizm ve nihilist devrim, mistik mesiyanizm ve dünyasal ütopya gibi bütün çelişkileri, gerilimleri ve karşıtlıkları kendi hayatında ve düşüncesinde yoğunlaştırdığı için bu örüntüyle ilişkilidir.

…“Şekilsiz” ilerleme fikrine karşı, Fransız devrimi ve mesiyanik krallık gibi ütopyacı imgelerin eleştirel gücünü yüceltir; toplumun gerçek sorunları teknoloji ve bilim sorunları değil; Platon, Spinoza, romantikler ve Nietzsche’nin ortaya attığı metafizik sorunlardır.

…”J. Ardor” takma adını kullandığı ilk yayınlarından birinde, “Romantik” başlıklı yazıda Benjamin, okulda öğretilen “sahte romantizm”i eleştirir ve “güzelliğe duyulan romantik istek, gerçekliğe duyulan romantik istek, eyleme duyulan romantik istek”in modern kültürün yenilmez kazanımları olduğunu vurgulayarak “yeni romantizm”in doğuşuna çağrı çıkarır. Gene 1913’te, bir diyalog biçiminde yazılan, pek dikkati çekmeyen; ama büyük önem taşıyan bir denemede (Günümüzün dinselliği üzerine diyalog), “Hepimiz romantizmin keşiflerine derin bir biçimde batmış halde yaşıyoruz” ve “’doğalın karanlık yanı’ üzerine en güçlü içgörüler için romantizme teşekkür etmeliyiz”, diye yazar. İnsanların çalışan makinelere indirgenmesini ve bütün işin tekniğe dönüştürülerek değersizleştirilmesini sert bir biçimde eleştirerek, ilerleme ve evrim yanılsamalarına karşı, yeni bir dinin (peygamberleri Tolstoy, Nietzsche ve Stirndberg –yani modern uygarlığın kültürel eleştirmenleri- olacaktı) ve bilinenden çok farklı, yeni bir “sahici” sosyalizmin gerekli olduğunu ısrarla belirtir.

…Bin dokuz yüz otuzlarda, tarihsel materyalizmi giderek daha çok kavramasıyla birlikte Benjamin’in romantizme yapığı göndermelerin seyrekleşmeye başladığı doğrudur; ancak romantik dünya görüşünün bazı temel unsurları, dinsel ve felsefi-siyasal fikirlerinde kimyasal olarak arıtılır. Yazılarında romantizmle ilgili son tartışmalarının biri, Albert Beguin’in 1939 tarihli Le romantisme et les reves’i üzerine bir incelemedir. Benjamin yazarın, romantizmi toplumsal ve endüstriyel gelişmeye bir tepki olarak anlayamadığını öne sürer ve bu aydınlatıcı içgörüyle şu sonuca varır: “Romantizmin düş yaşamına başvurması bir acil durum sinyaliydi; ruhu, kendi anayurduna götüren yoldan çok, bu yolu tıkamış olan engellere işaret ediyordu.”

…Benjamin’in toplumsal görüşleri romantik anti-kapitalizme ve bu yaklaşımın onarımcı özlemlerine en yakın kişilerden: liberter , anarşist ya da anarko-sendikalist düşünürlerden; Georges Sorel ve Gustav Landauer’den etkilenmiştir. Ancak onun düşüncesi terimin olağan anlamıyla siyasal olmaktan uzaktır. Paradoksal olarak, Benjamin’in ne Rus Ekim Devrimi’nin ne de 1918-19 Alman Devrimi’nin cazibesine kapıldığı görülür. O günlerde Scholem’le yaptığı tartışmalarda, yeni Sovyet iktidarını bir tür “yoksul diktatörlüğü” olarak gören arkadaşından daha ketumdur. Her ikisi de Rus “nihilistleri”nin –Bolşeviklerden çok anarşist fikirlere daha yakın olduklarını düşünüyorlardı- varisleri olan Sosyalist Devrimcilere (SR) daha çok sempati duyuyorlardı. Scholem 1919’da ortak anlayışlarını “teokratik anarşizm” olarak betimlerdi. Buradaki “teokratik” terimi siyasal anlamda olmaktan çok saf anlamda dinsel bir anlam taşır. O sırada kendisini çok iyi tanıyan Werner Craft’a göre Benjamin’in anarşizmi belirli bir “sembolik” nitelik taşıyordu: ne sol ne de sağdaydı, “başka bir yerde”ydi.

…Benjamin’in liberter-devrimci görüşlerini tam olarak ifade ettiği ilk örneklerden biri, Sorel’in Reflections of Violence’ından (Şiddet üzerine düşünceler) esinlenerek şiddet üzerine yazdığı denemeydi. Polis (“şiddetin olabilecek en yozlaşmış biçimi”) ya da parlamento (“sefil temsil”) gibi devlet kurumlarından küçümseyerek söz ederken, anarko-sendikalistlerle Bolşeviklerin (oldukça açıklayıcı bir bileşim) “tahrip edici” anti-parlamenter eleştirisi kadar, proleteryanın genel grevi “yegane görevi devletin şiddetini tahrip etmek”ten ibaret bir eylem olarak gören Sorelci düşünceyi över. Açıkça anarşist olarak betimlediği bu anlayış, “felaketli sonuçlar”a götürse de, Benjamin’e “derin, ahlaki ve özgün biçimde devrimci” görünür.

…1915’te yoksulluk içinde ve bilinmeyen koşullarda ölen Paul Scherbart’ın eserini Benjamin 1917’de Scholem’in dostluğu sayesinde keşfetti. Tuhaf ve fantastik bir ütopyacı, adeta Cyrano de Bergerac ile Swift’in çağdaş bir türevi olan Scherbart’ın genellikle neo-romantik bir yazar olduğu düşünülür…Doğrudan siyasal nitelikte hiçbir şey yayımlamamış olsa da, anarşist şair Erich Müsham’ın –Gustav Landauer’in üye olduğu Neue Gemeinschaft hareketiyle bağlantılıydı- arkadaşıydı ve emperyalizme, ulusalcılığa, militarizme ve devlet kurumuna duyduğu düşmanlık nedeniyle anarşizme yakındı. “Yıldızlarla ilgili ütopya”sı, Lasebondia’da (1913) “Palas” gezegenini betimler. Burada yaşayanlar hiçbir yasa, siyasal yapı, yönetim, devlet yada özel mülkiyetin olmadığı, karşılıklı yardım ve gönüllü ortak etkinlikle birbirine bağlı bir toplum yaratmışlardır. Romanın ana teması gizemli bir göksel cisme doğru uzanan dev bir kulenin inşa edilmesidir. Mimari tekniğin yazar için önemli olduğu görülür; ama son çözümlemede kule, yıldızlarla ilgili dinsel bir arzuya, bir “kozmoteizm ”e hizmet eden bir araçtır. Yüce amaç “Ulu Varlık”a ve kuleye atfedilen öncü karakterde “öteki yıldızlarda din olarak tasarlanan şey”e “itaat etmek”tir. 1918-19’da, Benjamin Lesabendio üzerine ilk kısa eleştirisini yazdı. Benjamin kitabın ana motifini “Ulu Varlık’ın manevi düzeni” ve “teknoloji karşısında manevi galibiyet” ile “ütopyanın tamamlanması” olarak sundu.

…Komünizm ile anarşizmi birleştirme ya da eklemleme girişimi Benjamin’in gerçeküstücülük üstüne ünlü denemesinin (1929) ana motifini oluşturur. Kendisinden “anarşist cephe ile devrimci disiplin arasındaki en korunmasız konumda” (“Alman gözlemci”) diye söz eden Benjamin, gerçeküstücülüğü liberter geleneğin en dikkate değer varisi olarak yüceltir: “Bakunin’den beri Avrupa’da hiçbir radikal özgürlük anlayışı olmamıştır. Gerçeküstücülerde böyle bir anlayış vardır.”…Benjamin, Breton’un “devrimci nihilizmi”ni över ve gerçeküstücü şairin Najda’da, isyanın Paris günlerini anarşist martirler Sacco ve Vanzetti’yle dayanışma içinde selamladığı bölüme dikkat çeker. Devrimin “metodolojik ve disiplinli hazırlanışı” (yani komünizm) pahasına devrimin “anarşist bileşeni” üzerinde ısrar etmenin taşıdığı tehlikenin Benjamin’in ilgisini çektiği doğrudur.

…Cennete ulaşan yeni Babil Kulesi figürü, fırtınanın ürettiği “göğe doğru yükselen enkaz yığını”dır. Bu fırtına “ilerleme dediğimiz şey”den başka bir şey değildir… “İlerleme”ye duyulan bu temel ve esas güvensizliği, diyalektik One-Way Street (Tek Yönlü Yol -1928) imgesinde buluruz. Burada, anti-burjuva devrim, “ekonomik ve teknolojik devrimin neredeyse hesaplanabilir belirli bir noktasında,” yani iki bin yıllık insan kültürüne son verecek patlamadan önce, yanan fitili dinamite ulaşmadan kesme eylemi olarak gösterilir. Aynısı Storyteller (Öykü anlatıcısı, 1936) başlıklı denemede de gösterilir. Burada Leskov, “ekonomik ilerlemin yetersizliğini gösteren” ilk insanlardan biri ve insan ile doğa arasındaki kaybedilmiş o altın uyum çağına inancını sürdüren öykü anlatıcısı protipi olarak selamlanır (Tolstoy’dan yapılan bir alıntı ile).

…Benjamin bilim ve teknolojiyi ne küçümsedi ne de “insanın yetenek ve bilgisinde ilerlemeler” olduğunu inkar etti (Tezler’de üstü kapalı biçimde belirttiği gibi) Tutku ve inatla reddettiği şey; tek başına teknolojik gelişmenin insanlığın toplumsal ve ahlaki durumunu iyileştireceği; ve sosyalistlerin özgürleşmiş bir toplum kurmak için yapacakları tek şeyin karşı konulmaz maddi ilerleme hareketini izlemekten ibaret olduğu şeklindeki ölümcül derecede tehlikeli mitti. Kapitalizmde varolan biçimiyle teknolojik ilerlemenin, devrimci bir kesinti olmadıkça insanlığın geleceğini tehdit edeceğini kesinlikle fark ediyordu. Ayrıca, giderek kapitalist endüstriyel “ilerleme”nin önemli ölçüde toplumsal “gerileme”ye yol açtığını ve insan hayatını tam da kayıp cennetin karşıtı, yani kendi cehennemi haline getirdiği kanaatine vardı. Zentralpark’da (1938) Benjamin şu görüşü öne sürdü: “İlerleme kavramı felaket fikrini temel almaktadır. İşlerin ‘bu şekilde devam etmesi’ felakettir…Strindberg’in düşüncesi: cehennem yakında gerçekleşecek bir şey değildir; o, şimdiki hayatın ta kendisidir.”

…Felaket tarihin sürekliliğidir…Ezilenlerin bakış açısından, geçmiş bitimsiz bir felaketli yenilgiler dizisinden başka bir şey değildir. Spartakus, Thomas Münzer, Haziran 1848, Paris Komünü, 1919 Alman Spartakist ayaklanması (bunlar Benjamin’in yazılarında sık sık görülen örneklerdir): “bu düşman galip gelmeye devam etmektedir.” (6.Tez)

…Benjamin için geleceğin sınıfsız toplumu (yani cennet) tarih öncesinin sınıfsız toplumuna saf ve basit bir dönüş değildir: Diyalektik bir sentez olarak kendi içinde insanlığın bütün geçmişini taşır. İstisnasız bütün kurbanların evrensel hatırlanışını –ölülerin dirilmesinin dünyasal karşılığı- temel alan gerçek evrensel tarih ancak geleceğin sınıfsız toplumunda mümkün olacaktır. Irving Wohlfarth’ın “Walter Benjamin’in Son Düşüncelerinde Mesiyanik Yapı” üzerine dikkate değer makalesinde yazdığı gibi, buradan söz konusu olan bir çemberden çok bir “spiral”dir; çünkü mesiyanik gelecek bütün geçmiş tarihin Aufhebung ’udur. (Hegelci anlamda)

Kaynak: Dünyayı değiştirmek üzerine-Karl Marx’tan Walter Benjamin’e siyaset felsefesi denemeleri

Osmanlıda Pozitivizmin ve Materyalizmin Yaygınlaşması

Saint Simon’un esaslarını ortaya koyduğu Auguste Comte’un sistemleştirdiği pozitivizm, günümüze kadar her alanda etkili olmuş bir felsefedir.[1] Pozitivizm, geniş anlamıyla araştırmalarını olgulara, gerçeklere dayayan fizikötesi açıklamaları kuramsal olarak olanaksız, pratik olarak yararsız gören felsefe anlayışıdır.[2] Saint-Simon, pozitivizme giden yolu açarken, pozitivizmin esas kurucusu A. Comte kendi dile getirdiği adla ‘bilimsel dünya görüşü”nü savunur. Comte’a göre, insan soyunun entelektüel gelişim tarihi ‘teolojik’ ve ‘metafizik’ evreden sonra deneysel bilimlerin ortaya koymuş oldukları bilme imkânları dahilinde artık son evresi olan ‘pozitif’ evreye ulaşmıştır.[3]

Bu felsefenin tüm dünya da olduğu gibi Osmanlı devletinin aydınlarının etkilemiştir. Çünkü Osmanlı aydınları hem Avrupa’yı geziyorlar ve Avrupa da yaşanan gelişmeleri, değişmeleri görüyor ayrıca okudukları kitaplarla da kendi ülkelerinin tespitini ortaya koymaya çalışıyorlar.Daha Tanzimat’tan önce müspet bilim, bir kısım aydınlar arasında bir kült haline gelmişti.[4]

XIX. yüzyıl Batı felsefesi içinde iki karşıt akım olarak gelişen Fransız pozitivizmi ile Alman idealizmi karşısında Osmanlı aydını, seçimini ilkinden yana yaptı. Osmanlı reformcularının Fransız modelini örnek almaları, iki ülke arasındaki somut ilişkilerin dolaylı bir sonucuydu. [5]

Pozitivizmin Osmanlıya girişi doğrudan felsefi kanalla olmamıştır edebiyat akımları, o devirdeki okullara konan pozitif bilim dersleri, doğrudan Fransızca tedrisat yapan okullar, Avrupa ya gönderilen öğrenciler, eğitim kurumlarımıza gelen uzmanlar ve bazı dernekler aracılığıyla gerçekleşmiştir.[7]

Çevirilerin de önemli bir yeri olduğu yadsınmamalıdır. [8]

Pozitif bilim anlayışının Şinasi'nin başlattığı epistomolojik kopuşun ardından pozitivizm adıyla Osmanlı kültür yaşamına katıldığı ve Osmanlı modernleşmesindeki yerini aldığı, bunun da başlangıcını Şinasi'nin temsil ettiği söylenebilir.[9]

Osmanlı materyalizmi, pozitivist temellerin üzerine kurulmuştur. [10] Materyalizm, Osmanlı kültür yaşamına ilk defa 1880'li yıllarda girmiş ve gelişiminin ilk evresini II. Meşrutiyet'in ilanıyla tamamlamıştır. Modern eğitim kurumlarının öğretime XIX. yüzyılda başlaması, "Mekteb-i Tıbbiye"nin kurulması ve bu dönem Osmanlı aydınlarının fizyoloji, zooloji, anatomi bilgilerini bu okullardan alması, yabancı hocaların da eğitici kadrolarda bulunması, materyalizmin gelişmesini sağlamıştır. Beşir Fuad, Osmanlı materyalizminin öncülüğünü yapmıştır.[11]

Mühendishane, Harbiye ye Tıbbiye gibi yüksekokullar Tanzimat döneminde Batılılaşma cereyanından geniş ölçüde etkilenmişlerdir.[12]Fransızların büyük destek ve yardımlarıyla açılan Mekteb-i Tıbbiye, Abdullah Cevdet, Beşir' Fuad ve Rıza Teyfik gibi pozitivist ve natüralist kimseleri yetiştirmiştir. Mekteb-i Tıbbiyenin bu özelliği kazanmasının sebebi, bu okula Fransız kitapları ve eğitimcileri getirilip, Osmanlı eğitim anlayışından uzaklaştırılarak Fransız eğitimine uygun eğitim yapılmasıdır.[13]

1847'de Tıbbiyeyi ziyaret eden ve müşahedelerini hayretle anlatan Mac. Farlane,[14] Fransız devrimini hazırlayan materyalist filozofların hemen tüm kitaplarının burada okunduğunu görmekle hayrette kalır. Fakültenin kitaplığı hakkında “çoktan beri bu kadar düpedüz materyalizm kitaplarını toplayan bir koleksiyon görmemiştim” der. “Genç bir Türk oturmuş dinsizliğin el kitabı olan Systeme de la Natureu okuyordu. Baron d’Holbech’in ünlü eseri, bir başka öğrenci Diderot’un Jackues le Fatalistein’den, Le Compere Mathieu’den parçalar okuyarak marifetini gösteriyordu” diyerek devam eder. Mac Farlane davet edildiği bir toplantıda gördüklerini şöyle anlatır: “Doktorlara ve Türk asistanlara ayrılan mükemmel döşenmiş bir salona davet edilmiştim. Kanepenin üzerinde bir kitap vardı. Alıp baktım. Bu da Baron D’Holbachın dinsizlik kitabı olan System de la Nature’un en son Paris baskısı idi. Kitabın çok okunmakta olduğunu sayfalarından birçok parçalarının işaretlenmiş olmasından anladım. Bu parçalar özellikle Tanrı’nın varlığına inanmanın saçmalığını, ruhun ölmezliği inancının imkânsızlığını matematikle gösteren parçalardı. Kitabı yerine korken Türk doktorlardan biri yanıma geldi. Fransızca olarak şunları söyledi: Bu büyük bir filozofun eseridir! O daima haklıdır.’ “[15]

1908 Meşrutiyeti’nden sonra materyalist fikirler Türkiye’de daha rahat temsil edilebilme imkânı bulmuş, materyalist fikirleri bilinçli bir biçimde savunan aydınların sayısı artmıştır.[16] Pozitivist ve materyalist görüşleri savunan Osmanlı aydın çöküş aşamasındaki devleti kurtarmak için üzerinde birleştikleri en önemli nokta, değişmenin akıl ve bilime dayalı olarak gerçekleştirilmesiydi. Bu nedenle gerek Beşir Fuad, Baha Tevfık, Rıza Tevfık, Abdullah Cevdet gibi materyalistlerde gerekse Ahmet Şuayb ve Ahmed Rıza gibi pozitivistlerde sundukları reçetelerde, akıl ve bilim birinci maddeyi kapsamaktadır. [17]

Materyalizmin toplumsal hayatımızdaki etkileri daha ziyade siyasal alanda olmuş, bu sebeple özellikle 1919’lardan itibaren Türkiye’de diyalektik materyalizmle ilgili faaliyetler başlamıştır. 1919 yılında Almanya’daki Türklerden bazıları Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası adında bir parti kurarak Kurtuluş dergisini çıkarmaya başlamışlardır. Kurtuluş dergisi çevresinin felsefe itibariyle Fransız Aydınlanma düşünürlerinden yola çıkan, sonuç itibariyle de Hegel ve Marks’a kadar uzanan bir çizgileri vardır.Böylece zaman içinde klasik materyalizmle ilgili faaliyetler yerini Dr. Şefik Hüsnü, İştirakçi Hüseyin Hilmi, Dr. Tevfik Nevzat, Mustafa Subhi gibi isimlerin diyalektik materyalizmle ilgili faaliyetlerine bırakırken İçtihad, Piyano, Yirminci Asırda Zeka ve Felsefe Mecmuası gibi yayın organları da yerlerini Kurtuluş, Aydınlık, İnsaniyet, İştirak, Sosyalist, İdrak gibi diyalektik materyalizmle ilgili yayın organlarına bırakmıştır. [19]

Çeviriler

Münif Paşa 1843 yılında Fénelon, Fontenelle ve Voltaire’den Muhaverat-ı Hikemiye adlı felsefi diyalogların tercümesini yaparken, Şinasi 1859 yılında La Fontaine, Racine ve Lamartine vb. şairlerden yaptığı tercümelerini küçük bir risale haline getirip taş basma olarak yayınlar.[20]

Bunun yanı sıra materyalist düşünürlerden L. Büchner’den Madde ve Kuvvet, E. Hartmann’dan Darwinizm, E. Haeckel’den Vahdet-i Mevcut ve Bir Tabiat Aliminin Dini gibi eserlerin tercümelerinin yapılması materyalizmin ülkeye girmesinde önemli rol oynamıştır. [21]

- Dernekler

- Yayın organları

- Temsilciler


Dipnotlar:

[1]http://kayhankaratas75900.blogcu.com/osmanli-da-felsefe/3594839
[2] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[3] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[4]http://kayhankaratas75900.blogcu.com/osmanli-da-felsefe/3594839
[5]http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/835/10567.pdf
[6]http://horozz.net/fransiz-devrimi.html
[7]http://kayhankaratas75900.blogcu.com/osmanli-da-felsefe/3594839
[8]http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/835/10567.pdf
[9]http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/835/10567.pdf
[10]http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/835/10567.pdf
[11]http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/835/10567.pdf
[12] Kültürümüzü Etkileyen Okullar, Halit Ertuğrul, Nesil Yayınları
[13] Kültürümüzü Etkileyen Okullar, Halit Ertuğrul, Nesil Yayınları
[14] Kültürümüzü Etkileyen Okullar, Halit Ertuğrul, Nesil Yayınları
[15] Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, Murtaza Korlaelçi
[16] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[17]http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/835/10567.pdf
[18]http://www.hyahya.org/tr/Kitaplar/679/global-masonluk-1cilt/chapter/6930
[19] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[20] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[21] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[22] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[23]http://kayhankaratas75900.blogcu.com/osmanli-da-felsefe/3594839
[24] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[25] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[26] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[27] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[28] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[29] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[30] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[31]http://kayhankaratas75900.blogcu.com/osmanli-da-felsefe/3594839
[32]http://kayhankaratas75900.blogcu.com/osmanli-da-felsefe/3594839
[33] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[34] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[35]http://www.dunyabizim.com/?aType=haberYazdir&ArticleID=4660&tip=haber
[36]http://www.dunyabizim.com/?aType=haberYazdir&ArticleID=4660&tip=haber
[37]http://www.dunyabizim.com/?aType=haberYazdir&ArticleID=4660&tip=haber
[38] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[39]http://www.dunyabizim.com/?aType=haberYazdir&ArticleID=4660&tip=haber
[40]http://www.dunyabizim.com/?aType=haberYazdir&ArticleID=4660&tip=haber
[41] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[42] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[43] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[44]http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0brahim_%C5%9Einasi
[45]http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0brahim_%C5%9Einasi
[46]http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0brahim_%C5%9Einasi
[47]Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[48]Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[49]http://www.wardom.org/ibrahim-sinasi-ilklerin-adami-176007/
[50] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[51] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[52]http://gunayguner.blogcu.com/unutulmayacak-aydin-besir-fuad/6896501
[53]http://gunayguner.blogcu.com/unutulmayacak-aydin-besir-fuad/6896501
[54] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[55]http://kayhankaratas75900.blogcu.com/osmanli-da-felsefe/3594839
[56] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[57] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[58]http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/835/10567.pdf
[59]http://tr.wikipedia.org/wiki/Be%C5%9Fir_Fuat
[60]http://dusundurensozler.blogspot.com/2008/10/ahmed-riza-1859-1930-1.html
[61]http://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmed_R%C4%B1za
[62]http://dusundurensozler.blogspot.com/2008/10/ahmed-riza-1859-1930-1.html
[63]http://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmed_R%C4%B1za
[64]http://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmed_R%C4%B1za
[65] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[66] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[67] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[68] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[69] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[70]http://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmed_R%C4%B1za
[71]http://tr.wikipedia.org/wiki/R%C4%B1za_Tevfik_B%C3%B6l%C3%BCkba%C5%9F%C4%B1
[72]http://tr.wikipedia.org/wiki/R%C4%B1za_Tevfik_B%C3%B6l%C3%BCkba%C5%9F%C4%B1
[73]http://tr.wikipedia.org/wiki/R%C4%B1za_Tevfik_B%C3%B6l%C3%BCkba%C5%9F%C4%B1
[74]http://tr.wikipedia.org/wiki/R%C4%B1za_Tevfik_B%C3%B6l%C3%BCkba%C5%9F%C4%B1
[75]http://tr.wikipedia.org/wiki/R%C4%B1za_Tevfik_B%C3%B6l%C3%BCkba%C5%9F%C4%B1
[76] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[77] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[78] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[79] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[80]http://tr.wikipedia.org/wiki/H%C3%BCseyin_Cahit_Yal%C3%A7%C4%B1n
[81]http://tr.wikipedia.org/wiki/H%C3%BCseyin_Cahit_Yal%C3%A7%C4%B1n
[82]http://tr.wikipedia.org/wiki/H%C3%BCseyin_Cahit_Yal%C3%A7%C4%B1n
[83]http://kayhankaratas75900.blogcu.com/osmanli-da-felsefe/3594839
[84] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[85]http://kayhankaratas75900.blogcu.com/osmanli-da-felsefe/3594839
[86]http://kayhankaratas75900.blogcu.com/osmanli-da-felsefe/3594839
[87]http://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmet_%C5%9Euayip
[88] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[89] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[90] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[91]http://tr.wikipedia.org/wiki/Abdullah_Cevdet
[92]http://tr.wikipedia.org/wiki/Abdullah_Cevdet
[93]http://www.ceddimizosmanli.net/ateist-mason-abdullah-cevdet-kimdir/
[94]http://tr.wikipedia.org/wiki/Abdullah_Cevdet
[95]http://tr.wikipedia.org/wiki/Abdullah_Cevdet
[96]http://tr.wikipedia.org/wiki/Abdullah_Cevdet
[97]http://tr.wikipedia.org/wiki/Abdullah_Cevdet
[98] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[99] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[100] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[101]http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/835/10567.pdf
[102]http://200kitapozeti.blogcu.com/baha-tevfik-in-hayati/2228897
[103]http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/baha_tevfik
[104] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[105]http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/baha_tevfik
[106] Klasik Materyalizm ve Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve İlk Yansımaları, Emel Koç
[107]http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/columnistDetail_getNewsById.action?newsId=3375


KAYNAK: http://kultursayfasi.wixsite.com/osmanlilar/pozitivizm
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP