II. Araştırma kuramı olarak pragmatizm

A) “Araştırma”

Pragmatizm aynı zamanda bir araştırma kuramıdır. Aslında, pragmatistlerin bilimsel kavramları tanımlama ve bu kavramlara karşı nasıl tepkide bulunulması gerektiğini belirleme çabası, onların araştırma konusundaki ilgilerinden kaynaklanmaktadır.

Çünkü pragmatistlere göre, kişiler ancak düşünce ve kanaatlerine çevreden gelen tehditler sonucunda kavramların anlamlarını sorgulamaya başlar ve belirli bir hareket tarzı benimsemeye karar verirler. Bu nedenle, araştırma Peirce tarafından şüphe durumundan kanaat (inan) (belief) durumuna geçme çabası olarak tanımlanmıştır. Peirce şöyle yazar: “şüphenin başlaması kanaat durumunun (a state of belief) ulaşılması çabasına yol açar. Bu çabayı araştırma olarak adlandıracağım.

Şüphe ile çaba başlar, ve şüphenin yok olmasıyla bu çaba sona erer. Bu nedenle, araştırmanın yegane amacı, düşüncenin bir sonuca vardırılmasıdır (settlement of opinion)” (Peirce, 1958b:99-100). Peirce bu tezini başka bir makalede tekrar ederek şöyle der: “düşünce sadece kanaatin oluşturulmasına yönlendirilebilir.

Hareket halindeki düşüncenin tek olası güdüsü, durağan düşüncedir (thought at rest)” (Peirce, 1958a:121).

Pragmatizmin bir anlam kuramı olması durumunda olduğu gibi, burada da James ve Dewey’in Peirce’den farklı olarak vurguladığı nokta, şüphenin sadece teori ve felsefedeki yeri değil, kişinin bu şüphe durumu nedeniyle atması gereken adımlar ve bu şüphe durumunu belirli bir kanaat durumuna dönüştürme çabasıdır.

Diğer bir deyişle, James ve Dewey’in çalışmaları daha çok popüler felsefe çizgisinde olmuş ve ortaya attıkları fikirler birey ile bireyin içinde yaşadığı çevre arasındaki ilişkilerle doğrudan ilgili olmuştur. Örneğin James, dini inançlar ve zamanının bilimsel buluşlarıyla hızla değişim göstermiş çevre arasında kendi kanınca varolan çatışmayı çözebilmek için genelde dini konular üzerinde düşünmüştür.

Araştırmaları kendisini şu sonuca götürmüştür: dini fikirlerin bilimsel bilgi ile doğruluğunun kanıtlanması mümkün olmamasına rağmen (veya mümkün olmadığından) birey “inanma isteğinden” (the will to believe) mahrum edilemez. Bu araştırma belki de James’in bilim adamının bu tür soruları alt edip kendi yaşamını yaşaması yolunun bulunması gibi kendi özel durumdan kaynaklanmış olabilir.

Murphy’nin savunduğu gibi “James’in vurgulamak istediği nokta şuydu: kanaat eylem için vardır” (Murphy, 1990:42). Dewey’in pragmatizminde de, araştırma temel olarak çevredeki sorunlara çözüm bulunması çabasıdır. Dewey araştırmayı şöyle tanımlar: “belirsiz bir durumun kendi özellikleri ve ilişkileri açısından öyle belirgin bir duruma kontrollü olarak çevrilmesidir ki, ilk (belirsiz) durumdaki öğeler birleşik bir bütüne dönüştürülmüş olur” (Thayer, 1968:172). Dewey’in bu araştırma anlayışı ile Peirce’in anlayışı arasındaki fark bir bilim adamı tarafından şöyle özetlenmiştir: “Peirce kanaati belirlemeyi, Dewey ise içinde bulunulan durumu onarmayı hedeflemiştir” (Smith, 1978:98).

Yukarıdaki tartışmadan anlaşıldığı gibi, pragmatizmin başlangıç noktası, veya bireyin durumu hakkındaki ilk varsayımı, şüphe değil yerleşmiş kanaatler veya inançtır. Bu ve diğer birçok noktalar açısından pragmatizm, Descartes felsefesine karşı bir felsefe (anti-Cartesian) olmuştur. Descartes şüpheyi halihazırda var olan bir şey, bir veri olarak kabul eder ve bireyin kendi varlığının bilincine mantık yoluyla ulaştığını öne sürer. “Düşünüyorum, öyleyse varım” deyişinde özetlenen bu çıkış noktasıyla Descartes, “akıl ve beden” gibi ikili ayrımlara dayanan bir felsefe geliştirmiştir. Fakat pragmatizme göre, kendimizi diğer insanlar aracılığıyla tanırız, fikirler diğer fikirler aracılığıyla belirginleşir, kavramlar diğer kavramlar aracılığıyla açıklığa kavuşturulur, ve belirli kanaatler diğer kanaatlerimizle ilişkilidir.

Özellikle, bireyin sosyal bir varlık olduğu ve, daha spesifik olarak, bireyin kimliğinin toplumda dil aracılığıyla nasıl şekillendirildiği üzerinde duran George Herbert Mead’in çalışmaları ilgi çekicidir. (Scheffler, 1974; Thayer, 1968). Ayrıca pragmatizm, olayları ikili ayrımlarla açıklama yaklaşımına karşı çıkmış ve etkileşimci (interactionist) bir anlayışı benimsemiştir. Bu yaklaşıma göre, araç-amaç, bilen-bilinen gibi ayrımlar araştırma sürecini engellemektedir; araçlar amaçları etkilediği gibi, amaçlar da kullanılacak araçları belirler, bilen sadece bilgi tüketicisi değil, aynı zamanda bilginin yorumlayıcısı ve özümseyicisidir.

B) Araştırma Yöntemleri

Araştırmanın ne olduğunu açıkladıktan sonra, pragmatizmdeki bir diğer önemli konuya, araştırma yöntemlerine geçelim. Peirce, kanaatlerin belirlenmesinde tarihsel olarak etkili olan üç yöntemden bahseder ve bunların yerine yeni bir yöntemin, bilimsel yöntemin kullanılmasını önerir.

Yaygın olarak kullanılan yöntemlerden ilki , insanların çevresindeki gelişmelere gözünü kapatması olmuştur. Peirce bunu inat yöntemi (tenacity) olarak adlandırmıştır. Peirce şöyle yazar: “Kararsız bir ruh halinin içgüdüsel iticiliği insanların görüşlerine sımsıkı sarılmalarına neden olur. Birey, eğer tereddüt etmeden kanaatlerimi sürdürebilirsem bu benim için tamamıyla tatminkar bir sonuç doğurur diye düşünür” (Peirce, 1958b:102). Peirce’e göre bu yöntemin, bazen işe yarasa da, sürekli değişen ve diğer insanlarla etkileşimde olunan bir çevrede korunamayacağı açıktır. “Toplumsal devinim buna karşıdır” diye düşünür Peirce, “bu yöntemi kabul eden birey, diğerlerinin kendisinden farklı düşündüğünü anlayacak, makul bir anda diğerlerinin düşüncelerinin kendi düşüncesi kadar iyi olduğunu muhtemelen aklına getirecek ve bu durum kanaatine olan güvenini sarsacaktır” (Peirce, 1958b:103).

Peirce’e göre, yaygın olarak kullanılan ikinci yöntem, otorite yöntemi (authority) olmuştur. Burada bireyin neye inanacağı bir kurum tarafından belirlenir. Aslında bu, otoriter yönetim altındaki ülkelerde görülen yöntemdir ve “inat” metodu ile aynı nedenden dolayı başarısızlığa uğrar. “Hiçbir kurum düşüncenin her konuda kontrol edilmesini başaramaz” diye düşünür Peirce, “[o otorite altında yaşayan bazı insanlar] kendi görüşlerinin diğer uluslarınkinden daha üstün olarak görmenin hiçbir mantığı olmadığını düşünmekten kendilerini alamaz; ve bu akıllarında şüpheye yol açar” (Peirce, 1958b:105).

Geleneksel olarak kullanılan üçüncü yöntem a priori yöntem olmuştur. Otorite yönteminden birçok konuda hiç de farklı olmayan bu yönteme göre, birey genel kabul görmüş ilkelere (established principles) göre hareket eder. “Bütün insanlar iyidir” veya “insan doğası kötüdür” gibi ilkeler insanların nasıl davranacağını ve neye inanacağını belirler. Peirce’e göre Descartes’in felsefede gerçekleştirdiği devrim, aslında otorite yönteminin yerine a priori yöntemini getirmesinden başka bir şey değildir. Peirce şöyle yazar: “Descartes felsefenin yeniden yapılanması işine giriştiğinde, ilk adımı kuramsal olarak şüpheciliği benimsemek ve otoriteyi gerçeğin nihai kaynağı olarak gören okul çocuğu davranışını bir kenara bırakmak olmuştur. Daha sonra, değişmez ilkelerin doğal kaynağını araştırmış ve bunun insan aklında bulunduğunu iddia etmiştir. Öz-bilincimiz bize kendi temel doğrularımızı gösterecek ve neyin mantıklı olduğuna karar verecektir” (Peirce, 1958a:115).

Descartes’in bu rasyonalizmi (mantıksalcılığı), deneyimin de önemli bir, ve hatta birincil, bilgi edinme kaynağı olduğu gerekçesiyle Peirce ve diğer pragmatistler tarafından reddedilir. Ne kadar mantığa uygun görünse de, gerçekler tarafından desteklenmeyen kanaatler pragmatistler tarafından doğru olarak kabul edilmez.

Böylece, bireylerin kanaatlerini zamanın denemesine tabi tuttuklarında ve kanaatlerinin doğruluğunu gerçeklerle karşılaştırarak kontrol ettiklerinde, a priori yöntem otorite yönteminden daha iyi bir sonuç veremez. Peirce şöyle der: “[Bireyler] herhangi bir kanaatlerinin gerçeklerle ilgisi olmayan bir olay (ya da durum) tarafından şekillendirildiğini anladığında, kanaatlerinin şüpheli olduğunu o andan itibaren sadece lafta kabul etmekle kalmaz, aynı zamanda o kanaat hakkında ciddi bir şüpheye düşerler, böylece o kanaat kanaat olma vasfını en azından belirli bir oranda yitirir” (Peirce, 1958b:107).

Bu nedenle Peirce’e göre, düşüncelerimiz arasında hüküm vermede ve kanaatlerimizin oluşturulmasında uygulanacak, yukarıda anlatılan üç başarısız geleneksel yöntemden farklı, yeni bir yöntem gereklidir. Bu yöntem, bilimsel yöntemdir (the method of science). Yalnızca bu yöntemde “kanaatlerimizin beşeri herhangi bir şey tarafından değil, ve fakat düşüncemizin üzerinde hiçbir etkisi olmayan dışsal bir süreklilik tarafından oluşturulduğunu” bulabiliriz (Peirce, 1958b: 107).

Bu, Peirce’in öne sürdüğü gibi ve bir sonraki kısımda “gerçek” kavramını tartıştığımızda önemi görüleceği üzere, pragmatizmin bir tür felsefi gerçekçilik (philosophical realism) olduğunu ima eder. Yani, yaşamda gerçek şeyler vardır, bunların gerçek olduğunu bilebilir ve kanaatlerimizin doğru olup olmadığını bu gerçeklerle karşılaştırarak anlayabiliriz.

Bilimsel yöntem Peirce’e göre üç safhayı içerir. Birinci safhada, herhangi bir sorun bireyi bu sorunu aşmak için, diğer bir deyişle düşünceleri arasında karar vermek ve kanaatini belirlemek için, elindeki verinin ne anlama geldiğini anlamaya iter. Bu, hipotez oluşturma (abduction) safhasıdır. Daha sonra birey, bu hipotezden bazı sonuçlar çıkarsar. Bu safhaya tümdengelim (deduction) denir. Son safhada ise birey, bu sonuçlara göre hareket ederek, veya deney uygulayarak, çıkarsadığı sonuçların gerçekleşip gerçekleşmediğini belirler. Bu safhaya da tümevarım (induction) adı verilir. Bu bilimsel yöntem, pragmatistlere ve özellikle James gibi “inanmak eyleme geçmektir” şeklinde düşünenlere hiç de yabancı gelmeyecektir.

Yalnızca kanaatlerimize göre hareket ederek, eyleme geçerek, bu kanaatlerin gerçek yaşamda geçerli olup olmadığını ve zamanın deneyimine karşı durup duramadığını anlayabiliriz.

C) Kanaatin İşlevi

Pragmatizmin bir araştırma kuramı olması üzerindeki tartışmamızı bitirmeden önce, kanaatin işlevine ve bunun konumuz açısından önemine kısaca değinelim.

Pragmatistlere göre, kanaatlerin işlevi kişinin yaşamında alışkanlıklar veya davranış kuralları yaratmasıdır. Peirce şöyle düşünür: “Kanaatlerimiz isteklerimize yön verir ve davranışlarımızı şekillendirir. İnanma duygusu, doğamızda davranışlarımızı belirleyecek bir alışkanlığın olduğunun aşağı yukarı kesin bir göstergesidir” (Peirce, 1958b: 98-99). Böylece, çeşitli alışkanlıklar ne tür davranışlara yol açtığına bakılarak birbirinden ayırt edilebilir (Peirce, 1958a: 121).

Bu düşüncenin iki önemli sonucu vardır. İlk olarak, pragmatistlere göre, kanaat ve düşünceler gözlemlenebilir olgulardır; bireylerin nasıl davrandığına bakarak ne tür kanaatleri olduğunu anlayabiliriz. İkinci olarak, bu alışkanlık anlayışı, pragmatistlerin dünyanın toplumsal bir yapılanması olduğu (socially constructed) düşüncesine sahip olduğunu göstermektedir. Moore’un öne sürdüğü gibi, pragmatistler inanmaktadır ki “çevre ile ilişkiye girmede alışkanlık haline getirilmiş bütün yolların toplamı kişiliği, bireyi oluşturur” (Moore, 1961:199).

III. Gerçek kuramı olarak pragmatizm

Pragmatistlere göre önemli olan, sadece kanaatlerimizi nasıl edindiğimiz değil, aynı zamanda, edinilen kanaatlerin gerçek (true) olup olmadığıdır. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Peirce pragmatizmi temel olarak bir anlam kuramı olarak görmüştür; ancak bu, Peirce’in “gerçek” kavramı hakkında hiçbir düşüncesi olmadığı anlamına gelmez. Peirce, “Bilimi takip eden herkes araştırma süreçlerinin, hakkınca kullanıldığında, uygulanacakları her bir soru için tek bir kesin çözüm vereceğine tamamıyla ikna olmuşlardır,” diye düşünür ve bu nedenle gerçeği ve gerçekliği (gerçek olma durumunu – reality) şu şekilde tanımlar: “Gerçekten kastımız, araştıran herkes tarafından kabul edilmesi mukadder olan düşüncedir ve bu düşüncede temsil olunan nesne gerçekte varolandır” (Peirce, 1958a:132-133).

Popüler felsefe için yazan James ve Dewey gerçeği bir anlamda farklı bir şekilde tanımlamışlardır. James’e göre, bir kanaat veya düşüncenin gerçek olup olmaması, onun bizi bir deneyimimizden bir diğerine yönlendirmesindeki ya da yaşamımızdaki belirli bir sorunu çözmesindeki başarısıyla ölçülür. James şöyle der: “Bizim için neye inanmak daha iyi olur! Bu gerçeğin tanımı gibi geliyor bana” (James, 1975a: 42). Aynı şekilde Dewey için gerçek, sorunlu bir durumu sorunsuz bir durum haline getiren durumlarla ilgilidir (Morris, 1970: 64; Thayer, 1968:195, 199, 266; Crabb, 1989:71-72).

Bu tanımlar, Peirce’in nesnel James’in ise öznel bir gerçek anlayışı olduğu izlenimini vermektedir. Fakat, pragmatizmin evrimsel dünya (ontology) ile evrimsel bilgi edinim (epistemology) görüşünün önemi küçümsenemez. Bu görüş, Peirce ile James’in gerçeğe yaklaşımlarının bağdaştırılmasında önemli bir işlev üstlenir; Peirce herhangi bir anda öznel veya yanlış bir kanaat yoktur demediği gibi, James de gelecekte nesnel gerçeğin olamayacağını öne sürmemektedir. Aslında birçok yerde Peirce, deneyimleriyle ve çevresindeki değişimlerle çelişmediği sürece bireyin kanaatlerinden tatmin olacağını vurgulamıştır. Peirce “sadece inanmaya değil, aynı zamanda inandığımız şeye inanmaya inatla sımsıkı sarılırız,”

(Peirce, 1958b: 99) diye düşünür ve şu sonuca varır: “kesin bir kanaate ulaşır ulaşmaz, bu kanaat gerçek veya gerçekdışı olsun, tamamıyla tatmin oluruz” (Peirce, 1958b:100). Diğer taraftan, James için gerçek, Peirce’in savunduğu felsefi gerçeklik doğrultusunda, düşünce ve kanaat ile nesne arasındaki özel bir ilişki anlamına gelmektedir. James, “Düşüncelerimiz gerçek olan şeylerle örtüşmelidir;” (James, 1975a:101) diye yazar ve şöyle devam eder: “[gerçek,] bir düşünce ile bir gerçeklik, yani düşüncenin nesnesi, arasında aranmalıdır” (James, 1975b. James’in nesnel gerçek olabileceği düşüncesi şu cümlesinde de açıkça görülebilir: “sonradan hiçbir deneyimin değiştirmeyeceği kesin gerçek, bütün geçici gerçeklerimizin bir gün çakışacağını hayal ettiğimiz o ideal son bulma noktasıdır. Bununla beraber bugün, bugün elde edebileceğimiz gerçekle yaşamak ve bu gerçeğe yarın yanlış demeye hazır olmak zorundayız”(James, 1975a:106-107).

Böylece Peirce ve James gerçek konusunda benzer görüşlere sahiptir. Bu evrimsel veya dinamik gerçek anlayışı, hem kesinlikçilik (absolutism) hem de şüphecilik (skepticism) bilgi kuramlarına alternatif olarak görülebilir. Pragmatizm, düşünce ve kanaatler konusunda yanılmacı (fallibilistic) bir görüş benimsemiştir.

Pragmatizm araştırma sürecinde kesinliğe karşı olduğu gibi, şüphecilik kuramının ‘gerçeğe ve gerçek olana hiçbir zaman ulaşamayacağız, bunlara ulaşsak bile ulaşmış olduğumuzu bilemeyeceğiz’ yönündeki savlarını reddetmiştir. Moore’un belirttiği gibi, “pragmatist, kesinlikçi görüşü dogmatik gördüğü için reddeder. Kesinlikçilikte bir şey savunulur, fakat buna neden inanıldığı konusunda hiçbir neden gösterilmez. Şüpheci görüş [de pragmatist tarafından] reddedilir çünkü bu görüş akıl dışıdır. Araştırmaya kapalıdır....[Fakat] pragmatizme göre, kesin gerçek sadece gelecekte vardır; bu gerçeği bilebiliriz; [ve] onu yalnızca gelecekte bileceğimizi bilebiliriz” (Moore, 1961:180).

Bu dinamik gerçek anlayışına uygun olarak pragmatistler, kanaatlerin bilimsel yönteme tabi olmasını, yani deneyimlerle doğruluklarının kontrol edilmesini öne sürmüşlerdir. Örneğin James, kanaatlere göre hareket edildiğinde, eğer bu kanaatler bizi deneyimlerimizde başarıya götürürse, o zaman bu kanaatlerin gerçek olduğunu söylemek gerektiğini savunmuştur. James şöyle yazar: “bir görüşün gerçekliği, bu görüşün doğasındaki durağan bir özellik değildir. Görüş gerçek haline gelir, olaylar tarafından gerçek kılınır” (James, 1975a:97).

IV. Etik kuramı olarak pragmatizm

Pragmatizm bir değerler veya etik kuramı olarak da görülebilir. Buraya kadar olan tartışmamızdan, pragmatizmin bir etik kuramı olarak neleri savunduğunu çıkarsayabiliriz. Öncelikle, pragmatizm etiğe dogmatik yaklaşımı reddeder; pragmatizmde bireyi belirli bir şekilde davranmaya zorunlu kılan hiçbir kurallar bütünü yoktur. James’e göre, “bir etik felsefenin önceden dogmatik bir şekilde oluşturulması olası değildir” (James, 1979:141). İnsancıllığına (humanism), çoğulculuğuna ve etkileşimci dünya görüşüne (interactionist ontology) uygun olarak pragmatizm, her sorunun kendine özgü nitelikleri olduğunu ve bu nedenle çözümü için değişik bir yol izlenmesi gerektiğini (veya her deneyimin kendine özgü nitelikleri olduğunu) ve bireyin kendi çevresindeki değerlerin oluşturulmasına katıldığını savunur. Böylece, pragmatizme göre etik felsefe yaratma uğraşı tamamlanmış değildir ve belki de hiçbir zaman tamamlanamayacaktır. James şöyle yazar: “yeryüzündeki son insan deneyimlerini edinip söyleyeceklerini söyleyinceye kadar, etikte nihai gerçek var olamaz” (James, 1979:141). Ayrıca pragmatizmin radikal deneycilik (radical empiricism) ve bilimsel yöntemi, herhangi bir davranış kuralının bir ‘hipotez’ olarak kabul edilmesini; yani bireyin çevresiyle etkileşiminde bu kuralın kendi başarısını kanıtlamadıkça benimsenmeyeceğini öngörür. Örneğin Dewey şöyle der: “iyi ve iyi şeyler hakkındaki bütün ilke ve öğretiler hipotez olarak kabul edilecektir. Bu ilke ve öğretiler, değişmez gerçekler değil, bunlara göre hareket edildiğinde doğacak sonuçlar aracılığıyla denenip kabul edilecek -ve değiştirilecekdüşünsel ürünler (intellectual instruments) muamelesi göreceklerdir” (Dewey, 1988:221).

Bireyin işine ne geliyorsa onu yapmasını veya kendisini amaçlarına ne ulaştıracaksa onu uygulamasını salık verdiği basit bir etik kurama sahip olduğu inancının aksine, pragmatizm bireyin günlük yaşamında etiksel gelişmişliği (sophistication) yerleştirmeye çalışmıştır. Öncelikle, pragmatizm amaç-araç ayrımı gibi olay ve nesnelere ikili yaklaşımları reddeder. Örneğin Dewey, amaç-araç sürekliliği fikrini geliştirmiştir. Buna göre, davranışlarımızın nihai amaçlarını değil, bize daha yakın olan amaçlarını açıklıkla görebiliriz. Bu amaçlara “görünen amaçlar” denir ve bunlar elde edilir edilmez, nihai veya diğer amaçlarımızın elde edilmesinde bir araç durumuna geçerler. İkinci olarak, pragmatistler için etiksel davranış diğer amaçlarını göz ardı edecek şekilde bireye belirli bir amacına ulaşmasında, veya toplumun genel ve daha kapsamlı amaçlarından ayrık (izole) bir şekilde amaçlarına ulaşmasında bireye yardımcı olunması değildir. Etiksel gelişmişlik bireyin hem kendisinin hem de toplumun bütün amaç ve değerlerini göz önünde bulundurmasını gerektirir.

Örneğin Dewey, bireyi tatmin eden şeyin toplum için pek de tatmin edici olmayabileceğini öne sürmüş ve şöyle demiştir: “herhangi bir şeyin diğer şeylerle olan bağlarından ayrık bir şekilde bilinebileceğini farz etmek, bilmeyi sadece bir nesnenin görülebilir veya hissedilebilir olmasıyla eş tutmak olur ki, böylece o nesnenin ayırt edici özelliklerini bize açacak anahtar yitirilmiş olunur. Ne kadar çok bağ ve etkileşim belirlersek, söz konusu nesneyi o kadar çok biliyoruzdur. Düşünmek, bu bağların araştırılmasıdır” (Dewey, 1988: 213). Böylece, pragmatizme göre, çevredeki sorunların çözümüne veya sorunlu bir durumun sorunsuz bir şekle dönüştürülmesine yönelik genel çabamızda mümkün olduğu kadar çok değerin bir bütün haline getirilebilmesi için etik ilkeleri, insan zekasının belirli durumlara uygulanmasıyla tümevarımsal bir şekilde tanımlanmalıdır. İnsan faktörüne verilen bu önem nedeniyle Dewey, “günlük yaşamda iyinin hakim kılınması için demokratik değerlerin öğrenilip uygulanması süreci” olarak tanımladığı eğitimin önemini her fırsatta vurgulamıştır.

Pragmatizmin bu etik anlayışı, hem deontolojik (deontological) hem de faydacı (utilitarianism) yaklaşımların etik anlayışından farklıdır. Bir davranışın niteliği hakkında karar verirken, deontolojik yaklaşım araçların ve iyi niyetliliğin, faydacı yaklaşım ise amaçların veya sonuçların önemi üzerinde durmuştur. Fakat pragmatizme göre, bu karara ulaşmada ne araçlar ne de amaçlar değerlendirme dışında tutulmalıdır; çünkü araçlar ve amaçlar birbirlerini etkilerler. Bu nedenle pragmatistlere göre etiksel davranış, hem iyi niyeti hem de faydalı veya başarılı

sonuçları içermelidir. Bu pragmatizmin etik kuramının genel çerçevesi olmasına rağmen, yukarıda belirttiğimiz gibi, her bir olayda etiksel davranışın ne olduğu o olay bazında belirlenmelidir. İnsan zekası ve deneyimleri kullanılarak olayın özelliklerine bakılmalı ve o olayda neyin iyi olduğuna karar verilmelidir.

Felsefe ve Mitler - 1

Georges Politzer

Çev: Kenan Korkmaz

Bay Brunschvieg'in bu tutarsız tutumu, idealizminden kaynaklanmaktadır. Akılcılık olarak belirlediği sınır, rasyonalizmin idealist yönelimidir.

Peki bütün bunlara rağmen, bilimlerin en yenisi olarak yeni fizik, idealizmi doğrulamıyor mu?

Felsefi idealizm, hem yeni olduğu ve hem de fizikle uyum içerisinde olduğu iddiasındadır. Çağdaş idealizmin yeniliği konusunda Lenin, Materyalizm ve Ampiriokritisizm'de 'modern' filozofların nasıl Berkeley'i taklit ettiklerini ortaya koymuştu.

Kaldı ki, İlkeler'in (Principes) ilk çevirisine yazdığı önsözde Renouvier, bu eserin, bütün filozofların başucu kitabı olması gerektiğini iddia ediyor ve onun Berkeley'e bu dönüşü, M. Jeans tarafından da onaylanıyordu.

Lachelier ekolünün, bilincin, bilim açısından içinden çıkılamayacak bir hapishane anlamına geldiği şeklindeki iddiası da Berkeley'e dayanmaktadır. Felsefi idealizmin en modern, en rasyonel, en bilimsel ve bilginin en ileri temsilcisi olduğu yönündeki tez de, Berkeley'den alınmadır.

Berkeley, inancı, maddenin varoluşunda bir önyargı olarak sunmuştu. Madde ile ilgili olarak şunları söylüyordu: 'İnsanoğlunun böylesine aptalca bir şey için tanrı buyruklarından uzaklaşması, onu dünya işlerinden olabildiğince uzakta tutmaya çabalaması, olağanüstü derecede üzüntü verici bir önyargı örneğidir.'

Brunschvieg'e göre de, dünyanın var olmak için düşünceye ihtiyaç duymadığı şeklindeki görüş, bir önyargıya dayanmaktadır. Bilgi Çağı'nın yazarına göre burada söz konusu olan 'ruhun sosyal ve biyolojik altyapısını oluşturan zihin alışkanlığı'dır. Brunschvieg'in idealizmin karşısına koyduğu şey, realizm'dir. Ve ruhumuzun sosyal ve biyolojik altyapısını, ona göre gerçekliğin düşünceden bağımsız olarak ilanı anlamına gelen realizm oluşturur.

Berkeley'e göre, maddi dayanaklı arızi hal kavramından dayanaksız arızı hale geçmek gerekmektedir. Brunschvieg ise, arızi hal yerine ilişki kavramını kullanıyor ve dayanaklıdan, dayanaksız ilişkiye geçişi öneriyor. Aynı şekilde Berkeley de, idealizmin bilimle uygunluk arz ettiğini kanıtlamaya çalışmıştı. Ama bu, bugün Berkeley dönemindekinden de daha olanaksız ve gerçekdışı bir şeydir. Burada bir kez daha, çetin ve karmaşık da olsa, bir yapaylıkla karşı karşıya bulunuyoruz. Çetin ve karmaşık olması, onun yapay karakterini ortadan kaldırmaya yetmiyor.

Bu yapaylığın temelinde, birbirinden farklı iki şeyin keyfi tanımı var: Düşünceden bağımsız gerçeğin ilanı ile, bilimsel gelişmenin belli bir evresinde gerçeğin bilgisi. Fiziğin idealist yorumcuları, gerçeğin belirli bir kavranışının terk edilmesini, gerçeğin kendisinin terk edilmesi olarak sunmaya çalışıyorlar.

Çağdaş fizik, kendisine bağlı bazı mekanizmaları ve kavramları aştı. Brunschvieg ise bundan şu sonucu çıkarıyor: 'Kuvanta teorisinin üzerine, daha önce etheri yoksayan izafiyet teorisinde olduğu gibi, bu kez atomu yoksayan (dematerialiser) yeni bir fizik yamanmıştır ve hepsini olasılık dalgalarına bulandırarak şahsiyetsizleştirecektir.

Peki atom neden demateryalize oluyormuş? Fizik onda (atomda -çn.) eski mekanist anlayışın tespit edemediği şeyler keşfetti. Bunun bir demateryalizasyon olduğunu iddia etmek, 'atom ya mekanisttir ya değildir' ikilemini onaylatmak anlamına gelir. Peki ama hangi hakla, gerçek atomun ancak mekanist olabileceği iddia edilebilir? Daha genel bir deyişle, hangi hakla reel evrenin, ya XIX. yüzyıl fiziğinin ona verdiği imaja uygun olacağı ya da katıksız hayali olacağı iddia edilebilir?

Hayaliliğin kanıtı olarak hep, tam da mekanizmin yadsınması manasına gelen şu postulat karşımıza çıkarılır: Evren ya XIX. yüzyıl fiziğine uygundur, ya da reel değildir.

Örneğin işe, maddenin mekanist tanımı ile başlanır. Sonra, madde ile ilgili yeni yaklaşım, bu eskisine göre yargılanır, süzgeçten geçirilir. Ve sonra da nihayet, fiziğin maddeyi yok ettiği (dematerialisé) ilan edilir. Ama aslında burada 'demateryalizasyon', sadece, mekanist anlayışı terk edemeyen ya da terk etmek istemeyenler için söz konusudur. Ve böyle davranan kişi de, bilime uygun hareket etmemiş ve ona karşı çıkmış olur. İdealistin yaptığı da budur. Bilimin tam da birbirinden ayırmayı başardığı bir anda mekanik ile reeli birbirine yamar, bilimin tam da terk ettiği anda, maddenin mekanist tanımına sarılır. Fizik bizi, reelle ilgili eski görüşlerimizi düzeltmeye ve hatta yenilemeye davet ediyor. İdealist felsefeci ise bizi, reelle ilgili eski görüşümüzü korumaya davet ediyor ve fiziği de, bundan uzaklaştığı için reeli inkar etmekle itham ediyor.

'Çağdaş idealizm', fiziğin pozitif olarak kendisini haklı çıkardığını iddia edebilecek kadar ileri gidiyor ve mobil olmayan hareket, dalgasız dalgalanma ve hatta Brunschvieg'in ünlü formülünde olduğu gibi, 'dayanaksız ilişki'den söz edebiliyor.

Bu türden formüller, önceki argümanların tekrarından başka bir şey değildir. Bilim mekanist anlayışın, mobil ve hareketleri, dalgalanma ve dalgalar, ilişki ve ilişkinin kavramları, mobil ile hareket, dalga ile dalgalanma ve ilişki ile dayanak arasındaki bağlantının kavramlarını; yeni olgulara denk düşenlerle değiştirdi. Bu durumda gerçeğin yokoluşundan bahsetmek; idealizmin üstünlüğünün kanıtı olarak ileri sürülen mekanizmin bir kez daha iflasının teyit edilmesi anlamına gelmektedir.

Öngörüye uygun gözlemler ifade edilmekle birlikte, öngörünün konusu olan şey, son tahlilde sadece fikirler değildir. Örneğin olasılık dalgası, fizikçinin kafasındaki olasılık kavramının dalgalanması değildi.

İdealist felsefeciler ve Jeans, Eddington, Dirac gibi fizikçiler tarafından bilimin böyle tersyüz edilmiş sunusuna karşı Fransa'da da tepkilerin yoğun olduğunu biliyoruz. Tepkisini dile getiren bilginler arasında, öncelikle Paul Langevin'in adını saymak gerekir. Felsefeciler arasında da, başlangıçtaki nispi tereddüte karşın M. Abel Rey. M. Meyerson da, bilimin gerçeği teyit ettiğine ısrarla işaret etti.

Fakat Meyerson'da bu tesbit, aynı zamanda idealist yörüngeye de yatkındır. Meyerson'un dili, bilimin gerçeği gösterdiğini söylemeye varmıyor, ama bilimin 'şeyin kavramına' ihtiyaç duyduğunu belirtiyor. 'Şey'in Kantçı bir kategori olduğunu vurgulamakta fayda var. Üstelik Meyerson, bilimin identite'yi her yerden kovduğu ve metafizik mantığın gerçekliğe uygunluğunun sadece epistomolojik bir paradoks olarak kabul gördüğü bir anda, identite'yi mantığın ebedi ihtiyacı mertebesine çıkarıyor.

Genellikle çağdaş fizik üzerine felsefi tartışmalarda, çağdaş fizik sürecinin bizzat kendisinin, idealizmin bariz bir yenilgisi ile başladığı unutulmuş görünüyor. İdealizm, atom teorisinin iflasını ve 'devinimsiz hareket'in zaferini ilan etmiş olan 'energetizm' ile aynı safta yer almıştı. Bilimin buna yanıtı ise, yeni atom fiziği oldu. Ve ondan beri de, fiziğin her yeni buluşu, idealist bilgi teorisini yalanlıyor, yerden yere vuruyor.

Kant'ın sözünü ettiği mekan, önsel olarak hassasiyetin ve her türlü tecrübenin önkoşulu olan üç boyutlu öklit mekandır. Fizik bugün, insanın yaşadığı mekanın öklit olduğunu, ama bunun genel olarak evren için iddia edilemeyeceğini kanıtlamıştır. Öklit mekanda yaşayan insan, eğer deney yoluyla değilse başka nasıl öklit evren kavramını geliştirmiş olabilir?

Ama fizik, başka şeylerin yanı sıra insanın asla öklit mekana mahkum olmadığını da kanıtlar. Kendi mekanının dışına çıkarak, öklit olmayan evrensel bir alanı tasavvur edebilir. O andaki tecrübesinin alanı, bütün birikimin koşulu olmaktan hemen çıkar. İnsan tecrübesi kendi 'öznelliğini' parçalar: İnsan mekanındaki evrenin yerini, evrensel alandaki insan alır.

İzafiyet teorileri bir yandan, bilimin neyin öznel olduğunu anlaması bakımından bir ilerleme olduğu gibi, aynı zamanda gerçeğin (reel) bilgisine daha yaklaşmak anlamına da gelmektedir. Yine burada da evreni insanın sınırlı birikimine indirgemek yerine, insan düşüncesi ve tecrübesini evrensel boyuta genişletmek konmuştur.

Daha genel bir deyişle, çağdaş fizik bize Berkeley'in 'ikincil karakterlerlerin' öznelliğinin kabul görmesinden sonra şimdi de sıranın 'birincil karakterlerin' öznelliğinin kabulüne geldiğini iddia ederken, asla haklı olmadığını kanıtlıyor. 'İkincil karakterler' ile 'birincil karakterler' arasındaki bir ilk ayırımdan sonra, bu ayırımın yeni bilgilerin ışığında yeniden ele alındığını, nesneli öznelden daha iyi farklılaştırmak için mükemmelleştirildiğini ortaya koyuyor. 'Birincil' karakterlerde hâlâ var olan 'ikincil' keşfediliyor ve böylece bilim, fikirden bağımsız reel'e giderek daha fazla adapte oluyor. Birincil karakterler 'kalıntı, artık' değildir. İkincil karakterlerin öznelliğinin kabul edilmesi, idealizmin nispeten onaylanması olmadığı gibi, birincil karakterlerin korunması da tutarsızlık demek değildir. Olaya böyle yaklaşmak için, önceden idealist olmak gerekir. İkincil karakterlerin öznelliğini kabul etmek, gerçeğin yerine nispeten fikri koymak değil, fikri tanımak ve öznelliği aşmaktır.

İdealizmin kabul etmeye yanaşmadığı şey, ilerleme budur. İdealizm öznelliği, biçimsel ve soyut bir tarzda, metafizikçe ve genel olarak fikirle ifade etmekle yetinmektedir. Bilim ise öznelliğin biçimlerini ve nedenlerini araştırmakta ve bunları bir bir keşfetmektedir. Bu, her defasında belirli bir insan tecrübesinin darlığını ve sınırlılığını ortaya koymaktadır. Ancak, birikimin genişlemesine paralel olarak bilim, sadece sınırlılıkları değil onu aşacak araçları da keşfetmektedir. Modern fizik bize, bu çabanın harika örneklerini sunmaktadır. XIX. yüzyıl fiziğinin zaman, mekan ve genel evrim kavramı bakımından neden darlıkla malul olduğunu, bunun hangi araçlarla aşılabildiğini keşfetmekte, ortaya koymaktadır.

Sınırlı bir insan tecrübesinin koşullarını yansıtan tarzların yerini, daha geniş bir tecrübeye dayanan ve bizzat şeyleri yansıtan tarzlar almaktadır. Eski Yunan uygarlığı döneminde başlayan büyük bilimsel çaba, çağdaş fizikle birlikte tayin edici bir gelişme kaydetmiştir. Bilim, kendisini soyutlukla suçlayanları yalanlayarak, gerçeğin bilgisine ulaşmak için nasıl derin bir çalışma yürüttüğünü ve idealist felsefecilerin aksine, gerektiğinde en temel olanları da dahil olmak üzere kendi kavramlarını yenilemeye hazır olduğunu ortaya koymaktadır.

1 - 2

Felsefe ve Mitler - 2

Lenin daha 1909'da Materyalizm ve Ampiriokritisizm eserinde fizikçilerin, yeni fiziğin idealistçe kavranışına hangi mekanizma ile vardıklarını açıklıyordu: 'Esas olarak fizikçiler diyalektiği bilmediği için yeni fizik idealizme saptı,' diye yazıyordu. 'Onlar metafizik materyalizme (sözcüğe pozitivistlerin, yani Hume'cuların değil, Engels'in verdiği anlamda) ve onun tek yanlı mekanizmine karşı koyuyorlar ve böyle yaparken de kaş yapayım derken göz çıkarıyorlardı. Elementlerin ve şimdiye kadar bilinen madde özelliklerinin değişmezliğini reddederken sonunda maddenin, yani fiziksel evrenin nesnel gerçekliğinin reddine vardılar. En önemli ve temel yasalardan bazılarının mutlak niteliğini reddederken sonunda, doğadaki bütün nesnel yasanın reddine, bir doğa yasasının sadece bir kolaylık, 'beklenenin bir sınırlanması', 'mantıksal bir gereklilik' vb. olduğunu ilana vardılar. Bilgimizin yaklaşık ve göreli niteliği üzerinde ısrar ederken, sonunda, zihin tarafından yaklaşık olarak doğru ve göreli olarak gerçek biçimde yansıtılan, zihinden bağımsız nesneyi reddediyorlardı. Daha neler neler; sonu yok..

İdealist fizikçilerdeki bu eğilimi tesbit etmek için fizikle ilgili felsefi tartışmalara bir göz atmak yeterlidir.

Lenin'in eserinin yayınlanmasından yirmi yıl kadar sonra M. Jeans, XX. yüzyıl fizikçisinin 'artık temel özelliği, doğayı tümüyle kendinden ayrı bir şey olarak görmeyen' yeni bir felsefeye yöneldiğini yazıyor. 'Bu, fizikçinin kendisinin yarattığı, tercih ettiği, soyutladığı ve hatta bazen yok ettiği bir felsefedir.'

Bu yeni felsefe, M. Jeans'ın kendisi de teslim ediyor ki, Berkeley'in felsefesidir. Zira böylesine sert alternatiflerin ve şu türden ikilemlerin temelinde yatan şey metafiziktir: Ya bütün deneyler belirli bir anda gerçekle ilgili söylediklerimizi doğrular, ya da gerçek diye bir şey yoktur. Yeni olgular, sadece bunların henüz bilinmediği bir dönemde inşa edilen kavramları yalanlamakla yetinmiyor, olguların gerçekliğinin bizzat kendisini de hedefliyor. Zira, ya bütün gerçekliği hemen biliriz, ya da gerçeklik yoktur: Ya hemen mutlakçılık ya da görelilik.

Hareket halindeki bilim böylece, metafiziğin alışkanlıklarıyla ele alınıyor. Ve metafiziğin bilim tarafından çürütülmesi, gerçeğin ve hatta bilimin yadsınması olarak algılanıyor.

Çoklarının, mekanizmin eleştirisinin ve bilimlerin dönüşümünün (transformasyon) XX. yüzyılda gerçekleştiğine inandıklarını görmek dikkat çekicidir. Halbuki Engels'in vurguladığı gibi, büyük dönüşüm XVIII. yüzyılın sonlarında, güneş sisteminin oluşumu üzerine Kantçı teorinin geliştirilmesiyle başladı ve bu, doğanın mekanist kavranışına (Newton'da olduğu gibi) vurulmuş ilk büyük darbeydi.

Engels mekanizme yönelik eleştiriyi, onun teorik temeline yani evrenin metafizikçe kavranışına karşı eleştiriye bağladı. Özellikle 'Doğanın Diyalektiği'nde, bilimlerde metafiziğin dayanıklılığına ve bunun neden olduğu zorluklara dikkat çekti. Bunun sadece genel düzeyde değil, örneğin zorunluluk ve tesadüfe ilişkin metafizik direnişe karşı da yaptı. 'Onu inkar ederek tesadüf sorununun çözüldüğünü zanneden' determinist anlayışı eleştirdi.

Bu determinizm, doğada sadece 'basit ve dolaysız zorunluluğu' kabullenir. Bir köpeğin kuyruğunun uzunluğu ya da 'dün sabaha karşı saat üç veya beşte değil de, dörtte bir pirenin beni ısırması' gibi olaylar da dahil olmak üzere tüm olgular 'neden ve sonuç arasındaki karşı konulamaz bir art ardalığın, kesin bir zorunluluğun ürünüdür. Öyle ki, güneş sisteminin içerisinden çıktığı nebülöz (yıldız bulutu) öyle bir düzenekteydi ki, olayların başka türlü gelişmesi zaten öngörülmüştü.'

Engels determinizmin bu türden kavranışına destek vermek bir yana, bunun 'henüz doğanın teolojik kavranışından kopamadığımızın göstergesi' olduğunu belirtiyordu. Hatta daha ileri gidiyordu: 'Tesadüf, zorunluluğun şimdiye kadar bilinen kavranışını altüst ediyor. (Bu arada tesadüfle ilgili olarak biriken malzemeler, zorunluluğun bilinen tanımını kırıp attı) Zorunlulukla ilgili olarak şimdiye kadar sahip olduğumuz anlayış kadük duruma düştü. Eski anlayışı korumak demek, doğaya aykırı ve gerçekdışı bir şekilde keyfi insan iradesini bir yasa olarak doğaya dayatmak demektir. Bu, canlı doğada her türlü iç zorunluluğu yadsımak ve canlı doğanın tek geçerli yasasının, tesadüfün kaotik egemenliği olduğunu iddia etmektir.

Zorunluluk ile tesadüf arasındaki çelişkinin sadece göreli bir değeri vardır. Zorunluluk, katıksız tesadüflerden oluşur ve 'sözde tesadüf' ise, bağrında zorunluluğu saklayan biçimdir.

Engels, 'Ludwig Feuerbach'ta 'dünyayı sabit, durağan şeylerin toplamı olarak değil de, bir süreçler toplamı olarak görebilsek, bunu anlamak kolaydır' diyordu.

Fakat, zorunluluğu teşkil eden 'katıksız tesadüfler', özgürlükle çok farklı şeylerdir. Şu anda yürütülmekte olan determinizm-indeterminizm (belirlenemezlik) tartışmaları ışığında bakıldığında; özgürlüğün zorunluluğun bilinci olduğunu ortaya koyan Marx'ın anlayışının ne denli ussal derinlikli bir anlayış olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlayış, insanın özgürlüğünün bilime ket vurulmasına değil, aksine önünün açılmasına ve ilerletilmesine bağlı olduğunu ortaya koyarak, özgürlük ile determinizm arasındaki eski çelişkiyi de ortadan kaldırıyor.

Bu anlayış; bizzat metafiziğin ileri sürdüğü insana bahşedilmiş 'fantastik özgürlüğün' yerine, insanın kendisinin uzun tarihsel bir süreçte elde ettiği 'gerçek özgürlüğü' koyar. Özgürlük istemi, mucizenin teyit edilmesini değil, yadsınmasını şart koşar. Ve böylece belirlenemezlikten (indeterminasyon) özgürlüğe, özgürlükten mucizeye geçiş ve bilimin aştığı ideolojilere sarılmayı 'kişi iradesi ihtiyacı' ile meşrulaştırmak imkansızlaşır. 'Metafizik özgürlüğün' savunulmasının, nasıl 'ampirik özgürlüğün' düşmanlarının uzmanlık konusu haline geldiğini, gerici filozoflara karşı koymak adına 'kişi iradesini' inkar etmekle yetinenleri de böylece daha iyi anlamış oluyoruz. Atomun özgürlüğünün hiçbir anlam ifade etmediğini, özgürlüğün insani olduğunu da anlamış oluyoruz.

Bugün fizik, bir kez daha metafiziği yargılıyor ve XIX. yüzyıl bilimlerinin başlattığı işi devam ettiriyor. Yeni olgular keşfediyor, yeni metodlara başvuruyor. Ancak 'bütün bu doğal süreçler ve entelektüel metodlar, metafizik düşüncenin çerçevesine sığmaz.' İşte idealizme ve hatta açık teolojiye dönüş biçimleri alan, fantastik biçimler alan şey bu çelişkidir. Ama öte yandan bunca fizikçinin, Paul Langevin'le birlikte ve M. Jeans'in, Eddington'un vb. yorumlarına karşı tutum almasının da nedeni budur.

Tin'in savunusundan bahsedilirken, materyalizmin yadsınmasına fantastik bir versiyon verilmek istendi. Oysa diyalektik materyalizmin tin'in yadsınmasıyla herhangi bir alakası yoktur. Bilime, mantığa ve hümanizme karşı çıkarak tin'e de savaş açanlar, diyalektik materyalizmin hasımlarıdır. Diyalektik materyalizmi inkar ve reddetmek, bu savaşın vazgeçilmez bir parçasıydı. Diyalektik materyalist felsefeye karşı çıkmak demek, en bilinçli ve canlı akılcılığa (rasyonalizme) karşı koymak demekti.

Günlük felsefi dağarcığımızın, bir bilgi doktrini olduğu varsayılan rasyonalizmle, 'beden ile ahlak arasındaki ilişkilere' dair olduğu varsayılan materyalizmi birbirinden ayırdığı doğrudur. Ancak bu ayrımın sağlam bir dayanağı yoktur. Öncelikle materyalizm, varlığın, yansıttığı düşünceden bağımsız olarak var olduğunu ortaya koyduğu için, tek tutarlı realizmdir. Ve bu nedenledir ki, evrenin akılcı bir açıklaması, akılcı olduğu müddetçe materyalisttir de. Materyalizm ise, bilimden ve bilime dayalı mantıktan başka, geçerli bir bilgi kaynağını kabul etmeyen tutarlı rasyonalizmdir. Rasyonalizmi ancak, onu, geçmişteki formlarından biriyle tanımlarsak, yani kaydettiği gelişmeyi inkar edersek materyalizmle karşı karşıya getirebiliriz.

XVIII. yüzyıl materyalizmi, kartezyenci rasyonalizmin gelişmiş bir biçimiydi. Kendi hareketliliği içerisindeki rasyonalizmdi. D'Alembert, 'Descartes'e karşı savaşmak için kullandığımız silahlar, sırf böyle olduğu için, onun kendisine ait olmaktan çıkmazlar' diyordu.

Diyalektik materyalizm işte, bu materyalizmin ve bu rasyonalizmin gelişmiş, ileri halidir. Diyalektik materyalizm, yaşayan rasyonalizm ve felsefenin gelişiminin bizzat kendisidir. Ve işte rasyonalizmin bu en ileri biçimi bir kez reddedildi mi, ondan sonra, bütün XVIII ve XIX. yüzyıl rasyonalizmine, sonra, Descartes'in bizzat kendisine ve giderek de Thomizm ve neo-Kantçı idealizm de dahil olmak üzere rasyonalizmden kırıntılar taşıyan her türlü öğretiye saldırıya geçilir.

Ne olursa olsun, idealizmin yükselişi, entelektüel bir ihtiyaç ve zorunluluğa dayanmamakta, bilim tarafından da doğrulanmamaktadır. Aksine, her zaman şu veya bu şekilde bilimin karşısına dikilmekte ve onun karşıt cephesinde yer almaktadır. Bilim, gerçeğin bilgisi olduğunu iddia eder, idealizm ise tersini. Bilim, düşüncenin kökenini varlıktan hareketle açıklar, idealist ise varlığın yaradılışını düşünceden hareketle. Bilim düşüncenin insana ait olduğunu, doğanın insandan önce ve dolayısıyla düşünceden önce var olduğunu kanıtlar. İdealist filozof ise bu kanıtların ağırlığından kurtulmak için bilime, düşüncenin kökeni ile uğraşmayı yasaklar. Jeoloji ve paleontolojiye karşı çıkamadığında, hemen tarihsel metodun inkarına sığınır. Evrimi yadsıyamadığında, zamanın gerçekliğini inkar eder. Bilimin somut içeriği karşısında sürekli geri adım atmak zorunda kaldığında ise, bilimsel metodun değerini reddeder. Bilim kendi gerçeğini deneylerle ve sanayideki gelişmeler vasıtasıyla kanıtlarken, idealizm buna karşı umutsuz bir inkardan yine de vazgeçmez. (...)

NOT: Georges Politzer'in 'La Pensée' dergisinde yayınlanan makalesinden bir bölümdür.

Kaynak: Evrensel Kültür, Ocak 2001, Sayı 109.

1 - 2

Bilginler Üstüne

F.Nietzsche - Böyle Buyurdu Zerdüşt


Ben uykudayken, koyunun biri başımdaki sarmaşık çelengini kemirmiş… Kemirmiş de demiş: Zerdüşt artık bilgin değil…

Böyle demiş gururla uzaklaşmış… Bunu bana çocuğun biri anlattı…

Ben burada, çocukların oynadığı yerde, yıkık duvarın dibindeki devedikenleriyle kırmızı gelincikler arasında yatmayı severim…

Ben çocukların, devedikenleriyle kırmızı gelinciklerin gözünde bilginim daha… Hınzırlıklarında bile suçsuzdur onlar…

Ama koyunların gözünde artık bilgin değilim: Böyle ister yazgım… Övüşler olsun yazgıma!..

Çünkü gerçek şudur: Bilginler evinden ayrıldım ve kapıyı çarptım arkamdan…

Gönlüm pek aç kaldı onların sofrasında: Onlardakine benzer, ceviz kırar gibi bilgi araştırma ustalığı yok bende…

Özgürlüğü ve taze toprak üstündeki havayı severim ben… Onların saygı ve değer vermeleri üzerinde uyumaktansa, öküz derisinde uyurum daha iyi…

Pek kızdırır, yakar beni düşüncem: Sık sık soluğumu keser neredeyse… Açık havaya çıkmam, bütün tozlu odalardan uzaklaşmam gerekir derken…

Oysa onlar serin gölgede, serin serin otururlar… Her şeyde salt seyirci olmak isterler ve güneşin basamaklar üzre yandığı yerlerde oturmaktan sakınırlar…

Sokakta durup gelip geçene bakanlar gibi, öyle bekler onlar da, başkalarının düşüncelerine bakarlar…

Onları elle tutayım desen, un çuvalları gibi toz bulutu kaldırırlar havaya istemeden… Ama kim der ki onların tozu, tahıldan ve yaz tarlalarının sarı sevincinden gelir?..

Bilgelik tasladılar mı, o küçük özdeyişleri, gerçekleri dondurur beni… Bilgeliklerinde öyle bir koku vardır ki, bataklıklardan geliyor sanırsınız… Gerçek bu bilgelikte kurbağa sesleri bile işitmişsinizdir!..

Beceriklidir onlar, usta parmakları vardır… Benim yalınlığım onların karmaşıklığı yanında neylesin?.. Her türlü iplik geçirmekten ve örmekten ve dokunmaktan anlar parmakları… Böyle çorap örerler ruhun başına!...

İyi birer saattir onlar: Yalnız doğru kurmaya bakmalı!... O zaman yanlışsız gösterirler vakti, bu arada da hafif bir ses çıkarırlar…

Değirmen taşı gibi çalışır onlar, ve havan eli gibi… Siz onlara tahıl taneleri atın, yeter!... Taneleri ince övütüp ak toza çevirmeyi iyi bilirler…

Birbirlerini pek yakından ve kuşkuyla gözetlerler… Küçük kurnazlıklarda buluşları vardır… Bilgileri aksak ayaklar üzre yürüyenleri beklerler, örümcekler gibi beklerler…

Onları hep özenle ağı hazırlarken gördüm… Bu işi yaparken hep camdan eldivenler takıyorlardı ellerine…

Hileli zarlarla da oynamayı bilirler… Öyle ateşli oynadıklarını gördüm ki, terliyorlardı…

Biz birbirimize yabancıyız… Onların erdemleri yapmacıklarından, hileli zarlarından daha iğrenç gelir bana…

Ve birlikte yaşarken, üstlerinde yaşadım onların… Bana hınç bağladılar bu yüzden…

Başları üstünde birinin dolaştığını işitmek istemezler… Onun için başlarıyla benim arama tahta ve toprak ve moloz doldurdular…

Böyle boğdular ayak seslerimi… Ondan sonra beni en az işiten, en bilginler oldu…

İnsanlığın bütün eksiklikleriyle zayıflıklarını kendileriyle benim arama koydular… Buna “uydurma tavan” diyorlar evlerinde…

Ben yine de, düşüncelerimle onların başları üstünde dolaşıyorum… Kendi yanlışlarım üzre dolaşsam bile, üstünde olurum onların ve başlarının…

Çünkü insanlar eşit değildirler… Böyle buyurur doğruluk… Ve benim istediğimi onlar isteyemezler!..


Hegel’e Dönüş Akademik Revizyonizmin Gizli Nedeni - 1

Louis Althusser
Çeviri: Kerem Atılgan

“Amacım, öncelikle, Hegel’i başlangıç noktası alarak Marksist sentezi düşünmeye çalışmaktır… Marksist düşünce içinde belli bir idealizm keşfetmiş olma iddiasındayız… Bugün, Marx’ın hayal bile etmemiş olduğu bazı revizyonlar yapmak gerekli olabilir…”

Hyppolite,[2]

“Hegel sorunu uzun zaman önce çözüldü.”

A. Jdanov[3]

Son yirmi yıl içinde Hegel’in Fransız düşüncesi içinde yerini almasının açık bir şekilde yorumlanmamış olması sorunu hafife alınamaz. 1930’a kadar, Fransız burjuva düşüncesi Hegel konusunda eşi görülmemiş bir aşağılamayı ve cehaleti inatla sürdürmüştür. Véra’nın[4] bol bol aslının tam zıddı anlam üreten hatalarla bezenmiş eski çevirileri (l’Encyclopédie) kütüphane raflarının derinliklerinde uyumaktadır. Yalnızca sosyalistler Hegel’e belli bir ilgi gösterdi (Latince teziyle Jaures, Lucien Herr veya Andler[5] gibi). Saygın Fransız felsefesi onu yalnızca hakaretlerle anar. Hegel bir Almandı, Birinci Dünya Savaşı’nın pis Almanı… Bismarck ve Kaiser Wilhelm’in manevi babası, hakkı yok eden zorbalık, vs... İlk emperyalist savaşın şovenizminin anlamsızlığının bütün uzantıları, bizim Bergsonlarımızın, Boutrouxlarımızın ve Brunschvicgslerimizin anlayışında yankısını buldu. Bu karanlık felsefeye, bu ‘akılla onaylanan şiddet’, bu korkunç diyalektiğe lanet olsun! Bizim filozoflarımızın Descartes’ı ve öz-kanıtı* vardı, berrak zihnin basit eylemi ve ‘büyük Fransız spiritüalizmi geleneği’. Bütün bunlar ihtiyar Brunschvicg’in, Hegel’in zeka yaşı, çocuksuluğu, mitleri, vb. üzerine sövgüleriyle** taçlanmıştır.

Ancak, bugün binlerce defa hakaretlere ve toprağa boğulmuş olan bu ölü tanrı mezarından çıkıyor.

Süreç, 1930’ların Fransa’sında, çekingen bir biçimde, Jahn Whal’ın Le Malheur de la conscience[6] [Bilincin Mutsuzluğu] incelemesi, Alain’in Idées’inde [Fikirler] (1931) Hegel hakkındaki tartışması ve Revue de métaphysique’nin [Metafizik Dergisi] özel sayısıyla (1931) başladı. Devamını ise Kojève’in Ecole Pratiques des Hautes Etudes’deki (1933-39) seminerleri getirdi. O günlerde yarı-sessiz durumdaki, ancak söz konusu tarihten itibaren ses getirecek bir grup da (Sartre, Marleau-Ponty, Raymond Aron, Peder Fessard, Brice Parain, Caillois, vb.) seminerleri takip ediyordu. Kojève, Hegel’in din felsefesi, tinin fenomenolojisi, efendi köle diyalektiği, saygınlık için mücadele, kendi için, kendinde, hiçlik, tasarım, ölümüne mücadele içinde ortaya çıkan insanın özü nosyonu ve hatanın doğruya dönüşümü konularında konuşuyordu. Faşizm tarafından kuşatılmış bir dünyada garip konular! Ardından savaş yılları geldi, bu dönemde Hyppolite çevirilerini yayınladı (Phénoménologie de l’esprit [Tinin Fenomenolojisi] 1939 ve 1941’de, Introduction á la Philosophie du droit [Hukuk Felsefesine Giriş] 1940’ta); ve savaş sonrası dönem, Hyppolite’in 1946 tarihli tezinin, Genése et Structure de la Phénoménologie de l’esprit [Tinin Fenomenolojisi’nin Doğuşu ve Yapısı], Kojève’in Introduction á la lecture de Hegel’inin [Hegel’i Okumaya Giriş] (1947), Peder Niel’in Hegel’i konu alan kitabı[7] ve Peder Fessard’ın on farklı dergide yazılarının[8] yayınlanmasına sahne oldu. Bunu takdis merasimleri izledi; Hyppolite Sorbonne’a yerleşti, Hegel yorumculuğu yoluyla burjuva düşüncesinin ustalarından biri olarak yeniden tanındı; her kitapçı vitrininde Hegel tefsirleri, her dönemlik tezde ‘olumsuzun emeği’, her akademik konuşmada efendi ve köle, Jean Lacroix’da bir bilincin ötekine karşı savaşı[9], Petite Logique[10] [Hegel’in Küçük Mantık’ı] üzerine tartışan teologlarımız; ve yeniden can verilen ölü bir beden için yapılan akademik-dini zafer şenliği için gereken diğer her şey.

Bütün bu patırtı ne anlama geliyordu? Cevap verebilmek için birkaç adım geri çekilmek ve sorunu burjuva ideolojisinin tarihi içindeki yerine oturtmak gerekiyor. Hegel’in ölümünü izleyen 120 yıllık süreci takip edersek, burjuva düşünürlerinin ona karşı iki farklı tavır takındıklarını görmek mümkündür: düşmanlık, görmezden gelme, küçük görme, 19. yüzyılın sonuna kadar hâkim eğilim oldu; 20. yüzyılın başlangıcından bu yana ise giderek artan bir ilgi. Bu keskin yön değişikliğini nasıl açıklayabiliriz?

19. yüzyılın sonuna kadar burjuva felsefesi, Hegel’e asla ciddi anlamda ilgi göstermedi. Aslında doğası gereği Hegelci felsefe, yüzyılın ortasından itibaren yükselmeye başlayan burjuvaziyi tatmin edemezdi. 1820’den 1848’e kadar Hegel felsefesi (özellikle de hukuk ve din felsefesi), henüz burjuva devrimini tamamlayamamış geri bir ülkedeki şövalye hiyerarşisi ve yarı feodal yapılara dayanan Prusya monarşisinin en gerici unsurlarının bir teminatı olarak iş gördü. Hegelci sistem, kralı, aristokratları, büyük toprak sahiplerini ve polisi meşrulaştırıyordu; eski düzenin kurumlarını ve üçüncü tabakanın (“sivil toplum”un, burjuvazinin ekonomik etkinliğinin) diğer tabakalara tâbi olmasını meşrulaştırmıştı.

Ancak rasyonel yöntemi sayesinde, tarihi bir süreç olarak kavraması, emek ve diyalektik hakkındaki düşünceleri nedeniyle Hegel’in felsefesi, sadece feodalizmin değil aynı zamanda, Fransa ve İngiltere’de kurulmuş bulunan ve giderek Alman feodal kurumlarının da temelini aşındırmaya başlayan burjuva düzenini bile tartışmaya açabilecek, “eleştirel ve devrimci” bir felsefeyi de teşvik edebilirdi.* Marx ve Engels, Hegel’in kendi gelişimlerinde oynadığı rolü teslim etmiş, onu çok dikkatli bir eleştiriye tâbi tutmuş ve böylece mistifikasyonlardan soyutlayarak onun düşüncesini bilimsel sosyalizmin kuruluşuna katkıda bulunacak bir düzeye çıkarmışlardır.

Mistikleştirilmiş biçimi içinde diyalektik, Almanya’da moda haline gelmişti, çünkü eşyanın mevcut düzenini yüceltir gibi görünüyordu. Rasyonel biçimi içindeyse burjuvazi için bir sıkıntı ve nefret kaynağıydı, çünkü eşyanın mevcut düzeninin olumlu yönünü tanıdığı kadar, mevcut durumun olumsuzlanmasını, zorunlu çöküşünü de tanır; çünkü tarih içinde gelişmiş bulunan her toplumsal biçimi akışkan hali içinde kavrar ve böylece şimdi varolması kadar doğasının geçici niteliğini de hesaba katmaktadır; bunu da dışardan bir şey empoze etmeden yapar, keza özü bakımından eleştirel ve devrimcidir. (Marx, Kapital’in İkinci Baskısına Önsöz)[11]

Sistemin içeriği ve “diyalektik kutsama” gerici bir feodal devletin hizmetinde kullanılabilirdi. Eleştirel, devrimci metot ise, tarihin bilimsel bir teorisini ortaya çıkarmaya yardımcı olabilirdi. Hegelci sistem kapsamında, mümkün olan en önemsiz paya layık görülmüş ve ortaçağa özgü meslek örgütlerinden biri düzeyine indirgenmiş, [diyalektik] yöntem tarafından geleceği tehdit edilen burjuvazi ise, kendini Hegel’de tanıyamadı. Çok öfkelenmiştir. Hegel’i “ölü köpek”* ilan etti (Mendelsshon da Spinoza’yı böyle niteliyordu**) ve kendine başka hocalar aramaya koyuldu.

Burjuvazinin Hegel’e karşı tavrı, kendinden, ekonomik gücünden ve geleceğinden emin olan bir sınıfın tipik davranışıydı. Burjuvazi, her zaman belli bir mesafeyle de olsa, genellikle derinlikli bir biçimde, Devrim döneminin ve İmparatorluk’un [1789 ve Napolyon] sınıf savaşının korkunç somut diyalektiğini yansıtan bir felsefede, kendi kaygılarının karşılığını bulamadı. Ya da, daha çok, kendi yansımasını, burada bulmak istemedi; yakında gelmesi muhtemel olan çöküşünün habercilerini keşfetme korkusuyla, kendi gücünün gerçek kökenlerini araştırmayı reddetti. Hegel burjuvazinin önüne, ya –feodal mutlakiyetçi tipte– gerici kurumların korunması ya da devrim tehdidi gibi iki seçenek koyuyordu. Oysa dönemin burjuvazisi ekonomik liberalizme karşılık gelecek bir liberal felsefeye ihtiyaç duymaktaydı; ufku açık bir geleceğin, kendi etkinliğiyle yasanın uyumunun felsefesine ihtiyaç duyuyordu.

Liberalizmin, doğmakta ve gelişmekte olan burjuvazinin özgün ideolojisini, onun “kendine olan güvenini”, ideal olumlanmasını, dinini temsil ettiğini –ve burjuvazinin, şimdi son evresini yaşamakta olduğumuz emperyalizmin büyük krizine kadar, her fırsatta ve her koşulda, öz-olumlaması olarak liberalizme başvurmaktan vazgeçmemiş olduğunu– vurgulamamız gerekiyor.

18. yüzyıl Aydınlanma filozoflarının, devrimin habercilerinin liberalizmi, bu ideolojinin ilk evresini, henüz taleplerini kabul ettirmeye çalıştığı bir dönemine özgü muhalif ve ütopik evresini oluşturmuştur. Bu, ahlaki ve politik taleplerin, burjuvazinin feodal sistemin yapıları tarafından bastırılan ekonomik ve yasal taleplerini gözden sakladığı, soyut bir dönemdi. Bir kez bu dar yapılar çöktükten ve burjuvazi topluma ekonomik etkinliğinin yasalarını (sanayi serbestîsi, serbest ticaret, serbest emek) dayattıktan sonra burjuva liberalizmi, yeni bir biçim aldı. Daha önce eleştireldi, pozitif oldu; felsefiydi, iktisadi hale geldi. İktisatçılar bu andan itibaren burjuvazinin filozofları haline geldiler (Smith, Say ve onların liberal ekolden izleyicileri, faydacılar, vs.); onların iyimserlikleri, sadece, etkinlik yasalarını evrensel yasalar olarak gördükleri burjuvazinin kendine güvenini yansıtıyordu.

Bununla birlikte bu muzaffer liberalizm, orijinal biçimini uzun süre koruyamadı: varlığını sürdürecekse, tutkularını gizlemek ve maskesinin ardına saklanmak durumundaydı. 1848’de işçilerin ilk ayaklanmayı başlatmalarının ardından, bu ilk krizin sonrasında, burjuvazi geri kalanları koruyabilmek için bazı ayrıcalıklarından vazgeçmek durumunda kaldı. Kaderini “güçlü adamların” (III. Napolyon, Bismarck, vb.) ellerine teslim etti ve kendini ‘işe’ verdi. Pozitivizm bir anlamda bu geri çekilişin ‘betimleyici’ felsefesi oldu. İktisattan geri çekilirken, pozitivizm, hızla gelişen doğa bilimlerinin en soyut biçimlerini burjuva düzeninin meşrulaştırılmasına bağlama sancıları içindeydi. Liberalizm asla yok olmadı. Kapitalist yoğunlaşmanın amansız gelişimi, krizler ve giderek daha şiddetli bir hal alan sınıf kavgası biçimleri (Fransa’da Haziran günleri, Paris Komünü’nün bastırılması) tarafından, derece derece ekonomik ve politik hayatın dışına sürülerek, felsefeye sığındı. 19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca tüm batı Avrupa’da gözlemleyebileceğimiz “Kant’a dönüş”ün gerçek arkaplanı budur.

1 - 2 - 3 - 4

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP