Zaferler

Alain

Bir insan mutluluğu aramaya başladı mı, onu bulamamaya mahkum demektir; bunun anlaşılmayacak bir yanı da yoktur. Mutluluk o vitrindeki, bedelini ödeyip sardırarak alıp götürebieceğiniz eşya değildir, iyi dikkat etmişseniz, o eşya vitrinde kırımızıysa, evinizde de kırmızı; vitrinde maviyse, evinizde de mavi olacaktır. Oysa mutluluk, ancak onu ele geçirdiğiniz zaman mutluluk olur; onu, çevrenizde, kendinizin dışında arayacak olursanız, hiçbir şey size mutluluk gibi görünmez. Yani, mutluluk üzerine ne mantık yürütebilirsiniz, ne de bir tahminde bulunabilirsiniz; onu hemen elde etmek gerekir. Mutluluğu gelecekte görüyorsanız, iyi dü­şünün, ona şimdiden sahipsiniz demektir. Ummak, mutlu olmak demektir.

Şairler, çoğu kez düşüncelerini iyi ifade edemezler; nedeni de belli: Heceleri kafiye düzenine koymak için o kadar zahmet çekerler ki, bilinenleri yinelemekten ileri gidemezler. Mutluluğun uzaktayken pırıl pırıl parladığını, ama elde edilince hiçbir değeri kalmadığnı söylerer; tıpkı gökkuşağı­nı yakalamak ya da bir kaynağı avcunun içinde tutmayı istemek gibi bir şey. Ama, bu basmakalıp bir sözdür. Mutlulu­ğun peşinde koşmak sözde mümkündür ama, gerçekte de­ğil; çevrelerinde mutluluk arayanları en çok üzen nokta, bir türlü onu istemeyi başaramayışlarıdır. Briç oynamak bana hiçbir şey ifade etmez; çünkü ben briç oynamam. Boks ve eskrim için de durum böyle. Müzik de, ancak birtakım güç­lükleri yenmesini bilenin hoşuna gidebilir; okumak da öyle. Balzac'ı okumaya girişmek için cesaret ister; başlangıçta adamı heyheyler basar. Tembel okuyucuya dikkat edin: Yaprakları karıştırır, şurasından burasından birkaç satır okur kitabı fırlatıp atar. Okuma mutluluğu o kadar umulmadık bir şeydir ki, tiryaki bir okuyucu bile buna şaşmaktan kendini alamaz. Bilgi uzaktan hoşa gitmez, içine girmek gerekir. Başlangçta kendini sıkıntıya sokmak, sürekli olarak da güç­lüğe katlanmak gerekir. Düzenli bir çalışma ve üst üste elde edilen zaferler; işte mutluluğun formülü! Yapılan iş, kağıt oyunu, müzik ya da savaş gibi, birçok kişi tarafından birlikte yapılan bir işse, mutluluk o oranda güçlü olur.

Ama hareket, çalışmak, zafer gibi aynı nedenlerden ileri gelen gizli mutluluklar da vardır; öreğin, birbirine çok benzeyen cimrinin ve koleksiyoncunun mutlulukarı gibi. Eski altınları çömleğe dizen cimriyi neden ayıplar da, vitrinlere zümrütler, fildişleri, resimler ya da ender bulunur kitaplar dizen kişilere hayran oluruz? Altınları başka zevkler uğ­runa bozdurmayan cimriye kıarız, oysa nice kitap koleksiyoncuları vardır ki, kirlenmesinler diye kitaplarına el sürmezler. Gerçekte bu mutluluklar, bütün mutluluklar gibi, uzaktan tadılabiecek şeyler değildir; posta pullarını koleksiyoncu sever, aynı pullardan ben bir şey anlamam. Boksör boksu sever, avcı avı, politikacı politikayı... İnsanlar serbest hareket içinde mutludurlar; kendilerine çizdikleri kurallar yüzünden mutludurlar; bilimde ve futbolda olduğu gibi, kö­rü körüne kabul edilen disiplin yüzünden mutludurlar. Uzaktan bakılınca, bütün bu sorumluluklar insana çok sıkı­cı, tatsız şeyler gibi görünür. Mutluluk, peşinden koşmayanları gelip bulan bir ödüldür.

Kaynak: Alain - Mutlu olma sanatı

Bilgi nedir ve nasıl oluşur?

Bilim, yalnızca bir bilgi edinme etkinliği değildir. Onun bir eylem yönünün olduğu da unutulmamalıdır. “Bilimsel araştırma”, “bilimsel davranış” gibi deyişler, bilimin bu yönünü göstermektedir. Bunlar ileriye bırakılıp, yanıta,“Bilgi nedir?” sorusuna yanıt aranan, “bilgibilim” (epistemoloji) noktasından başlanabilir.

İnsan da doğanın bir parçasıdır. Öteki canlılar gibi nesneler dünyasında yaşar. Ancak, onlardan ayrı olarak, cansız doğa, canlı varlıklar ve kendisi hakkında bilgiler edinir. Bilgi edinmekle kalmaz, bilgilerine göre davranır. Bu bakımdan insanın, “nesneler dünyası” yanı sıra bir “simgeler dünyası” içinde yaşadığı söylenebilir.

Hayvan belli bir anda bir şeyi yapar. Otlanır, avlanır veya çiftleşir. İnsan, hayvanlardan farklı olarak, genellikle iki işi birden yapar. Yaptığı hemen her şeyi simgeleriyle kafasında da yapar ve belleğine atar. Bu gerçeğe dayanılarak, şimdilik, bilginin nesneler dünyasının insanın kafasındaki (beynindeki, zihnindeki) simgesel yansıması olduğu söylenebilir.

Ancak, düşünceler nesneler evreninin bir simgesel yansıması olarak başlasa da, düşünme eylemi onunla bitmez. İnsan nesneler kadar nesnelerin simgeleri üzerinde de düşünür. Bununla kalmaz, nesneler evreninde karşılığı bulunmayan simgeler yaratıp onlar hakkında da bilgi biriktirebilir. Daha önemlisi, simgeler, simgelerden kurulu düşünceler, her zaman kafatasının sınırları içinde kalmaz. İnsanın eylemini, davranışını, dolayısıyla dönüp, nesneler evrenini etkileyebilir.

Bu noktada, bilginin ne olduğunu daha eksiksiz kavrama yolunda bir adım daha atma olanağı buluyoruz. İnsanın doğayı ve doğanın bir parçası olarak kendisini, toplumunu öğrenip etkilemesi “emek etkinliği” yoluyla gerçekleşir. Gene hayvanlarla bir karşılaştırma yapılabilir. Hayvanlar gereksinimlerini karşılama, yaşamda kalabilme yolunda “çabalama” denebilecek davranışlar gösterirler. İnsan bunun yanı sıra “emek” döker. Emek etkinliği ise, bedensel çalışma ile birlikte kafayı çalıştırmanın ve bunların ürünleri olarak “maddesel araçlar” ile “simgesel araçlar” olmak üzere dördünün birlikte kullanılmasıyla gerçekleştirilir.

Kimi bilginlerin, insan için, “araç yapan canlı” anlamına gelen, Latince bilim kavramıyla Homo faber deyişini kullanmaları, boşuna değildir. Kavramı ilk olarak (paratonerin de bulucusu olan Amerikalı bilgin ve politikacı) Benjamin Franklin (1706-1790) kullanmıştı. Marx (1818-1883) Kapital adlı başyapıtında, emek etkinliğinin önemini vurgularken bir dipnotunda (1), insanların arı, karınca gibi hayvanlardan ayrı olarak, araçlarını değiştirip geliştirdiklerini yazmıştı. İngiliz bilimcisi Kenneth P. Oakley yapıtına “Araç Yapan İnsan” (2) adını vermişti. Burada söz konusu ettiğimiz yalnızca “maddesel araçlar” değil, aynı zamanda “simgesel araçlar”dır. Simgesel araçların önemine Alman bilgin Ernst Cassirer (1874-1945) dikkat çekmiştir. Öteki hayvanların da bazı nesneleri araç olarak kullanabilip, tek tük araçlar yapabilirken, bir araç türünün yalnızca insanlarca yaratılıp kullanıldığını yazmıştır: simgesel araçlar. Bu olgudan giderek insanı Homo symbolicum (3) olarak tanımlamıştır.

Yukarıdaki bilgilerin ışığında, genel olarak bilginin insanın “simgesel araçlar” takımını oluşturduğu söylenebilir. Onu daha iyi kavramak için, nasıl edinildiğine, nasıl kullanıldığına bakmak gerek. Ondan sonra “bilimsel bilgi” türünün incelenmesine geçilebilir.

Bilgi edinmenin önkoşulu “bilen özne” ile “bilinen nesne” ayrımının varlığıdır. Bunun anlamı, canlılığın evriminde simge işleyebilecek niceliğe (iriliğe) ve niteliğe (bozmaddeye, neo-kortekse) sahip bir beyne ulaşılmış olmasıdır. Yetmez, bu olgunun, yani simge işleme (düşünme) yetisinin bilincine erilmiş olması gerekir. Bilinen evrende bu anlamda bilince sahip olan (bildiğini bilen) tek varlığın insan olduğu da kabul edilmelidir.

Bunun “sözünü etmeye bile gerek olmayan apaçık bir gerçek” olduğunu söyleyebileceklere bir yanıtımız var: Onlara, ancak “imge” işleyebilip “simge” bile işleyemeyecek düzeyde bir beyne sahip hayvanların düşündüğünü söyleyenleri gösterebiliriz. Dahası bitkilerin, hatta cansız doğa güçlerinin bile düşündüğünü düşünenlerin dün olduğu gibi bugün de bulunabileceğini anımsatırız.

Öte yandan doğru düşünme ve gerçeği bilme yetisini, tek “bilen özne” olan insandan “esirgeyenler” vardır. Gerçekten, “her şeyi bilme” gücünü, beyni şöyle dursun hiçbir maddesel varlığının bulunmadığı söylenen, “aşkınözne” denebilecek sanal varlıklara “bağışlayan” inançlara sahip kimselerin varlığına ne demeli? Bu kimselerin, insanlığın kültürel evriminde, “bilim çağı” denebilecek düzeye ulaşılan bir yüzyılda, bilimsel eğitim kurumlarını bile ele geçirebildikleri akıldan çıkarılmamalı.

Adı “Bilim Araştırma Vakfı” olan bir kuruluşun başyazarının, Hayalin Diğer Adı: Madde (4) başlığını taşıyan yapıtına bakın: Kapak resminde ve kitabın içinde, bir parkta görülen ağaçların, insanların kafasındaki imgesinin ve bilgisinin gerçeği (gerçekliği) yansıtmadığı ileri sürülmekte. Kanıtı: bunların beynimizdeki elektrik sinyallerinden başka bir şey olmadığı. Dolayısıyla bu tür görüntülerden oluşturulmuş bu dünya bilgilerimizin aslında yanılsamalar olduğu. Buradan giderek “düşünür ve yazar” parkın, ağaçların ve insanların (bu dünyanın) aslında var olmadığı yargısına varmaktadır. Bu kanıtlarını “Madde yoksa Allah vardır ve bütün o görüntüleri yaratan Allah’tır” (5) sonucuna bağlamaktadır. Kendisine hak verenler bu görüşlerini destekleyecek düşünceleri felsefede (örneğin Platon’un ve Plotinus’un düşüncelerinde) ve dinde (6) arayıp bulmakta güçlük çekmeyeceklerdir.

Parkın, ağacın, insanın kafamızdaki yansısı (bilgisi), kuşkusuz, nesnel dünyadan gelip duyu organlarıyla, elektrik akımlarına kodlanarak sinirler üzerinden gönderilen sinyallerden beyinde oluşturulmuş görüntülerdir. Gözümüze ağacın budağı girip, beynimizde mikroskobik boyutlara indirilmiş insanlar dolaşacak değil ya! İnsanın bütün bilgileri (yazarın bu dünyayı yadsıyan görüşleri içinde) simgelerden kurulan düşüncelerden oluşur. Nereden gelir bu düşünceler? İnsan doğarken beyninde tek bir bilgi ile (örneğin bilginin taşıyıcısı anadilden edinilmiş tek bir sözcükle) gelmediğine göre, kaynağı başka yerde aranmalı. İlk kaynakları doğa nesneleri ve doğa olaylarıdır. Son kaynağı, doğanın, duyu organlarımız kanalıyla ışık, ses gibi uyarıcı özelliklerine dayanılarak beyinde yaratılan imgelerle ve simgelerle kurulan görüntüleridir. Giderek, ya onların (“guguk kuşu” gibi) doğadan alınan, ya da (“doğa yasası”, “orman yasası” gibi) kafada yaratılan simgelerine dayanılarak verilmiş adlar, kavramlardır.

Ancak, kafamızdaki görüntüler, adlar, kavramlar konusunda özen gösterilmesi gereken bir gerçek var: Kafamızda olsun, televizyon ekranında olsun, iki tür görüntü bulunmaktadır: Doğada nesnel karşılığı bulunanlar ve bulunmayanlar. Parkta gördüğümüz (göstericileri coplayan) polisin kafamızdaki görüntüsüyle televizyondaki bir aksiyon filminde gördüğümüz (çatıdan çatıya uçan) polisinki, “ikisi de görüntü” diye, aynı çuvala konup varlıkları yoklukları hakkında ikisini de kapsayacak yargılara varılmamalı. Aynı çuvala koymak, çarpık bir gerçek, çarpık bir bilgi, çarpık bir “bilim”, çarpık bir “araştırma” anlayışı olur.

“Bilgi nedir?” sorusunun yanıtına, somuttan alınan bir örnek ve ona dayanacak soyut bir yargı ile şöyle nokta konabilir: Uyurken telefonunuz çalıyor. Açıyorsunuz, sevgilinizin sesi. Doğum gününüzü kutluyor. Düş mü, gerçek mi? Bir haftadır dargınsınız. Duyduğunuz kuşkusuz onun (kendi) sesi değildir. Sesinin, yarattığı titreşimlerle, elektrik sinyalleriyle birçok aracıda, birçok aşamada dönüştürülüp kodlanmış karşılığıdır. Onun gerçek duygularını yansıtıp yansıtmadığını belki bilemezsiniz. Ama gerçek konuşmasını yansıtıp yansıtmadığını, düşünüzde konuşup konuşmadığını anlamak güç değil. Ertesi gün gidip sorarsınız: “Sen mi telefon açmıştın dün gece yarısı; uykuluydum; ne demiştin, tam anlayamadım?” Yüz yüze gelmenize bile gerek yok. Sabahleyin uyanınca telefon açıp onaylatmanız yeter.

Yukarıdaki örneğin de gösterdiği gibi, imgeler (özürlü algılama ürünleri de olabilirler), simgeler (içlerinde gerçekliği yeterince doğru yansıtmayanlar da bulunabilir), kavramlar (gerçekliği yeterince karşılayıcı olmayabilirler), bilgiler (duygularla çarpıtılmış olabilir ya da yeterli gözlemlere dayandırılmış bulunmayabilirler) gerçekliğin, simgelerden kurulu olup, onu çeşitli oranlarda kapsayıp yansıtan “modelleridir”.

Gerçekliği (kasıtlı - kasıtsız) yanlış yansıtan, çarpıtan, tepetakla gösteren modeller de üretilmiş olabilir. Onların gerçekliği doğru yansıtıp yansıtmadıkları, ne ölçüde yansıttıkları araştırılabilir. Böyle bir araştırma bir yandan (mantıksal tutarlılığına bakmakta olduğu gibi) simgesel araçlarla kafada, konuşmalarda ve tartışma yazılarında yürütülebilir. Öte yandan, geçekliğin (olguların) simgesel modelleri, yaşam pratiğiyle, deneyimle, emek etkinliği (üretim etkinliği) sırasında sınavdan geçirilebilir. Gerçekliği yansıtma dereceleri, konu ona uygunsa laboratuvar deneyleriyle bilimsel doğrulama - yanlışlama yöntemleriyle ortaya konabilir.

Örneğin “ısıtılan metallerin genleştiği” sanısı doğmuşsa ya da ortada böyle bir kanı varsa, o “bilimsel varsayım” değerindedir. Gerçekliği yansıtıp yansıtmadığı araştırılabilir: Bir at arabası tekerleği çemberi, soğukken dar gelip takılmazken, ısıtılınca tekere kolaylıkla geçirilmiş, soğuyunca onu sımsıkı sarmışsa, o konudaki bilgimiz gerçekliği doğru yansıtmaktadır. Bu örnek de gösteriyor ki, bilen özne olarak insan gerçekliğin doğru bilgisini hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kesinlikle edinebilir.


Kaynak: Alâeddin Şenel - Bilim ve Bilimsel Yöntem


Dip Notlar:

1) Karl Marx, Kapital, Çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 2011.

2) İng. Man The Tool Maker, K. P. Oakley, 6. Basım, Chicago, 1976.

3) Ernst Cassirer, Philosophy of Symbolic Forms, Yale Universty Press, Three Volume. Türkçede, Sembolik Formlar Felsefesi, Çev. Milay Köktürk, Hece Yayınları, 3 Cilt, Ankara, 2005.

4) Harun Yahya, Hayalin Diğer Adı: Madde, Kültür Yayıncılık, İstanbul, 2001.

5) Age, s.194.

6) Dünya yaşamının bir oyun olduğu hakkında bkz. Kuran, En’am, 32; Ankebut, 64; Allah’ın her an (görüntüler?) yaratması hakkında bkz. Rahman, 29.

Adalet ve Adaletsizlik

Toplumsal-siyasal bilinçte büyük bir rol oynayan, normativ ahlâk kavramları. Edimleşmiş ya da dü­şüncedeki bir durum, insanın özüne, haklarına ve gereksinimlerine uygun düşen ve karşılık veren ya da onlarla çatışan, bu nedenle de düzeltilmesi gereken bir durum oluşuna bakılarak, Adalet ve Adaletsizlik terimleri içinde tanımlanır. İyi ve kötü kavramlarından farklı olarak, Adalet ve Adaletsizlik kavramları, yalnızca tek bir fenomene bakılarak değil, ama iyi ile kötü­nün insanlar arasında nasıl dağıldığı açı­sından birçok fenomene toplu olarak bakı­larak da ortaya konur. Böyle bir şey, özellikle kişilerin (sınıfların) toplumda oynadıkları rol ile kendi toplumsal konumları arasındaki, yapılan çalışma ile karşılığının alınması arasındaki; emek ile emeğin karşı­lığı, suç ile ceza, insanların meziyetleri ile insanların toplumda kabul görmeleri arasındaki; haklar ile ödevler arasındaki, vb. karşılıklı bağıntıyla ilgilidir.

Adalet ve Adaletsizlik kavramlarının içeriği, tarihsel olarak belirlenimlidir. Marx ve Engels’e göre, emekçi kitleler, Adalet ve Adaletsizlik kavramları içinde ele alınabilirler; ancak, böyle bir şey, nesnel tarihsel yasaların bilinçli olarak anlaşılmasıyla aynı şey değildir. Onun için, bilimsel toplum tarihi kuramı, Adalet ve Adaletsizlik kavramlarından kalkarak sonuçlamalara varmaz.

Yine de bu kavramlar, bu gibi yasaların işleyişinin iç­ güdüsel olarak farkına varılabileceğini yansıtır; örneğin, emekçi kitlelerin kapitalist toplumu adaletsiz olarak görmeye baş­lamaları, bu sistemin tarihte ömrünü doldurmaya başlamış olduğunu gösterir.

Kaynak: İvan Frolov - Felsefe Sözlügü

Halil Cibran'dan seçme aforizmalar

1-Eğer var oluş, var olmamaktan daha iyi olmasaydı, hiçbir varlık olmazdı.

2-İnsanlık, ezel vadilerinden ebed denizine akan bir ışık nehridir.

3-Hem sonsuz ölçüde büyük olan ve hem de sonsuz ölçüde küçük olan biziz; ve biz aynı zamanda ikisi arasındaki yoluz.

4-Ben, bu ulu okyanusta bir damlayım yalnızca.

5-Kardeşlerim şimdi ne söylüyorsam tek yürekten, yarın söylenecek binlerce yürekten.

6-Beni sempatilerinin sütüyle besliyorlar; oysa bilseler benim o mamadan daha doğduğum gün vazgeçtiğimi.

7-İnsan, binlerce yıl evvel, deniz ve rüzgârın sözcükleri kendisine hediye etmesinden önce; sık ormanlar içinde kaybolan benliğini arayan, zihni karışmış bir yaratıktı. Durum bundan ibaretken, yalnızca dünü bilen cılız seslerle eski günlerimiz hakkında nasıl yorum yapabiliriz?

8-İnsan kalbi yardım için yakarır insan ruhu kurtuluş için yalvarır. Duymadığımız anlamadığımız için çığlıklarına kulak vermeyiz. Ancak duyana ve anlayana deli deriz ve ondan kaçarız.

9-İnsanın içinin zenginliği yüzünü güzelleştirir ve sevecenlik ve saygıyı doğurur onda. Her varlığın canı gözlerinde, çehresinde, bedeninin tüm devinimlerinde ve her türlü davranışlarında ortaya konmuştur. Görünüşümüz, sözlerimiz ve tavırlarımız kendimizden daha büyük değildir. Çünkü can bizim yuvamız, gözler onun pencereleri ve sözlerimiz de onun bildiricileridir.

10-Dostum, ben göründüğüm gibi değilim. Görüntü, kuşandığım bir giysidir ancak -beni senin kuşkularından ve seni benim ihmallerimden koruyacak dikkatle dokunmuş bir giysi.

11-Kalbiniz gecelerin ve gündüzlerin sırrını sessizce bilir Ancak kulaklarınız, kalbinizin bilgisini işitmek için deli olur.

12-Kalplerimizin esrarına ancak kalpleri sırlarla dolu olanlar yol bulabilir.

13-Düşüncelerinizde daima bildiğinizi, kelimelerde de bileceksiniz. Rüyalarınızın çıplak bedenine parmaklarınızla dokunabileceksiniz. Ve böyle de olması gerekir.

14-Malınızı çalmak için fazla vicdanlı olan bazı insanlar, düşüncelerinizi bozmakta bir sorun görmezler.

15-Özel ve ayrımcı olmayalım. Unutmayalım ki, şairin aklı da, akrebin kuyruğu da gururla aynı yeryüzünden yükselir.

16-Yüreğin bir volkansa eğer, avuçlarında çiçekler açmasını nasıl umabilirsin?

Bilmek, düşünmek ve hayal etmek üzerine

Ünlü Fransız dünürü ve matemaktiçisi Descates’ e göre akıl, insanlar arasında en adil bir şekilde dağıtılmış olan zenginliktir veya, en azından, O, insanların buna inandıklarını düşünmekte­dir. Hemen ekliyor ve aşağı, yukarı şöyle bir şey diyor: "Hiç baş­kasının aklını kıskananı görmedim. Herkes kendi aklını beğendi­ğine göre kimsenin kendi aklından şikayeti olmasa gerek." Ha­yatın bilinmeyenleri üzerine ahkam kesmekte üzerimize yoktur ya. Bu hemen hemen hepimizin sıklıkla başvurduğumuz bir yol­dur.

En çok ahkam kesilen konulardan bir tanesi de beynimizdir. "in­san beyninin sadece yüzde yirmisini kullanıyormuş. Yok canım demeyin. O halde falanca bey en azından yüzde kırkını kullan­maktadır." Pazarlık sürer gider: Yüzde yirmibeş, yok otuz olsun. Ölçme ve değerlendirme araç ve yöntemlerinin akılcılıktan uzak­laşıp kişiselleşme ve tercihlerin emrine verildiği sürece daha farklı sonuçlar nasıl beklenebilir ki?

Nasılsa "Bol" kese elimizin altındadır. Kırk, kırkbeş, elli. At atabildiğin kadar, elini, dilini tu­tan mı var? Başkalarının konuştuğu yerde sen ne diye susacakmışsın ki? Sen de söyle, başkaları da söylesin, hep beraber söyleyelim. Ortaya bir curcuna çıkarmış, kimin ne umurunda? Uyumlu ve tek, tek ne dediği anlaşılan sesler yerine bir uğultu hakim olurmuş etrafa. Olsun varsın, en çok sizinki duyulduktan sonra sesinizi nerede ve ne biçimde kullandığınızın bir önemi olabilir mi? Yeter ki "Ben" olayım ve benim dediğim olsun, be­nim dediğim olsun da bu yeter.

Nelerin gerçek ve doğruların neler olduğu hiç önemli değildir. Ya başkalarına neler olduğu! Onları boşver canım. Şimdi sırasımı bunun? Benim o güzelim bencilliğim ve vıcık vıcık çıkarcılığım hedefine ulaşıyor ya, daha başka ne isteyebilirim ki? Hayatım boyunca kendi dışımda, yani benim çıkarlarımın ve çıkarlarımın söz konusu ortamların dışında hiçbir şey için endişe etmemiş ve hiçbir şeye itibar etmemişsem bundan başkalarına ne? Ama çı­karlarım gerektirdiğinde, ki bana göre yeri ve zamanı gelmiştir, burnumu herkesin işine sokarım. O benim doğal hakkımdır. Ma­demki gücüm (Kaba) var, kullanırım kullanabildiğim kadar. Hem de bütün temelsizliklerin ve çarpıkların sonunun mutlak bir hüs­ran olduğu ve olacağı çıplak gerçeğine aldırmaksızın. Aslında amacımız bunlardan sözetmek değildi ama yazı ister istemez buralara kadar gelmiş oldu. Aynı düşünüre göre; "Zihnin mü­kemmeliyeti için iyi hatırlayan bir bellek, kolay ve çabuk kavra­yan bir düşünce ve açık ve seçik bir hayal gücüne ihtiyaç var­dır." Yani önce bileceksiniz ki hatırlayasınız, yansız düşünebile­ceksiniz ki çabuk ve kolay kavrayasınız ve sizin dışınızdakiler için de bir endişeniz olacak ki hayalgücünüz seçkin olsun.

Eğer bellekte hatırlanmaya değer ve bir gayret sonucu elde edil­miş kayda değer bir şey yoksa neyi hatırlayacaksınız? Fikirsiz zikire devam. Eğer bencilliğiniz yansız düşünebilmek becerinizi tamamen köreltmişse bırakınız kolay ve çabuk olmasını, kavra­yabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Düşündüğünüzü söyledikleriniz aslında değişmez önyargılardır. Bencillik, alanınızın dışında ka­lanlar için hiç tasa, kaygı ve sevgi duyamamışsanız eğer, hayalgücü nasıl seçkin olabilir? Düşünceye egemen olan yanlılıkla özürlüdür. Ancak işin esas ilginç ve tehlikeli olanı, kişinin bütün bunların farkına varamadan toplum adına söz söylemeye ve iş­levlerde bulunmaya kendisini yetkili görmesidir. Ama bu bir kez olur, iki kez olur, veya birçok kez olabilir. Ama bir gün gerçeğin açık yüzü bir şamar gibi iniverir suratına. O zaman kendisi ile il­gili gerçeği görme şansını elde eder. Ancak bir de yüzsüzlük ek­lenmişse önceki sıfatsızlıklarına bu treni de kaçırır. Biraz öfke ve biraz da kırgınlıkla işi idare eder, çıkar işin içinden ve aklısıra zevahiri de böylece kurtarmış olur.

Ünlü Türk bilimadamı, matematikçi Prof. M. Namık Oğuztöreli' nin yıllar önce İstanbul Teknik Üniversitesi'nde verdiği bir kon­feransı dinlemiştim. Bundan tam 23 yıl önceydi. Konferansın ko­nusu sadece iki hücreden oluşmuş ilkel (primitive) bir insan bey­ninin kontrolü idi. O tarihlerde ben de teorik bir alandaki "Dokto­ra" çalışmamı sürdürmekteydim. Görebildiğim ve anlayabildiğim kadarıyla teorik ve uygulamalı matematiğin bütün klasik ve po­püler dallarını kullanmakta ve, kendi ifadesine göre, çok iyi bir fizyolog ile 5 yıldır beraber çalışmaktaydı. Bütün bunlara rağ­men elde ettiği sonuçların çok önemsiz olduğunu söylemektey­di. Şimdi bir de, değişik yapı, güç ve değişkenlik özelliklerine sa­hip milyarlarca hücreden oluşmuş ve zihnin dışında sayılamaya­cak kadar çok işlevi de üstlenmiş olan insan beyninin kullanımı üzerinde ahkam kesmenin ne mene bir iş olduğunun gelip de çıkıverin içinden. Pekala acaba şöyle ifade edebilir miyiz? Bilgi düzeyinin ne olmasını öğrenme belirler. Öğrenmek ise algıla­makla olur. Ya görecek, ya işitecek ya da dokunacaksınız. İşte bu aracı ortamlar yoluyla bilgiyi belleğe her aktarmanızın alacağı bir asgari zaman vardır ve bu sınırlama ömrünüz boyunca belliğinize atacağınız bilgi miktarını da yukarıdan sınırlar. O hal­de belleğin çok az bir kısmını kullandığımız ifadesinin doğruluk payı yüksektir diye düşünebiliriz. Ama düşünce için bu denli bir sınırlama olduğunu sanmıyoruz. Hele iyiyi, güzel olanı bulmakta düşüncenin hiçbir sınırlama ile kayıt altında olduğunu söyleyemeyiz. Hayalgücüne gelince, orada tam bir özgürlük vardır. Kendini aşabilmeyi her başarış onun ufuklarını aydınlık sonsuzlukla­ra taşıyacaktır. Klasik mekaniğin babası, ünlü İngiliz fizikçisi Sir I. Newton bakınız ne demiş: "Dünya beni nasıl görüyor bilmiyo­rum ama bana göre ben sahilde oynayan ve kendini şu an ve gelecekte çakıl taşlarının biraz daha parlaklarını bulmaya yö­neltmiş küçük bir çocuk gibiyim. Ama gelin görün ki koskocaman okyanus bütün keşfedilmemişliği ile karşımda yatıyor." Newton bunları dünya biliminin doruğunda iken söylemiş, bilimin sırları okyanusta ise, orada ayaklarının ıslanmış olmasına bile kendini layık görmemiştir. Mutlu olabilmenin sırrı, kendimizi bilmekten, tanımaktan ve aşmaktan geçer. Bu mücadeleyi kazanmamış ama fikirsiz zikirde bulunmayı marifet sayan ve bu durumlarının farkına varmadan toplumsal yetkilere talip olmayı alışkanlık hali­ne getirmiş olanlardan Allah hepimizi korusun.

Kaynak: İ.Reşat Özkan - UZUN İNCE BİR DÜŞÜNCE

Miletliler'in Teorileri

Yunan materyalizminin büyük değeri, dünyanın kuruluşu üstüne mitolojiye değgin fikirlerin ve dinî mahiyetteki evrenin yaratılış bilgilerinin (cosmogoni) yerine doğanın sonsuzluğu ve yokolmazlığı doktrinini ve bütün doğa olaylarının başlangıç ve gelişme teorisini ortaya koymuş olmasındadır.

Materyalizmin en eski temsilcileri, varlığın kökünde tanrısal bir eylem değil tek maddî bir ilke, bir "ilk madde" bulunduğunu zaten ifade etmişlerdi. Demek ki onlar, dünyanın maddî niteliğini ve çeşitli olayların hareket (devinme) halindeki maddenin çeşitli biçimlerini temsil ettiklerini ileri sürüyorlar. Fizik, masalın yerini alıyor. Dünyaların meydana gelişi ve gelişim seyirleri doğal süreçlerle belirlenmiş­tir. Hattâ, yıldızlar da, Platon, Aristoteles ve stoacıların kendilerini her zaman yerleştirecekleri yerden, tanrıların katından madde sırasına gelirler.

Milet'li Thales temel unsurun su olduğunu ilân ediyordu. Aristo'ya göre, o bu görüşünü gözlem üstüne kuruyordu: her varlık, yani her bitki yaş tözlerle (cevherlerle) beslenir, herşeyin ya tohumu ya da filizi yaştır ya da neme ihtiyacı vardır. Nihayet, su donup katılaşarak ya da buharlaşarak her şeyi üretir, toprak bile suyun ya yatağı ya da deposudur.

Şunu eklemek gerekir ki, Thales, maddeyi (hyle) ancak onun içinde var olan ve onu canlandıran bir kuvvetle (zoe) birlikte tasarlıyordu. Su, hayatı ve onun bütün belirtilerini bizzat kendi özünde ihtiva eder. Bunun içindir ki ilk materyalistlerin felsefesine "hylozoisme" denilir. Bu felsefede devindiren (muharrik) devinenden (müteharrik) ayrılmamış­tır, devindiren, hareket veren, doğanın dışında değildir.

Thales'de herşeyin "tanrıyla dolu" olduğunun belirtilmesi yalnızca, maddeye gene kendisi tarafından can verildiğinin saptanması anlamına gelir.

Her hareketin nedenini bazı doğaüstü dış etkenlerde değil doğrudan doğruya maddenin içinde arayan bu felsefenin çok büyük tarihsel önemi oldu. Herzen, "Doğanın incelenmesi üzerine mektupları'nın" (Les letters sur l'etude de la nature) üçüncüsünde doğru olarak şu gözlemde bulunuyor.

"Thales'in doğaya başvurduğu andan itibaren Olympos'un kaderi çizildi; Thales, doğada gerçeği arayarak ve puta tapıcı tanımlamaları hesaba katmaksızın kendi anlayışını açıkladı, lyonyalılar'ın içinde yaşadıkları atmosfer Eleusis’in esrarlarının ölümünü filiz halinde içinde taşıyordu. îyonyalılar’ı, şeylerin temel unsuru olarak amprik bir eleman seçmeleriyle ortaya çı­kan, düşün alanındaki yetersiz kavrayışları yüzünden kınayacak bir kimse haklı olurdu; ama öte yandan Yunanlıların, ilkelerini doğanın dışında değil içinde aramaya, sonsuzu, sonu olanda, düşünceyi varlıkta, ölümsüzü ölümlüde aramaya sevkeden salt gerçekçi olan dirayeti en doğru biçmide değerlendirmek de önemlidir. Onlar, bilimsel bir alana el atmışlardı."

Devinme halindeki sonsuz bir madde kabul edilen suyun, temel unsur olarak anlaşılması, herşeyin sudan çıktığı ve suya geri döndüğü fikri, maddenin bir durumdan ötekine geçişi üstüne materyalist teorinin parlak bir taslağını teşkil ediyordu. Bilimsel ve rasyonalist yol açı­lıyordu.

L. Mabilleau bunları geçen yüzyılda çok iyi anlatıyordu:

"İngiliz kimyacısı Prout, basit olarak bilinen cisimlerin, her ne kadar bir an için indirgenemez gibi görünseler de, birbirlerinden bağımsız olamıyacaklarını bulunca, bu cisimler içinde en hafif ve en basit olanını, hidrojen'i seçti ve bunun ötekilerin ilk maddesi olduğunu, ötekilerin bunun elemanlarının gittikçe artan bir yoğunlaşması ile birbiri arkasından sırayla meydana geldiklerini tasarladı. Bu, Thates'in yapmış olduğuna benzer bir şey değil miydi? Evrensel bileştirici (terkip edici) rol ile yü­kümlü elemanın, Yunan fizikçisi tarafından yanlış seçilmiş olması ve bu yanlış seçmin, bugün çocukça bulmağa kendimizde hak gördüğümüz nedenlerle yapılmış olması o kadar önemli değildir; ilke konmuştur ve devam edecektir."

Benzerliklere elbette aşırı bir önem verilmemelidir. İlkçağ Yunan bilginlerinin hava, su, toprak vb. arasındaki kimyasal ayrılıklar üstüne hiçbir fikirleri yoktu. Bu elemanların fizik özelliklerini de hemen hemen hiç bilmiyorlardı. Bunun içindir ki örneğin ateşin topraktan, havanın ateşten, suyun havadan doğduğunu ifade ederek, çok kez, doğa olaylarının dıştaki ve görünen benzerlikleri ve ayrılıkları üzerinde duruyorlardı. Bu tanımlamalar ne kadar safça olurlarsa olsunlar, fizik ve kimyanının sonraki buluşlarına ne kadar aykırı bulunurlarsa bulunsunlar, bu durum, onların dünyanın maddî birliği (unite) konusunda derin bir önsezi taşımalarını önlemez, ve bu önsezi İlkçağ materyalizminin başlıca kazancını teşkil eder.

Thales'in vatandaşı, ve öğrencisi Anksimenes temel unsur olmak rolünü havaya verir. Seyrekleşmiş hava, ateşi, yoğunlaşmış hava rüzgârı, bulutları, suyu, toprağı ve sonunda taşı yaratır. Böylece nicelikte bir değişme nitelikte bir değişmeyi anlaşılır kılmakta, izah etmektedir.

Felsefe tarihçileri, Anaksimenesin, değişkenliği, devingenliği, biçim değiştirebilirliği ve varlığının evrenselliği ile; yağmuru, onun sonucu olarak balçığı ve ateşi meydana getirir görünüşü ile "hava"yı genel temel unsur olarak kabul etmekle, mantıklı olmak bakımından, Thales’i nasıl aştığını göstermek için kendilerini sıkıntıya sokmadılar.

Tanrılar havayı yapmadılar, ama hava tanrıları yaptı. Nasıl ki, ruhumuz (canımız) havadan yapılmış olduğu için bizi bir tüm olarak, bağlı bir bütün halinde tutar; nasıl ki soluk (souffle) ve hava da bütün dünyayı kucaklar.

Milet'deki materyalizmin üçüncü temsilcisi Anksimandros, dünyanın nitelik bakımından bütün çeşitliliğini doğrudan doğruya algılanabilir (idrak edilebilir) bir töze vardırmaktan vazgeçti ve tek ve ölümsüz temel unsurun, zaman ve mekan (etendue) ve nitelik bakı­mından sınırsız, başka bir deyimle sonsuz ve belirsiz (indetermine) olan apeiron olduğunu ileri sürdü.

Yalnız bu sonsuz madde, hiç yok olmadan, sonsuza kadar yaratıcı olabilir; o, Thaldes'in suyu, Anksimenes'in havası gibi kendiliğinden devinir, ve her şeye kendi bağrında can verir. Apeiron bütün zıtları bir kudret halinde içinde saklar; kendi öz enerjisi gereğincedir ki bütün varlıkları kendinden çıkarttırır. Bundan böyle madde kavramı somut ve duyusal anlamlardan kurtulmuştur.

Bu düşünürler, dünyayı, mitolojiye aykırı biçimde, sonsuz ve aralıksız olarak sürüp giden bir değişme ve gelişme içinde görüyorlardı, örneğin, Anaksimenes, "güneş, ay ve bütün gök cisimleri"nin, ilk baş­ta topraktan yapıldıklarını öğretiyordu; "topraktan, seyrekleşerek ateş olan nem yükseliyordu, ve bu yükselen ateşten yıldızlar oluşmuşlardı. Deney yolu ile ispattan yoksun olan bu görüşün çocuksuluğuna karşın bu, dünyayı maddesel birliği ve gelişmesi içinde ilk kavrama girişimi çok büyük bir önem taşır.

Milet'lilerin materyalizmi, tanrı tanımazlığa (ateisme) açıkça eğilim gösterir, ilkçağ geleneği Thales'i bir tanrıtanamaz olarak kabul etmeye kadar varır; çünkü, Thales tanrıları kabul etmekle birlikte onları, bütün canlı varlıklar için olduğu anlamda, bozulabilir sayıyor, ve onların, bütün bu varlıklar gibi, sudan gelme balçıktan yaratıldıklarını kabul ediyordu. Anaksimandros'a göre, sonsuz evrenin sayısız dünyaları­nın, ne oluşunda, ne gelişmesinde, ne de yok olmasında tanrıların hiçbir payı yoktu. Anaksimenes tanrıların da ilk temel unsurdan, havadan meydana geldiklerini öğretiyordu; onun ardıllarından biri, Anaksagoras ve Leukippos'un ötesindeki öğrencisi olan Apollonyalı illiryalı Diogenes bu öğretiyi tekrarlıyacaktır. Dünyanın bütün dönü­şümlerini tanrıların işe karışmasıyla değil, maddenin ölümsüz ve tanrı­sız hareketiyle açıklar.

O zamana kadar masalın, mit'in yeterli olduğu yerde bu herşeyi kavramak iradesi "çok devrimci" bir şey, "müthiş bir olay" idi.

iyon materyalistleri olayların çeşitliliğini ve sonsuz akıcılığını öğ­rettiler. Anaksimandros'un, henüz gelişmemiş bir biçimde de olsa, tek maddî temel unsurun bağrında, çeşitli olayların meydana çıkışının sebebi olan zıtlıkların varlığı sorununu ortaya koyduğunu daha önce de göstermiştik. O, apeiron'dan içinde saklı bulundurduğu zıtların: sıcak ve soğuğun, kuru ve yaşın açığa çıktıklarını ve böylece bütün şeylerin meydana geldiğini söylüyordu. Bu anlatım bir ile çoğul'un diyalektiğinin bir sanısını içinde saklar.

Anaksimandros'un 'kendiliğinden' diyalektiği, onun, apeiron'dan üreyen sayısız dünyanın kuruluşları ve yokoluşları üstüne materyalist teorisinde kendini gösterir. Theophraste, bu öğretinin değerli tanıklığı­nı yapmıştır:

"... Anaksimandros, Thales’in arkadaşı, Sınırsızlıkta, genel oluşların ve genel yokoluşların bütün nedeni yatmaktadır, diyor Anaksimandros'dan başlayaraktır ki, gökler ve genel olarak sayıları sonsuz olan duygular kuruldu diyor. Bu dünyaların yıkı­lışları ve ondan çok önce yaradılışları, sonu olmayan bir zamandan beri onların her zaman aynı olan dönüşleri sonucunu verdi."

Bu dünyaların hepsinin benzer bir kuruluşu, benzer bir yapısı ve benzer bir kaderleri vardır. Eğer nedenler aynı ise onlarla bağıntılı sonuçların da değişmez olduğu gerekircilik (determinizm) temeli üzerine kurulan büyük bilimsel yapıların önsezisini görürüz.

Kaynak: Georges Cogniot - İLKÇAG MATERYALİZMİ

Filozof Diyojen, Büyük İskender ve insan hakları

Dinçer KAYA


İnsan, hür doğmuş ama her yerde zincire vurulmuştur.” (Jean Jacques Rousseau)

“Gölge etme!”, 2400 yıl önce Sinoplu düşünür Diyojen’in (MÖ 412 ? - MÖ 320) Makedonya Kralı Büyük İskender’e söylediği unutulmaz söz. Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri adlı kitabında Diogenes Laertios bu olayı şöyle anlatır: “Kreaneion’da güneşlenirken, İskender başına dikilip ‘Dile benden ne dilersen!’ dedi. O da ‘Güneşimi engelleme yeter!’ diye karşılık verdi.” Bu arada belirtelim; yaygın olarak söylendiği gibi, Diyojen İskender’e, “Gölge etme başka ihsan istemem!” dememiştir; böyle bir dilenci ağzı, Diyojen’in kişiliğine aykırı düşer. Diyojen,“Gölge etme!” demiştir.

"İnsan, insana karşı!

İnsanlık, insana karşı! İnsanın gücü, insana karşı! Yeni yeni fark etmişiz..." (Ali Nesim)

Peki ama insanlık, bu iki basit kelimeyi 2400 yıldır neden unutmamıştır; neden insanlar bu sözü birbirlerine hatırlatmaktadırlar? Hemen söyleyelim; bir insanın (bu isterse bir kral olsun) bir başka insana, “Dile benden ne dilersen!” demesi, o insanın özgürlüğüne ve insan haklarına (ve demokrasiye) en büyük tehdittir de onun için. Bir ülkede, “Demokrasiye müsaade ediyorum.” diyen bir ses varsa, o ülkede demokrasi yoktur. Bir ülkede, “Demokrasiye paydos!” diyen birileri varsa, o ülkede demokrasi özgürlük ve insan hakları en büyük tehdit altındadır. “Diktatörlüğü yıkacağım, demokrasi getireceğim!” diye, bir ülkeyi (Irak) işgal edip petrolünü, milli zenginliklerini yağmalayanlar ve yüz binlerce insanı öldürenler, insan haklarına ve demokrasiye ne kadar saygılıdırlar?

Diyojen’in yaşamı

Dışlanmak, asılmaktan daha büyük eziyettir.” (Fazıl Hüsnü Dağlarca)

MÖ 410 ? yılında Sinop’ta dünyaya geldiği bilinen ve tarihte “Sinoplu Diyojen” diye ün yapan bu Kinik filozof, asıl mesleği kuyumculuk olan bir kalpazanın oğludur. Sinop’ta devlet bankasından sorumlu banker olan babası Hakesios, Perslere ödenecek devlet vergisini sahte para basmak suretiyle gasp edince, veya Diyojen’in kendisi açgözlülüğü nedeniyle kalpazanlık yapınca, baba-oğul Sinop’tan sürülmüş, önce Delphoi’ye, ardından Atina’ya gelip yerleşmişler.

Diyojen, Atina’da umduğunu bulamamıştır. Yunanistan’da bir sürgün olarak ömrünü sürdüren Diyojen’in hak ve özgürlükleri kısıtlı olduğu gibi, herhangi bir geliri de yoktu. Babası ile birlikte çok sıkıntı çekmiş, sefalet içinde yaşamıştır. Öğretmeni Antishene’i tanımadan önce açlık, rezillik, korkunç sıkıntılar içinde, dostsuz ve himayesiz kalan Diyojen, farelere imrenecek kadar yokluklar içinde kalmış, bir gün yiyecek bulmak için koşturan bir fareyi görünce: “Hele bak bu hayvan Atinalıların mutfağına girmeyi biliyor da ben onların sofralarına oturamamak talihsizliğindeyim!” diye bağırmıştır. Ve o andan itibaren hayvanların yaşamını doğaya daha uygun bularak onların yaşamına özenmiştir. Bu arada Antisthenes'nin doğaya uygun yaşama çağrısını işitmiş ve öğrencisi olmak için ona koşmuştur. Öğretmenliği bırakmış ve ders vermemeye yemin etmiş olan Antisthenes kendisini kabul etmeyerek sopası ile kovunca, Diyojen, başını uzatarak: “Vur, konuştuğun sürece beni kovabilecek kadar sert bir sopa bulamayacaksınız!” demiştir. Antisthenes, bu inatçı adamın inadı ve ısrarı karşısında yeminini bozmuş ve yeniden öğretmenliğe başlayarak Diyojen’i yetiştirmiştir.

Kinik felsefesi

Kinik (köpeksi) okul, Sokratesçi okullardan biri kabul edilir. Okulun adının nereden geldiği konusunda iki tez vardır: Birincisi, okulun kurucusu Antisthenes'in, Sokrates'in ölümünden sonra “Kynosarges gymnasion”da ders vermeye başladığı ve okul bu yörede kurulduğu için “Kinikler okulu” adını aldığıdır. İkinci teze göre ise, okulun adı Yunanca “kynik” sözcüğü “kyon”dan (eski Yunancada: “köpek”) gelmektedir. Diyojen’in öğretmeni Antisthenes, mutluluğa ancak erdemle ulaşılacağını, erdemin de dünyevi hazları yadsımakla mümkün olabileceğini (mülkiyet, aile, din vb. değer ve yargıları reddederek) savunmuştur. Kinizme göre, insan kendi kendisine dayanmalıdır ki erdemli, yani kendine yetebilen bir kişi olabilsin.

Kinikler, kendilerine özgü çilecilik ve töretanımazlık anlayışlarıyla her türlü uygarlık değerini yok saydıklarından ve yaşama biçimleri hiçbir kuralı tanımama “ilke”sine dayandığından bu adla anılmışlardır. Doğal ve sade yaşamı öne çıkaran kinik filozoflar, bu yaklaşımlarına uygun bir kişilik örneği olarak da Sokrates’i gösterirler.

Kinizmin ününü, dolayısıyla kinizmin yayılmasını sağlayan Diyojen’dir. O, bu öğretiyi eyleme dönüştürmüş ve gerçek erdeme ancak bu şekilde ulaşılacağını savunmuştur. Söylentiye göre bir fıçının içinde yaşayan Diyojen, böylece toplumsal gereksinmelerden kendisini tamamen yalıtmaya yönelmiştir. Bu doğaya uygun yaşayışın temelleri, insani değerlerin doğaya aykırı olduğunu öne süren Stoacılık(1) tarafından beslenmiştir.

Diyojen bir sürgündü, kötü bir suçla suçlanmış bir adamın oğluydu, herkes tarafından itilmiş, hakaret ve küçümseme ile karşılaşmıştı. Ama onda güçlü bir irade, kararlılık ve cesaret vardı. Üstelik çok iyi konuşuyordu, üstün ve pırıl pırıl bir zekâya sahipti.

Diyojen, günlük yaşamında çok zaman kirli ve pis elbisesi, köpek derisine benzeyen mantosu ile dolaşır, geceleri heykel diplerinde ve sokak köşelerinde yatardı. Bir keşkülü, bir fıçısı ve bir sopası vardı. Ölü gömmekte kullanılan fıçının içinde yaşaması herkesi şaşırtıyordu. Fıçısından başka bir de tahta maşrapası vardı. Ama bir gün, çeşme başında avucu ile su içen bir çocuğu görünce, “Bu çocuk bana fazladan eşyam olduğunu öğretti.” diyerek maşrapa çanağı da kırıp attı. Diyojen, aşırı gururlu bir insandı ve herkesi küçümserdi! Sıradan insanlardan nefret eder ve o derece küçük görürdü ki, bir öğle vakti elinde fenerle “Bir adam arıyorum.” diye bağırarak Atina sokaklarında dolaşmış, böylece Atina’da adam görmediğini anlatmak istemiştir. Kış günleri çıplak ayakla karlar üzerinde dolaşır, donmuş heykelleri kucaklar, vücuduna eziyet ederdi. Eflatun ona “Çılgın Sokrates” derdi. Servet ve varlık düşmanıydı, bunların erdeme ters düştüğünü iddia ederdi. Zamanın felsefe okullarını da çekinmeden eleştiren bir kişiydi. Günün hatiplerine, “zamanın uşakları” derdi. Eflatun’un öğretimini, “zaman kaybettirme” olarak nitelerdi.

Bu konuşmada, Platon’a yakıştırılan kişinin ya da filozofun tiranın hizmetine girmek suretiyle yoksulluktan kurtulması olarak özgürlük ile kiniğin (Diyojen’in) kendisini yoksulluk içinde yaşamak suretiyle tirana hizmet etmekten kurtarması olarak özgürlük arasındaki farklılığın ortaya konması amaçlanır. Diyojen’in kitapları (Diyologlar, Tragedyalar, Mektuplar) günümüze ulaşmamıştır. Yaşamı ve düşünceleri birbirinden ayrılmayan Diyojen’le ilgili en değerli bilgiyi, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri adlı kitabın yazarı Diogenes Laertios’un aktardığı çoğu otantik yüzlerce anekdottan (2) öğreniyoruz. İnsanlar arasında yüzlerce yıldan beri anlatılan bu anekdotlar, Diyojen’le ilgili en değerli malzemeyi oluşturmaktadır.

Diyojen, insan için iki disiplin kabul ediyordu:

1- Ruh disiplini

2- Beden disiplini

Ona göre, beden disiplini jimnastikle elde edilebilirdi. Ruh ise ancak erdem ile gelişebilirdi. Erdemin ne olduğunu araştırmış, onun doğaya uygun yaşamak olduğunu bulmuştu. Yani bir insanın erdemli olabilmesi için, doğaya uygun yaşaması gerekmekte idi. Bu ise olabildiğince arzu ve ihtiyaçları azaltmak, hatta kaldırmaktan ibaretti. (Sokrates’in, agora’da, “Bu pazar yerinde ihtiyacım olmayan ne kadar çok şey var!” deyişini hatırlatalım.) Bu nedenle refah, nezaket, güzel sanatlar ve bilim, cezalandırılmaları gereken fazlalıklardır; zenginlik, asalet ve onur, iğrenilecek şeylerdir. Din ve kanunlar, politikanın icatlarıdır. Evlenme ve mülkiyet kaldırılması gereken fazlalıklardır. Zira doğa hükümetinde her şey ortaklaşadır: servet, kadınlar, çocuklar...

Zamanın bütün filozoflarının hükümdarlarla temas içinde olmaya özen gösterdikleri bir çağda, Sokrates’in ruhuna sadık kalan Diyojen, bu tür ilişkilerden sakınmaya özen göstermiştir. Her yönden kendine yeten güçlü biri olmaya çalışan, ama bu erdemleri politika alanına girdiği zaman korumanın mümkün olmadığını iyi bilen Diyojen, filozofun yoksul, ama kendine yeten erdemli hayatını, saray filozofunun zengin fakat eğilmiş hayatına kesinlikle tercih edilmesi gerektiğini savunmuştur. Diogenes Laertios, bu konuda onunla Platon arasında geçen ama gerçeği kuşkulu şu konuşmayı aktarmıştır: “Platon, bir gün onu yeşillik yıkarken görünce, yanına yaklaşıp usulca, ‘Dionysos’un hizmetinde olsaydın, şimdi yeşillik yıkamazdın.’ dedi; o da aynı biçimde usulca, ‘Sen de yeşillik yıkasaydın, Dionysos’a hizmet etmezdin.’ diye karşılık verdi.

Diyojen’den sözler

Diyojen’e, felsefenin ne yararını gördüğü sorulunca, “Her şey bir yana, talihin cilvelerine karşı hazırlıklı olmayı öğrendim.” demiştir.

Gök âleminden söz eden bir adama: “Gökten ne zaman geldin?" diye sorarak; ancak görülebilen ve mevcut şeylerden söz edilebileceğini, bunun dışında hiçbir hakikatten bahsedilemeyeceğini kanıtlamak ister.

Kendisinin vaktiyle kalpazanlıkla uğraştığını hatırlatanlara: “Evet, bir zamanlar sizlere benzemem lazım gelmişti. Fakat şimdi, siz benim olduğum hale asla gelemezsiniz.” diye cevap vermiştir.

Atina’da bir okula girdiği zaman, orada öğrencilerden başka birçok heykeller de gördüğünde, öğretmene dönerek: “Oto, tanrıları da sayarsak epey öğrenciniz var.” der.

Diyojen’e, “Hayvanlardan en şiddetli ısıran hangisidir?” diye sordular. “Vahşi hayvanlardan, insanın gıyabından konuşanlar; ehli hayvanlardan ise, dalkavuklar.” diye cevap verdi.

Diyojen’e, “Dünyada en fena hal nedir?” diye sordular. “Hem ihtiyar hem fakir olmaktır.” dedi.

Birisi, “Adam ne vakit evlenmeli?” diye sordu. “Genç ise, henüz evlenme zamanı gelmemiştir. İhtiyar ise, vakti geçmiştir.” dedi.

Bir gün sokakta oturmuş ekmek yiyordu. Gelip geçenler başına toplandılar; kendisine “köpek” dediler. Diyojen, “Köpek sizsiniz ki, ekmek yemekte olan bir adamın etrafını alıyorsunuz.” dedi.

Büyük İskender, Diyojen’i birbiri üstüne yığılmış insan kemikleri içinden bir şey ararken gördü ve ne yaptığını sordu. Diyojen, “Babanızın kemiklerini arıyorum; ama hangisinin kölelere, hangisinin babanıza ait olduğunu kestiremiyorum” dedi.

Yunanistan’ın hangi tarafında akıllı adamlar gördüğünü sordular. “Isparta’da pek çok çocuk gördüm; fakat hiçbir yerde adam görmedim.” dedi.

Yaşamanın bir felaket olduğunu söyleyen birine, Yaşamanın değil, ama kötü yaşamanın bir felaket olduğunu söyleyen Diyojen, arpını akort ederken gördüğü birine, “Yaşamını ruhunla uyumlu hale getiremezken, bu tahtaya ahenkli sesler vermeye utanmıyor musun!” demiştir.

Gene bir defa sokak ortasında, “Adamlar! Adamlar!” diye haykırmaya başladı. Birtakım halk etrafına toplandı. Diyojen, “Ben adamları çağırıyorum!” diye sopası ile onları ürküttü.

Bir gün ciddi, faydalı bir nutuk veriyordu. Önünden çok sayıda adam geçtiği halde, onu dinlemeye rağbet eden olmuyordu. Birdenbire şarkı söylemeye başladı. Halk derhal başına üşüştü. “Sadece eğlence ararsınız. Hiç doğru söz dinlemek zahmetine katlanmazsınız!” diye hepsini azarladı.

Diyojen insanların hendek kazmak ve tekme atmak için yarıştıklarını (günümüzde futbol oyunu gibi), ama düzgün adam olmak, ahlaklı bir yaşam sürmek için kimsenin kılını bile kıpırdatmadığını söylüyordu.

Diyojen, derdi ki: “Dengesiz arzular, insanları perişan eden felaketlerin kaynağıdır. İşsiz adamların işidir aşk! Terbiye dairesinde söylenmiş bir nutuk, baldan örülmüş bir ağ gibidir.”

Yeryüzünde en iyi şey nedir, diye sordular. “Hür olmak” diye cevap verdi.

Altının rengi neden sarıdır, diye sordular: “Kıskananı çoktur da ondan” dedi.

Pis yerlerde oturduğu için kendisine ileri geri söylenenlere şu cevabı verdi: “Güneş daha da pis yerlere girer, ama hiçbir zaman bozulmaz.”

Bir eşkıya, fakir olduğu için ona hakaret etti. Diyojen, hiç kızmadı; sadece, “Bir adama, fakir olduğu için hakaret edildiğini hayatımda hiç görmedim; ama pek çok insanın hırsızlıklarından ötürü asıldıklarını gördüm.” dedi.

Bir gün çok dar bir sokakta, zenginliğinden başka hiçbir şeyi olmayan kibirli bir adamla karşılaşır. İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildir. Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa, “Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem.” der. Diyojen, kenara çekilerek gayet sakin şu karşılığı verir: “Ben çekilirim!”

Diyojen’e, “İhtiyarladınız. Artık dinlenmeniz gerek.” dediler. Diyojen, “Niçin?” diye sordu ve şöyle dedi: “Eğer koşucu olsaydım, koşunun sonuna doğru yavaşlamam mı gerekirdi? Tam tersine bütün gücümle koşmam gerek!”

Biri, Diyojen'e sordu: “Ne zaman yemek yemeliyim?” Diyojen cevap verdi: “Zengin isen, canının istediği zaman; fakir isen, bulduğun zaman.”

Bir gün sokakta giderken hâkimlerin, devlet hazinesinden bir küçük şişe çalmış bir adamı işkence yapmak üzere götürdüklerini gördü ve dedi ki: “İşte, büyük hırsızlar bir küçük hırsızı yakalamış götürüyorlar.”

Görüldüğü gibi bu kısa öyküler, filozofların Nasrettin Hocası Diyojen’in kinik yaşam tarzına özgü hicivciliğini, sözünü hiçbir şeyden sakınmamayla beliren cesaretini ve hazır cevaplılığını gösterdiği gibi, onun politik otorite karşısında mutlak bağımsızlığını da yansıtır.

Ölümünden sonra onun adına Korintoslular bir sütun, Sinoplular da bir heykelini dikmişler, adını ve anısını yaşatmışlardır. Erdemi ve etik hayatı doğaya uygun yaşanmış bir hayat, diye tanımlayan Diyojen’in yaşam felsefesini şöyle özetleyebiliriz: Kendine yetme ve sadelik...

Diyojen’in MÖ 324 yılında Korintos'ta öldüğü biliniyor. Toplumumuzda hiciv şairimiz Eşref, Neyzen Tevfik ve “Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür.” diyen Sakallı Celâl, Diyojen’den çizgiler taşıyan kişilerdir.

Bugün Diyojen’in düşüncelerini bilmeden, tasavvuf’un terk-i dünya, terki-i ukba, terk-i terk görüsünü; “Her şey değişir, bir derede iki kere yıkanılmaz.” diyen Herakleitos’u tanımadan gene tasavvuf’un ileri sürdüğü sürekli dönüşümü; sayılardan edindikleri bilgileri genelleştirerek sayıları bütün varlığın ilkeleri yapan Pythagoras’ı öğrenmeden Hurufiliğin yazılarla, sayılarla ne söylemek istediğini; Orpheus’u dinlemeden Bektaşilik törenlerinin gerçek nedenini kavramak mümkün değildir.

“Hepimiz canlıyız (insanlar, çiçekler, eşekler vd.)
Hepimiz bu dünyanın çocuklarıyız
Ve hepimiz hak ediyoruz yaşamayı...” (Tamer Öncül)

Kaynakça:

1) Diogenes Laertios. Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Şubat, 2003.

2) Cevizci, Ahmet. İlkçağ Felsefe Tarihi, Bursa: Asa Kitapevi, 1998.

3) Sena, Cemil. Filozoflar Ansiklopedisi, 4 Cilt, İstanbul. Remzi Kitapevi, 1974.

4) Muallimoğlu, Nejat. Düşünen İnsana Hazine, İstanbul. Avcıol Basım Yayın, Şubat 2007.

Dipnotlar

1) Stoacılık; Kıbrıslı Zenon (MÖ 334-262) tarafından kurulan, MS III. yüzyıla değin varlığını sürdüren, Helenistik ve Roma döneminin en gözde felsefe okulu. Aklın egemenliğini, doğaya uygun yaşamayı, ruhun duygular karşısında sarsılmazlığını (ruh dinginliği ve duygulara kapılmama) ve bir yandan da dünya yurttaşlığı ülküsünü savunan felsefe akımı. Bu akım ayrıca “tümtanrıcı”, “usçu” ve “maddeci” görüşleri savunuyor olmasıyla da dikkat çekmektedir.

2) Kısa, özlü, güldürücü öykü. Fıkra.

Kaynak: bilimveutopya.com.tr
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP