SCHELLING’ İN ESERLERİNDEN SEÇMELER - 2

TENNEMANNN’ IN GÖZÜYLE SCHELLİNG

Buraya dek eserlerini çözümlediğimiz Schelling'in sistemini bir de Alman felsefe tarihçisi Tennemann'ın gözüyle ve mantıksal sırasıyle özetlemekte yarar görmekteyiz: Fichte, öznel' in nesnel'i meydana getirdiğini kabul ederek ve bunun aksi de olabileceği iddiasını reddederek, her şeyi ben'den çıkarmıştı. Schelling ise, onun düşüncesine ters bir yol tutarak, doğadan ben'e gidilebileceğini düşündü. Eleştirici yönteme danışmadan, spekülasyona dalınırsa, bu iki görüşe de aynı derecede güvenilebilir. Nitekim, Spinoza da daha önce, gidebileceği kadar uzaklara götürülmüş sistemli bir dogmacılıkla (dogmatisme) nesnel bir gerçekçilik (realisme) örneğini vermişti. Bu görüşler, Schelling'e, birbirine karşıt ve paralel olan iki kısımdan oluşmuş bir çift felsefesel bilim düşüncesini telkin etti:

1. Doğa felsefesi;

2. Deneyüstü felsefe.

Bunlardan birincisi, ben'den hareket eder ve bundan nesnel'i, çeşitli'yi, zorunlu'yu, doğa'yı elde eder. Her ikisinin eğilimi de, birini diğerleri aracılığıyle kavramak, doğa kuvvetleriyle ruh kuvvetlerinin özdeşliğini açıklamaktır. Ortak ilke de şudur: Doğa kanunları, bilinç kanunu gibi dolaysız olarak kendi içimizde bulunabilir; ve bilinç kanunu da dış âlem aracılığıyle kendini kontrol edebilmelidir. Bilinç kanunları, dış âlemde doğa kanunları gibi bulunur. Bununla birlikte, doğa felsefesi, eşyanın türlülüğünü tüketmez; deneyüstü felsefe de, mutlak'a kadar, özü itibariyle yalın olana dek ulaşamaz. Biz, algıcın adi kurallarıyle birliğin sayıca çokluktan ve kendinde birlik ve çokluğu birleştirerek sayıca çokluğun birlikten nasıl çıkabildiğini kavrayamayız; bunların her ikisi de kendilerinde bulunan sonsuzda kaybolurlar. Şu halde, bu iki felsefenin de kaynağı olup, kendinde birleştikleri daha yüksek bir felsefe gerektir. Schelling, bu düşünceyi izleyerek bilimin, bilenle bilinenin kaynaktaki birliği üzerine dayanması gerektiğini düşünmüş, sonra da öznel ve nesnel'in mutlak özdeşliği sistemine, mutlak'ın doğadan ya da Tanrı'dan ibaret olan farklıların farksızlığı (indifference du different) sistemine ulaşmıştır. Bu, ruhumuza, içinde öznel'le nesnel'in örtük olarak ve farksız bir surette yarıştığı (zihinsel dalınç) mutlak bir bilgi edimini getirir.

Schelling, düşüncelerin verdiği mutlak bilgi ile ikinci bilginin birbirine karşıt olduğu sonucunu çıkarır. İkinci bilgiden amacı, algıcın (entendement) soyutlamalarıyle düşünmeye yöneltilmiş olan bilgidir ki, bunun konusu, koşullu, (şartlı) bireysel ve bölünmüş olmaktır ki, bu, algıcın kendine özgü olan türlü soyut bağlılıkları ya da kavramları oluşturur. Mutlak bilginin ise konusu, düşüncelerde dolaysız olarak, kendinden bağımsız ve koşulsuzmuş gibi yakalanan mutlak'tır. Bunun içindir ki, niteliğinin kanununa oranla organik bir bütün olarak gelişen bilim ve birlik içinde öznel'le nesnel bölünmez ve özdeştir; nihayet en yüce noktasına ulaşmış ve Tanrısal şeylerin yüksekliğine yerleştirilmiş olan böyle bir bilim, çabalarımıza son bir sınır çizmeye ve felsefe adını almaya lâyık olan tek konudur. Schelling'e göre, mutlak sonlu ya da sonsuz olmadığı gibi, var olmak ve bilmek veya özne ve nesne olmak da değildir. Bunun içindir ki, özne ve nesne, bilme ve var olma, ruh ve doğa, ülkü (ideal) ve gerçek karşıtlıkları, türlülükleri ve ayrılıkları kalkar; bunlar birbirine karışır; bu itibarla mutlak, birbirinden ayrılmaz bir surette var olmak ve mutlak bilmek ya da her ikisinin ortak özüdür. Ülküselle gerçeğin mutlak özdeşliği, farklının mutlak farksızlığı, birlik ve çokluktur; bir'dir, birlik'tir ve aynı zamanda evren, bütünlük ve bütündür (tout). Mutlak özdeşlik vardır ve onun dışında gerçek olarak hiç bir şey yoktur. Bu itibarla kendinden var olan hiç bir sonlu şey yoktur; var olan her şey mutlak özdeşliktir ve ona özgü

olan gelişmedir. Bu gelişme, tiple damga, tersle yüz, kutupla antipot (kutuplanma kanunu) gibi özdeş olan mutlak'ın ürünü olup, bu mutlak'tan bazen daha ülküsel ve bazen daha gerçek olarak çıkan ve yeniden bütünlük kanunu sayesinde birleşmiş olarak (farklılaşmamış) giren terimlerin karşıoluşları (opposition) sayesinde vukua gelir.

Schelling, mutlak'ın bu hareketsiz tekdüzenliliğinden (üniformite) çıkan boşalmaları (degagements), bazen mutlak'ın ya da ayrım kipinin (mode) bölünmesi, bazen mutlak'ın kendiliğinden meydana gelmesi, bazen de Tanrı'dan düşen inme düşünceler gibi türlü tarzlarda nitelendirir. Bu gösterirler, bize mutlak surette bilme olanağını sağlar; bunun hikmeti de ülküselle gerçeğin mutlak olan özdeşliğidir. Mutlak'ın esaslı şekli, mutlak bilgidir; bilgi içinde, birlik, ikilik haline geçer ve (A-A) formülü ile gösterilebilir. Bu doktrinin başlıca önermeleri şunlardır:

1. Bir tek özdeş varlıktan başkası yoktur: Gerçekliklerine oranla eşya arasındaki her ayrım (fark), nitel değil, saf olarak niceldir; nesnel ya da öznel görüş noktasının, ülküsel ve gerçek olan görüşün üstünlüğünde bulunan sonlu, doğası sayesinde tamamıyla bağıntılı (relatif) bir düşünmenin ürünüdür; ve gerçekliği bir görünüşten ibarettir.

2. Mutlak varlık, eşyanın ebedî üremesi içinde kendini gösterir. Bu şeyler, bu tek varlığın şekillerini oluştururlar. Şu halde her şey, mutlak varlığın belirlenmiş bir şekli altında görülmesidir; ve Tanrısal varlığa katılmayan hiç bir şey yoktur. Bundan,, doğanın da asla ölü olmadığı, ülkü gibi canlı ve Tanrısal olduğu sonucu çıkar.

3. Mutlak'ın bu gösterisi (manifestation), bazen ülküsel ve bazen gerçek olan bir çeşitli üstünlükte rastlanan toptan gelişmenin türlü evrelerindeki karşıolumlar ve bağlılaşmalar (correlations) sayesinde oluşur. Şu halde, karşıolumlar, özdeşliğin ifadesinden başka bir şey değildirler. Bilim, bu gelişmeyi araştırmaktadır. O, eşyanın düşüncelerini, üçlük içindeki özdeşlik ilkesine göre, mutlak'ın temel düşüncesinden ve Schelling'in dediği gibi, bu yapı içinde doğanın gidişinden, yani zaman zaman kapladığı şekillerin ardalanmasından (succession) elde ettiği için, evrenin bir imgesidir (hayal). Bu ülküsel yapı (düşünceler bilimi olan) felsefedir: En yüksek felsefesel görüş, çokluk ve türlülük içinde bağıntılı bir şekilden ve bu şekil içinde de mutlak özdeşlikten başka bir şeyi dikkate almayandır. Schelling'in meydana getirmiş olduğu yapının genel çizgileri şunlardır:

1. Mutlak, ilk şekli içinde bütün (tout);

2. Doğa (ikinci şekline göre mutlak) kendini gösterir ye bunda iki bağıntılı düzen içinde Gerçek Ülkü meydana gelir. Bunlar şu güçlere sahiptirler: Ağırlık - Madde, Gerçek - Bilim, Işın - Hareket, İyilik - Din, Organizma - Hayat, Güzellik - Sanat...

Evrenin düşünülmüş şekilleri olarak daha yukarda da: İnsan (Mikrokozm) - Devlet, Âlemin Sistemi (Dış Evren) - Tarih gelir. Bu suretle Schelling, zihinsel dalınca bağlanarak düşüncelerde eşyanın özünü ve zorunlu şeklini keşfettiğini zannettiği ve olaysal âlemin tamamıyla öznel bir kavramıyla, kendinden şeyler hakkında bağıntılı ve yalın bir inançtan başka bir şey vermemiş olan Kant'ı düzelttiğini iddia etti. Aynı zamanda da ben'i gerçeklik sayan ve doğanın ruhsuz ve hayatsız bir gerçeklik olmadığını, sadece ben'in faaliyetine aykırı bir sınır ya da inkârı meydana getirdiğini sanan Fichte'yi reddettiğini iddia eder. Bu suretle de bilime, evrenin yalnız bize görünenle değil, kendinden (ensoi) olanla da ilgili olan ülküsel bir yapısını vermiş olmakla övünür. Schelling, kendi büyük görüşlerini yüksek bir ustalıkla ve zamanın felsefe sınırlamalarına uymadan geliştirmiş, Eflatun, Bruno ve Spinoza' nm düşüncelerinden başarıyla yararlanmıştır. Schelling, doktrininin doğa felsefesini inceleyen kısmına dair birçok eser yazdığı halde, ülküsel (ideal) kısmı hakkında, yani özgürlük, şerrin kaynağı, Tanrı'nın doğası ve kimliği (mahiyet)... vb. sorunlar hakkında az eser yazdı.

Schelling, ahlâk konusunda şöyle düşünür: Tanrı, ahlâklılığın birinci temelidir. Eğer Tanrı varsa, doğrudan doğruya bir ahlâk âleminin varlığı sonucuna ulaşılır. Ruh, erdem sayesinde yalnız kendi dışında bulunan bir kanuna uymaz; kendi niteliğinin iç zorunluluğuna da uyar. Ahlâklılık, aynı zamanda saf mutluluktur. Bu yüksek mutluluk (beatitude) asla bir erdem ilineği (accident) değildi. Bu, erdemin kendinden başka bir şey değildir. Ruhun merkezle, Tanrı ile birleşme eğilimi, ahlâklılığı oluşturur. Ahlâk, din, bilim ve sanata oranla Tanrısal tipe uygun olarak düzenlenmiş olan kamul (commun) hayat, sosyal düzen, ya da devlettir. Bu, dışsal bir mekanizma içinde zorunluluk ve özgürlüğün doğasıdır. Tarih, bütünlüğü içinde, Tanrı'nın aralıksız olarak ilerlek bir surette gelişen bir ağaca çıkmasıdır. Özgürlük hakkındaki eserinde Schelling, Tanrı'yı, Tanrı düşüncesinin tüm saflığı içinde, biri mutlak var olan Tanrı, diğeri, kendini meydana çıkaran Tanrı olmak üzere bir ikilik içinde görür. Kendini meydana çıkaran ya da gösteren demek, kendinde bulunan varoluş ilkesi (Tanrı'da doğa ilkesi) sayesinde mutlak Tanrı'

dan meydana gelmek demektir. Böylece Tanrı, âlemden örtük - belirtik Tanrı (Deus implicitus explicitus) kişiliği haline gelecek surette tamamlanmış bir varolma koşuluna ulaşmış olur. Doğa tarafından oluşturulan her varlık, iki ilkeyi kapsar: Biri karanlık, diğeri aydınlık olan iki ilke ki, bazı derecelerde bunlar birbirine karışırlar. Bu ilke insanda, zihin ve iradeyle karışmış kişiliktir. Bu ilke, mutlak ve keyifsel bir özgürlük içine yerleştirilmiş gibi sayılırsa, bu suretle de, o ışından, yani tüm doğayı yönetmesi gereken evrensel iradeden uzaklaşırsa, bireysel iradenin evrensel özgürlüğe karşı olan bu isyanından gerçekliği tamamıyle bağıntılı ve karşı olumdan ibaret saydığı şer doğar. Schelling'in yalnız sanatla ilişkisi bakımından incelediği güzel, ona göre, sonluda tasarlanmış olan sonsuzdur. Düşüncelerin tasarımı olan sanat, Tanrı'nın kendini insel ruhta göstermesidir.

Schelling, eserlerinin birinci cildine yazmış olduğu Önsöz'de, sistemini tamamlamadığını, bilimsel olan genel açıklamaların pek geniş olmayan yalın parçalardan başka bir yerde bulunmadığını kaydeder. (Spekülatif Fizik gazetesinin 2. cilt, II. defterinde, s. 164).

Schelling, düşüncelerini ifade etmek için Saint-Martin, Fichte, Schlegel, J. Boehme, Grenzer, Baader... gibi filozofların dilini kullanmış. Romantik Okulun ileri bir filozofu olmuştur. 1803'ten itibaren, "âlemdeki tinsel güçlerin eyleminden kendisini spiritizme ulaştıran bir hayal kurdu ve tüm çabasını, türlü evrelerini doğa ve insanlığın tepelediği (tenkil) büyük Tanrısal dramı hayal etmeye sarf etti" (E. Bre-hier, cilt II, s. 712-713). Onun düşünceleri, mitoloji, tarih, sanat, estetik ve doğa araştırmalarında önemli bir etki yaptı. Schlegel kardeşlerden başka, H. Steffens, Jose Goerres, Fr. von Baader, L. Öken, I. P. V. Troxler, Cr. J. Windischmann... vb. onun etkisi altında geniş bir külliyat meydana getirmişlerdir. Schelling' in Alman felsefe tarihine mal olmuş olan diğer çıraklarının adları Tennemann'ın felsefe tarihinde yazılıdır (cilt II, s. 312-320). Onun metafiziği üzerinde Fransız ahlâkçısı Lamennais, uzun tartışmalara girişmiş; V. Cousin de onun etkisinden kurtulamamıştır. Schelling, Kierkegaard'ın da hayranlığını kazanmıştır.


Schelling'in külliyatı: Sdmmtliche Werke (I. kısım, 10 cilt, 1856-1861; II. kısım, 4 cilt, 1854); W erke, Auswahl (3 cilt, Leipzig, 1907); Mektupları ayrıca 3 cilt olarak Münih'de yayımlandı (1863); 12 cilt, M. Schröter (1927); 8 cilt (1955). Onun doğa felsefesini, Philo-sophie de la Nature adiyle, Jan Kelevitch Fransızcaya çevirdi (1946).


Kaynak: Cemil Sena - FİLOZOFLAR ANSİKLOPEDİSİ

1 - 2

İSKENDER'İN ATI

Emile Auguste Chartier - Alain


Küçük bir yavru ağladığı, bir türlü susmak bilmediği zaman, ona bakan kişi çoğu kez, çocuğun huyları, hoşuna neyin gidip gitmediği konusunda inceden inceye tahminlerde bulunur; hatta soyaçekimin yardımına bile başvurarak: "Ne olacak işte, babasının oğlu," der; yaptığı psikoloji denemeleri, ağlamaya asıl neden olan iğneyi bulana kadar devam eder.

Boukefal adındaki ünlü at, küçük İskender'e getirildiği zaman, bu tehlikeli hayvanın üstünde duracak bir tek binici çıkmamıştı. Gelişigüzel bir adam buna bakarak: "Bu hayvan huysuz!" deyip işin içinden çıkardı. Ama, İskender iğneyi aradı ve çabucak da buldu: Boukefal'in kendi gölgesinden çok kötü korktuğuna dikkat etmişti; korku gölgeyi de şahlandırdığı için, bunun bir türlü sonu gelmiyordu. Fakat o, Boukefal'in başını güneşe doğru çevirdi, onu hep bu doğrultuda sürerek hayvanı yatıştırmayı ve yormayı başardı. Böylece Aristo'nun öğrencisi biliyordu ki, "gerçek nedenlerini bilmedikçe huylarımıza asla hükmümüz geçmez."

Pek çok kimse, korkunun aleyhinde bulunmuştur, hem de çok haklı olarak... Ama korkan insan mantık dinlemez; o yalnızca kalbinin vuruşlarıyla kanının hamlelerini duyar. Bilgiç adam, tehlikeden korkuya giden bir mantık yürütür; duygularının esiri insanın mantık yürütmesi ise korkudan tehlikeye gider; her ikisi de mantıklı olmak ister, her ikisi de yanılır; fakat bilgiç iki kat yanılır, gerçek nedenden habersizdir ve ötekinin hatasını anlamaz. Korkan adam iyice farkında olduğu bu gerçek korkuyu açıklayabilmek için tehlikeler yaratır. Tehlikesiz bile olsa, her türlü ani, habersiz oluşum korku uyandırır; örneğin pek yakından gelen beklenmedik bir tabanca sesi ya da yalnızca beklenmeyen birinin birdenbire karşımıza çıkması... Mareşal Massena, yarı karanlık bir merdivende karşısına çıkan bir heykelden korkarak tabana kuvvet kaçmıştı.

Bir insanın sabırsızlığı ve huysuzluğu bazen uzun süre ayakta kalmış olmasından ileri gelir; huysuzluğu üzerinde akı yormak yerine ona bir iskemle verin. Talleyrand, "huylar her şeyin başıdır," derken tahmininden çok daha büyük bir gerçeği ifade ediyordu. Başkalarını rahatsız etmemek kaygısıyla iğneyi arıyor, araya araya da buluyordu. Bugün bütün diplomatların kundaklarında kötü yerleştirilmiş birer iğne bulunur. Avrupa siyasetinde ortaya çıkan güçlükler bu nedenledir: Herkes bilir ki, bir çocuk bağırdı mı, başka çocuklar da bağırmaya başlar, daha beteri, bağırmaktan bağırı­lır. Dadılar, Adet edindikleri bir alışkanlıkla, çocuğu yüzükoyun yatırırlar; hemen hareketler ve rejimler değiştirilir; işte beceriksizce uygulanan bir ikna etme sanatı. 1914 felaketleri, bana kalırsa, yüksek mevkide insanların hepsinin şaşkınlı­ğa uğramış olmasından doğmuştur; o nedenle korktular. Korkudan öfkeye bir adım vardır; heyecanın ardından kız­gınlık gelir. İnsanın rahat ve huzurunun ansızın bozulması iyiye işaret değildir; bu insan çoğu kez değişiverir ve çok de­ğişir. Ansızın uyandırılan bir insan gibi fazla uyanır. Onun için, huysuz demeyin, tabiatı şöyledir, böyledir demeyin, iğ­neyi arayın...

Ahlak Öğretisi

[Alm. Sittenlehre ] [es. t. ahlakiyat] : Ahlaksal yaşama ve eylemenin yasaları, biçimleri ve ilkelerini araştıran bilgi dalı.

1- Ahlaksal olanın temellerini ve özünü inceler (ethik).

2- Ahlaksal eylemin somut biçimlerini ve çeşitli kurallarını araştırır ve betimler.

3- Ahlak kurallarını yaşam için somut olarak ortaya koyar; belli bir toplumda geçerli olan ilke ve kuralları, biçimleri bir araya toplar.

İktidar Güdüsü - 1

Betrand Russel

İnsanla öteki hayvanlar arasında kimi ansal, kimi duygusal çeşitli ayrılıklar vardır. Duygusal ayrılıkların belli başlılarından biri, insanların güçlü isteklerinden bazıları­nın hayvanlarınkinin tersine, esas itibariyle sınırsız ve doyurulmak olanağından yoksun bulunuşudur. Boa yılanı yiyeceğini yedikten sonra, tekrar acıkıncaya kadar uyur; eğer öteki hayvanlar aynı şeyi yapmıyorlarsa bu, ya yiyeceklerinin yetmediğinden, ya da düşmandan korkmalarındandır. Bir kaçı dışında, hayvanların eylemleri sağ kalma ve çoğalma gereksinmesine bu iki temel gereksinmeye dayanır; hayvanların eylemleri, bu iki gereksinmenin zorunlu kıldığı eylemler dışına çıkmaz.

İnsanlar için durum başkadır. Gerçi insan soyunun bü­yük bir bölümü vazgeçilmez gereksinmelerini karşılamak için, daha başka amaçlara harcayacak enerjileri kalmayacak kadar çok çalışmak zorundadır; ne var ki, geçimlerini sağlama bağlamış olanlar eylemden geri kalmazlar. Xerxes, Atina seferine çıktığı zaman, besin yönünden de, üst baş yönünden de, kadın yönünden de hiç bir eksiği yoktu. Trinity Koleji'ne Öğretim Üyesi seçildiği andan itibaren, Newton'ın maddi rahatı sağlama bağlanmış bulunuyordu, ama Newton da Principia'sını, maddi rahatını sağlama bağladıktan sonra yazdı. St. Francis ile İgnatius Loyola, Tarikatlarını kurarlarken, gereksinmelerini gidermek zorunluluğuyla hareket etmemişlerdi. Bunla­rın hepsi de sivrilmiş kişilerdi, ama aynı belirgin nitelikler, son derece tembel pek az insan dışında, herkeste gö­rülebilir. Kocasının iş alanındaki başarısından emin olan ve çalışmak zorunda kalma korkusu bulunmayan Bayan A. zatürreye yakalanma tehlikesini çok daha ucuz bir yoldan önleyeceği halde, Bayan B'den daha iyi giyinmek
ister. Eğer 'Bayan A'nın kocası bir soyluluk sanına kavuşur ya da parlamentoya seçilirse karı koca ikisi de sevinirler buna. Kuruntularda hayal edilen zaferlere sınır yoktur. bu hayallere olabilir gözüyle bakıldı mı da, gerçekleşmeleri için caba harcanır.

Hayal gücü, temel gereksinmeleri doyurulmuş insanoğullarını dur durak bilmeyen çabalara zorla yönelten bir üvendiredir. Pek çoğumuz yaşamımızda nadiren şöyle di­yebilmişizdir :

Şimdi ölecek olsaydım eğer,
Bu benim en mutlu anım olurdu, zira korkarım ki,
Ruhum alabildiğine doymuştur ve korkarım ki,
Bilinmeyen bir akibette böylesine bir doymuşluğun
Yerini alacak huzur bulunmayacaktır.

Pek ender olan tam mutluluk anlarımızda da, doymuş­luğun sürekli olmadığını bildiğimiz için. Othello gibi ölümü istememiz doğaldır. Sürekli mutluluğu sağlayacak şey, insanoğlu için olanaksızdır: yalnız Tanrı'dır tam mutluluğa erişen, zira 'saltanat ve iktidar ve şan ve şeref' O'nundur. Yeryüzündeki saltanatlar, başka saltanatlarla sınırlıdır; yeryüzündeki iktidarı ölüm kısa keser; piramitler de diksek, 'ölümsüz şiire bağlı'da olsak, yeryüzündeki şan ve şeref, yüzyılların geçişiyle söner. İktidarı az olanlara, şan ve şerefi az olanlara, biraz daha fazlası yetecekmiş gibi gelir, ama böyle sananlar yanılmış olurlar: istekler doymak bilmezdir, sınırsızdır ve onlar ancak Tanrı'nın sonsuzluğunda yatıştırılabilir.

Var olmak ve çoğalmak hayvanlara yettiği halde, insanoğlu yayılmak ister ve insanoğlunun bu konudaki istekleri sadece hayal gücünün olanaklarıyla sınırlıdır. Her insan, eğer elinden gelse, Tanrı gibi olmak ister; pek az rastlanan bazı insanlar vardır ki, bunun olanaksızlığını kolay kolay kabul edemezler. Bunlar, Milton'un Şeytan'ıyla aynı hamurdan yoğurulmuş, tıpkı Milton'un Şeytan'ı gibi, soylulukla inansızlığı kendilerinde birleştirmiş kişilerdir. 'İnansızlık'la, dinsel inançlara dayanan şeyi söylemek istemiyorum: Birey olarak insan iktidarının sınırlılığının kabul edilmeyişini anlatmak istiyorum. Soylulukla inansızlı­ğın meydana getirdiği bu devlere yakışan karışım, özellikle büyük fetihlerde belirgin olarak görülür, ama yine de bunun bir kırıntısı her insanda vardır. Toplumsal işbirliğini zorlaştıran da budur, zira her birimiz bu işbirliğini, içinde kendimize Tanrı yerini verdiğimiz, Tanrı ve Tanrı'ya tapanlar arasındaki işbirliği biçiminde anlamak isteriz. İşte, zaman zaman dalgalanmalara, kan dökülmesine yol açan rekabet hırsı, canı ve şerefi tehlikeye atarak başkalarını yönetmek gereksinmesi, başkaldırma dürtüsü bundan ileri gelir. Bireyin anarşi yolundan kendini zorla kabul ettirmesini önleyecek törel kuralların gerekliliği de yine bundan doğar.

İnsanoğlunun sınır tanımayan isteklerinin en belli baş­lıları, iktidar ve şan kazanma istekleridir. Bunlar, her ne kadar çok yakın akraba iseler de, aynı şey değillerdir: Baş­bakanın şanından çok iktidarı. Kralın ise iktidarından çok şanı vardır. Bununla birlikte, bir kural olarak, şan kazanmanın en kolay yolu iktidar kazanmaktır; bu özellikle, kamuyu ilgilendiren olaylarda eylemli rol oynayan kişiler için böyledir. Bundan ötürü, şan kazanma isteği de çoğunlukla, iktidar sahibi olma isteğinin doğurduğu davranışların aynını dogurur ve bu iki güdüye uygulama alanında hemen hemen hep özdeş gözüyle bakılır.

Özel iktisadi çıkarın toplum bilimde temel güdü olarak kabul edilebileceğini ileri süren yerleşmiş fikirlere bağlı iktisatçılarla, bu konuda onların görüşünü paylaşan Marx yanılmışlardır. Mal hırsı, iktidar ve şan hırsından ayrıldığı zaman, sınırlıdır; geçimi sağlayacak insaflıca bir parayla doyurulabilir. Gerçekten de pahalıya doyurulabilecek güçlü istekleri bize veren şey ise maddi rahatlığa kavuş­ma isteği değildir. Bozulma dolayısıyle köle haline getirilmiş bir yasama organı, ya da uzmanlar tarafından seçilen eski şaheserlerden meydana getirilmiş özel bir resim galerisi gibi şeyler, içinde rahat rahat oturulacak bir yer sağlamak için değil, iktidar ve şan elde etmek icin istenir. Akla yakın ölçüde bir rahat, sağlama bağlandı mı, bireyler de toplumlar da servetten çok iktidar peşinde koşarlar: İktidar sağlamak için servet sahibi olmak ya da iktidarlarını arttırmak amacıyla servetlerini arttırmak isteyebilirler ama her iki halde de bunların temel gü­düleri iktisadi değildir.

Yerleşmiş görüşlere bağlı iktisatla Marxist iktisadın düştüğü bu yanılgı sadece kuramsal olmayıp uygulama alanında çok daha büyük önem taşımaktadır ve son zamanlardaki bazı bellibaşlı olayların yanlış anlaşılmasına yol açmıştır. Ancak, toplumsal sorunlarda önemli rol oynayan eylemlerin nedeninin iktidar aşkı olduğunu anlamak yoluyla eski ya da yakın çağ tarihi üzerine, doğ­ru bir yorumda bulunulabilir.

Bu kitapta ben, fizikte nasıl Enerji temel kavramsa, aynı şekilde sosyolojide de İktidar'ın temel kavram oldu­ğunu kanıtlamaya çalışacağım. Enerji nasıl çeşitli biçimler alıyorsa, iktidarın da aynı şekilde, servet, silah gücü, sivil makamlar, düşünceye söz geçirme gibi biçimleri vardır. Bunların hiç biri ötekine üstün sayılamayacağı gibi, bu biçimlerin hiç biri ötekileri kendinden türetmiş de de­ğildir.

1 - 2

İktidar Güdüsü - 2

iktidarın bir biçimini, diyelim serveti, ötekilerden ayrı olarak incelemeye kalkışmak ancak yarım bir başarı sağlar, tıpkı enerjinin bir biçimini, öteki biçimleri de dik­kate almadan incelemeye çalışmanın belirli noktalarda yetersiz kalacağı gibi. Servet nasıl askeri iktidarın ya da düşünce üzerinde etki kurmanın sonucu olabilirse aynı biçimde askeri iktidar ve düşünce üzerinde etki kurabilme de servetin sonucu olabilir. Toplumsal dinamiğin yasaları, iktidarın şu ya da bu biçimi içinde değil, sadece iktidar içinde anlatılabilecek yasalardır. Eski zamanlarda askeri iktidar, iktidarın öteki biçimlerinden ayrı durumday­dı. bunun bir sonucu olarak da zaferler ya da yenilgiler kumandanların rastgele niteliklerine bağlı görünüyordu. Zamanımızda ise, iktisadi iktidar, bütün öteki iktidar bi­çimlerinin kaynağı olarak ele alınmaktadır; bu da bence, tarihi tamamıyla askeri yönden ele alan ve bundan ötü­rü modaları geçen tarihçilerinki kadar büyük bir yanlış­tır.

Propagandaya iktidarın temel biçimi gözüyle bakanlar da vardır. Bu hiç de yeni bir görüş değildir; magna est veritas et prevalebit [ Gerçek yücedir ve sonunda egemen olacaktır.] ya da 'şehitlerin kanı Kilise'nin ektiği tohumdur' diyen eski özdeyişlerde de bunu görüyoruz. Bu görüşte de, askeri ya da iktisadi görüşteki ka­dar gerçek ve yanılma payı vardır. Propaganda, eğer he­men hemen tamamıyla ortak bir görüş yaratabilse, karşı konulmaz bir iktidar doğurabilir; ne var ki askeri ya da iktisadi kontrolü elinde bulunduranlar, eğer isterlerse. bunu propaganda amacıyla kullanabilirler. Konumuzla fizik arasında analoji kurmayı sürdürelim: İktidar da, enerji gibi sürekli olarak bir biçimden başka bir biçime geçmektedir ve bu biçim değiştirmelerin yasalarını aramak da sosyolojiye düşer. İktidarın herhangi bir biçimini, hele günümüzde çok yapılageldiği gibi, özellikle iktisadi biçimini ötekilerden ayırmaya çalışmak, uygulama alanında büyük önem taşıyan yanlışlar doğurmuştur, hala da doğurmaktadır.

iktidar bakımından çeşitli toplumlar birbirlerinden bir çok yollardan ayrılırlar. Önce, bireylerin ya da örgütlerin sahip oldukları iktidar derecesi bakımından ayrılırlar; örneğin, örgütlenmedeki artış dolayısıyle Devlet'in bugün eskisine oranla çok daha fazla iktidara sahip olduğu apa­çıktır. Toplumlar, birbirlerinden en etkili örgütlerinin cinsine göre de ayrılırlar: Bir askeri despotizm, teokrasi, plütokrasi, benzerlikleri çok az olan tiplerdir. Toplumlar bir de, iktidarın değişik yollardan elde edilişi bakımından ayrılırlar birbirlerinden: Babadan oğula kalan krallıklar bir cins yüce kişi ortaya çıkarır; büyük bir din adamında aranılan nitelikler ikinci bir cinsi; demokrasi, üçüncü bir cinsi; savaş da dördüncü bir cinsi ortaya çıkarır.

İktidara geçme olanağına sahip kişilerin sayısını sı­nırlayacak aristokrasi ya da babadan oğula kalma krallıklar gibi toplumsal kurumların bulunmadığı yerlerde, genellikle, iktidara geçme şansına en çok sahip olanlar, iktidara geçmeyi en çok isteyenlerdir. Bundan da, iktidarın herkese açık olduğu sistemlerde, iktidar sağlayan makamlara, bir kural olarak, sıradan insanlardan olağanüstü iktidar aşkıyla ayrılan kimselerin oturacağı sonucu çıkar. İktidar aşkı, insanoğlunun en güçlü güdülerinden biri olmasına karşın, hiç de eşit dağıtılmamıştır ve rahatlık aşkı, zevk aşkı, hatta bazen onaylanmak aşkı ile sınırlanmıştır. İktidar aşkı, fazla çekingen yaratılışlarda öndere uyma kılığına bürünmüştür ki, bu da atılgan insanlardaki iktidar dürtüsünün yayılma alanını büyütür, iktidar aşkı güçsüz olan kişilerin, olayların akışını etkileyebilmeleri olanağı da çok azdır. Toplumsal değişmelere yol açan kişiler, bir kural olarak, toplumu değiştirmek isteğini kendilerinde güçlü bir bicimde duyanlardır. Bundan ötürü de, iktidar aşkı önemlilikleri bir rastlantıdan ibaret olan kişilerin belirgin niteliğidir. İktidar aşkını insanoğlunun biricik güdüsü diye kabul edersek, hiç kuşkusuz yanılmış oluruz, oma iktidar aşkı sosyolojinin inceleyeceği değişiklikleri meydana getiren bellibaşlı güdü olduğuna göre de bu yanlış, sosyolojideki eğreti yasaları araştırmamızda bizi sanıldığı kadar yolumuzdan saptırmaz.

Toplumsal dinamiğin yasaları - bence - çeşitli biçimleri içinde düşünülen iktidarla anlatılabilir. Bu yasaları bulabilmek için, önce iktidarın biçimlerini sınıflandırmamız, sonra da bireylerin ve örgütlerin, insanların yaşamlarına kumanda etme olanağını ellerine geçiriş yolları bakımından önem taşıyan, değişik tarihsel örnekleri gözden geçirmemiz gerekir.

Bütün kitap boyunca, iki amacı birden gözönünde tutacağım: Toplumsal değişimlerin genel analizinde, iktisat­çıların öğrettiklerinden daha elverişli olduğunu sandığım analiz yolunu önermek ve içinde yaşadığımız zamanla yakın geleceği, imgelemleri on sekizinci yüzyıl ile on dokuzuncu yüzyılın egemenliği altında bulunanlar için daha anlaşılır hale getirmek. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllar, çeşitli bakımlardan öteki yüzyıllardan ayrı tutulması gereken yüzyıllardır, bizlerse şimdi, yine bir çok bakımlardan, bizden önceki o çağların yaşantı ve düşünüş biçimlerine döner gibiyiz. Kendi çağımızı, çağı­mızın gerektirdiklerini, eski ve orta çağları anlamamız
şarttır, zira kendini boş yere on dokuzuncu yüzyıl için geçerli olan açık gerçeklerin egemenliğine kaptırmamış bir ilerlemeye, ancak böylelikle varabiliriz.

Kaynak: Betrand Russel - İKTİDAR

1 - 2

Estetik duygu ve gelişimi

Estetik duygu, insanın doğayı, kendini ve kendi dışındaki gerçeklikleri bir algılama biçimidir. Önce, doğayı, dedik, çünkü insanın estetik duygusu şu ya da bu yolla olsun doğa karşısındaki duygusu ile ilişkisiz düşünülemez. Buna dayanarak tanımımızı biraz daha genelleştirirsek estetik duygu, ya da gerçeklik karşısındaki estetik davranış özne ile nesne arasındaki ilişkinin özel bir bicimidir diyebiliriz. Bilimsel kuramsal bilgi, bazı nesnelerin ve süreçlerin varlığını göz önünde tutar, onları beğenmek ya da onlara bir değer biçmek zorunda değildir. Gülün taçyaprağını meydana getiren hücreler bir biyolog için, vardır. Oysa sanatçı için bu hücrelerin düzenlenişi taçyaprağa belli bir nitelik verir: sanatçının «güzel» olarak değerlendirdi­ği kadifemsi halini verir ona. Bu nitelik, taç yaprağın maddesinin fiziko-şimik yapısının sonucu olduğu için nesnel bir gerçekliği vardır, fakat ancak artistik bilincin ona bir değer biçtiği anda kurulmuş olur bu nitelik.

Ancak, sorunu tek yanlı olarak, estetik duygunun köklerinin yalnızca canlı varlıkların biyolojik yapısında oldu­ğunu, dolayısıyla hem yüksek, hem de aşağı düzeydeki hayvanlarda bulunduğunu ileri sürenler olmuştur geçmişte. örneğin Darwin, estetik duygunun yalnızca insana özgü olmadığını; bazı renklerin ve seslerin hem insanlara hem de aşağı düzeydeki hayvanlara zevk verdiğini; dişi kuşların, erkeklerinin parlak renkli tüylerinden, güzel seslerinden hoşlandığını ileri sürmektedir.

Türlerin Kökeni’nde Darwin, nesnelerin güzelliğinin doğada nasıl ortaya çıktığını anlatır; doğadaki güzelliğin ta ilk zamanlardan beri insanın duygularını doyurmak için yaratılmadığını, güzelliği olan birçok nesnenin insanın yeryüzünde görülüşünden çok önceleri, dolayısıyla insandan bağımsız olarak varolduğunu gösterir. Doğa, insan için güzel bir görünüm olsun diye değil, böcekleri çekerek üremesini sağlasın diye yaratmıştır çiçekleri. Başka bir deyiş­le çiçekler, yeryüzünde insanın gözlerinden çok önce gö­rülmüştür.

Darwin’in bu düşünceleri, nesnel ve öznel idealizmin tam bir reddidir. Ancak o günden bugüne yapılan büyük buluşlarla zenginleşen modern bilimsel bilgi, yüksek ya da aşağı düzeydeki hayvanların, kendilerini çeken güzelliklerin farkında olmadıklarını açıkça göstermiştir. Darwin, doğa yasalarının hemen yanında toplumsal-tarihsel yasaların, hayvansal duyguların hemen yanında katıksız insani duyguların olduğunun farkında değildi. Ne kadar ilkel, ne kadar çirkin olursa olsun, vahşilerin kendi müziklerini yapmış olmaları; oysa en yüksek düzeydeki hayvanların bile böyle bir yetenekten yoksun olmaları bunu gösterir.

ilk insanların ataları alet yapmayı öğrenmiş olmasaydı ve böylece çalışma tekniklerini geliştirmiş olmasaydı, yeryüzünde yaşam, biyolojik yasaların pençesinden kurtulamaz, insan diye ortaya çıkan ve gelişen varlık insanileşemezdi. Maymun, ancak emek yoluyla ve emeğin gelişim süreci içinde yaratılmış olan toplumsal kuruluşlar yoluyla insan olmuştur. Marx ve Engels, insanlık tarihinin böylece nasıl emekten doğduğunu; bu emeğin duyguların ve yeteneklerin insanileşmesini nasıl kendisiyle birlikte getirdiğini göstermişlerdir. Çalışma âletlerinin üretimi, insanın gelişmesinde bir dönüm noktası olmuş, insan o günden başlayarak fiziksel olmaktan daha çok toplumsal olarak gelişme göstermiştir. O günden beri insanın duyguları, aklı ve yaratıcı yetenekleri devamlı olarak gelişmektedir.

Sonuçta, güzelliği ya da estetik duyguyu insanın hayvansal doğasının ya da biyolojik gelişiminin bir sonucu olarak kabul etmek olanaksızdır. Bu, duyguların, aklın ve imgelemin yaratıcı rolünü gözden kaçırmak olur. Marksçı estetikçiler bu tek yanlı soruyu, insanı, güzellik yaratmada doğa'nın başarılı bir rakibi olarak göstererek, onun yaratıcı etkinliğinin büyüklüğü ve gücü tezi ile cevaplandırırlar. Gerçekten de insan, güzelliğin yasalarını bulmuş, ona yeni yaratılar eklemiş, bunun doğal sonucu olarak kendisinin güzelliği anlama ve değerlendirme kapasitesini de geliştirmiştir. insan, çok yükseklerden avını görebilen bir kartal, ya da mor-ötesi ışınları algılayabilen bir karınca kadar keskin gözlere sahip değildir, ama maddi ve onun sonucu olarak tinsel üretimin gelişimiyle, uzak gezegenler üzerinde olup bitenleri izleyebilecek, mikrokozmoz içindeki gözle görülmez küçük organizmaları inceleyebilecek, hem mor-ötesi, hem kızıl-altı ışınları görebilecek âletler yapmıştır. Yani insan görme gücünü milyonlarca kez daha fazla geliştirmekle biyolojik sınırları öteye itmiştir. Bundan da önemli olarak, binlerce yıllık çalışma, biyolojinin yapamadığı bir işi başarmış, bir hayvanı bir insan haline dö­nüştürmüştür. Marx, insanın insanileşmesi olarak görür bunu. Yani, dünya tarihi, hayvansal kabalığın yenilmesinin, duygunun nesnelleşmesinin, bilincin gelişmesinin, hayvan dünyasınca bilinmeyen yeni yaratıcı yeteneklerin doğuşunun ve birçok yeni tinsel ve maddi etkinliklerin oluşumunun karmaşık bir süreci olarak ortaya çıkmaktadır. lnsanileşmiş göz, artık bir görme organından başka bir şeydir:

sayısız birleşimleri içinde renk tonlarının ve yarım-tonların estetik özelliklerini kesinlikle değerlendiren, doğa’nın ve artistik biçimlerin güzelliğinden zevk alan insan beyninin bir organıdır da.

insan, emeğiyle yalnızca çevresindeki doğayı değil aynı zamanda kendi doğasını, kendi yapısını da değiştirir. Göz, bütün öteki hayvanlarda, çevredeki nesneleri retinasında yansıtan bir organ olduğu halde, insanda, güzelliğin yasalarına göre yeni şeyler yaratmasına yardım eden tinsel bir görüş organıdır da.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, insanın estetik duygusu, nesnel bir gerçekliğe sahip olmasına, insanı hayvandan ayıran tinsel bir güçten ortaya çıkmasına karşın, Kant’ın ileri sürdüğü gibi, «insana başlangıçtan beri önsel olarak verilmiş» bir güç değildir, tarihsel olarak, toplumsal pratik sürecinde oluşmuştur. Bu tarihsel oluşum ise, Hegel'in savunduğu gibi Mutlak Düşüncenin değişim sürecinin bir sonucu değil, toplumsal tarihsel gelişmenin bir sonucudur.

Acıcılık - Dolorizm

(Os. Elemiyye, Al. Dolorismus, İng. Dolorism, İt. Dolorismo, Fr. Dolorisme; fransız eleştirmeni Paul Souday’in bulduğu terim). Acıyı düşünsel, ahlaki, estetik açıdan yücelten öğreti. Bu öğretiye göre her çeşit acı, özellikle hastalıkların verdiği bedensel acı insanı gerçeklik üzerine, baş­ kalarının dünyası üzerine bilinçlendirir, hayvansal eğilimleri dizginler, zekaya üstünlük kazandırır. Açıcı­lığın önde gelen adlarından Julien Treppe acının insan dünyasını zenginleştirdiğini bildirir. Ona göre acı çeken insan hayvansal yaşamın dürtülerinden uzaklaşacak, ruhsal bir yetkinliğe ulaşacak, bu da onun özellikle sanat alanındaki yaratıcı gücünü artıracaktır.

Acıyı yeğleyen, yararlı, verimli, yükseltici bulan öğretilerin genel adı... Hazcılık karşıtıdır. Antikçağ Yunan felsefesinde kinizm, acıcı bir öğretidir. Bütün çileci öğretiler de, kimilerince küçümseyici bir anlamda kullanılan bu genel adın kapsamına girerler.
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP