Şiirin, Putperestliğin, Tanrısallığın ve Kutsamaların Kökeni Olarak Şiirsel Metafizik

Bütün filozoflar ve filologlar, eski gentillerin hikmeti hakkında araştırmalarına, aptal ve korkunç vahşiler olan bu ilk insanlardan başlamış olmalıdırlar. Yani, yukarıda değindiğimiz gibi tam anlamıyla devlerden başlamışlardır (Peder Boulduc, De ecclesia ante Legem adlı eserinde der ki, Kutsal Kitap’a göre, bu devlerin isimleri dindar, saygıdeğer, şerefli insanlara işaret eder. Fakat bu, sadece, kehanetle gentil dinleri kuran ve devler çağma ismini veren soylu devler olarak anlaşılabilir). Bu soylu devler, kehanetlerine ilişkin delillerini dış dünyada (yani duyusal dünyada) değil de düşünen zihnin değişmeleri içinde arayan metafizikle başlamış olmalıydılar. Çünkü ulusların bu dünyası, kesinlikle insanlar tarafından yapılmış olduğundan, metafiziğin ilkeleri de bu değişmeler içinde aranmalıdır. Ve insan tabiatı, hayvanların tabiatına benzer olmaktan uzaklaştıkça bu özelliği elde eder, yani “şey”leri bilmenin biricik yolu duyulardır.

Böylece, gentil dünyanın ilk hikmeti olan şiirsel hikmet, şimdiki bilgili insanlarınki gibi rasyonel ve soyut bir metafizikle değil, rasyonelleştirme gücü olmayan, tamamıyla kaba duyu ve güçlü imgeleme sahip bu ilk insanların hissetmesi ve hayal kurmasına dayalı bir metafizikle başlamış olmalıydı . Bu metafizik, onların şiiriydi, onlarla birlikte doğmuş (çünkü onlar, tabiatları gereği bu duyularla ve imgelemle donatılmışlardı) bir yetenekti. Bu metafizik, nedenleri bilememekten doğmuştu, çünkü merakın annesi olan cehalet, hiçbir şeyden haberi olmayan bu insanlara her şeyi olağanüstü göstermişti. Onların şiiri, ilkin tanrısaldı. Çünkü Lactanius’tan aldığımız pasajda da gördüğümüz gibi kaba duyu ve güçlü imgeleme sahip olan bu ilk insanlar, hissetikleri ve merak ettikleri şeylerin nedenlerini tanrılar olarak hayal ettiler (küçük anlıklarını (understanding) şaşırtan her şeyi tanrılar olarak adlandıran şimdiki Amerikan Yerlileri de bu durumu doğrulamaktadır). Buna Arktik Okyanusu yakınlarında oturan eski Germenleri de ekleyebiliriz. Tacitus, onlar hakkında [6.45] şöyle söyler: Onlar, Güneş’in geceleyin denizin içinden geçerek batıdan doğuya doğru geçtiğini işittiklerini söylemişlerdi ve tanrıları gördüklerini iddia etmişlerdi. İşte bu uluslar, sözünü ettiğimiz gentil dünyanın kurucularını daha iyi anlamamıza yardım eden kaba ve basit uluslardır. Bu ilk insanlar, tıpkı çocukların ellerindeki cansız oyuncaklarla, canlı kişilermişçesine oynamaları ve konuşmaları gibi, merak ettikleri şeylere, kendi düşünceleri doğrultusunda tözsel bir varoluş vermiş.

Aynı şekilde, doğuş hâlindeki insanlığın çocukları olan gentil ulusların ilk insanları, kendi fikirlerine göre “şey”leri yarattılar. Fakat bu yaratma, Tanrı’mn yaratmasından tamamen farklıydı. Çünkü, Tanrı, mutlak akıl olarak her şeyi bilir ve şeyleri bilmesiyle de onları yaratır. Fakat gentiller, kendi cehaletleri içinde, tanrının bütünüyle bedensel olduğunu hayal ettiler ve tanrıya bedensel bir değer atfettiler. Yarattıkları bu tanrı maddi olduğundan, onu muazzam şekilde yücelttiler. Bu yücelik o kadar büyüktü ki, hayal ederek yaratan kişilerin aldım karıştırmıştı ve bu kişiler, Grekçe “creators” “yaratıcılar” anlamına gelen “şairler” olarak adlandırıldı. Bu büyük şiir sanatı üç şekilde gerçekleşmiştir.

1. Halkın anlayışına uygun olan yüce (sublime) fabllar icat edilmesiyle.
2. Bu maksata uygun olarak aşırılığa gidilerek.
3. Şairlerin bizzat yaptığı gibi, sıradan insanlara erdemli bir şekilde hareket etmenin öğretilmesi ile. 

insani kuramların bu tabiatı hakkında Tacitus’un soylu bir anlatımında belirttiği gibi, ebedi bir özellik kalmıştır. O da şudur: Korkmuş insanlar “inandıkları şey hakkında olur olmaz hayal kurmazlar” (fingunt simul creduntque) [A. 6.5.10],

Tufandan sonra, havada, çok şiddetli bir etkinin meydana gelmesi ve bir patlamanın ortaya çıkması sonucu, gökyüzü, korkunç bir şekilde gök gürültüsüyle gümbürdediği ve aydınlandığı zaman kaba duyu ve güçlü hayal gücüne sahip olan bu insanlar, gentil insanlığın ilk kurucuları olmalıdırlar. Biz, bu durumun Mezopotamya’da tufandan bir yüzyıl sonra meydana geldiğini de varsaymıştık. Çünkü evrensel tufandan sonra nemin kaybolması ve toprağın kuruması zaman almıştır. Ta ki toprak kuru buharlar çıkarana kadar veya şimşeğin meydana gelmesi için havada yanan bir madde oluşana kadar. O halde, çok sağlam olması gereken ve en güçlü vahşilerin mağaralarının bulunduğu dağların zirvelerindeki ormanların içine yayılmış birkaç dev, nedenini bilmedikleri bu büyük etkiyle korktular ve şaşırdılar, gözlerini yukarı kaldırdılar ve gökyüzünün farkına vardılar. Bu durumda, insan zihninin tabiatı, kendi tabiatını bu etkiye atfetti ve şiddetli tutkularını bağırarak ve homurdanarak ifade eden kaba, güçlü vücut yapısındaki tüm insanların tabiatlarından dolayı onlar, gökyüzünü büyük ve canlı bir beden olarak hayal ettiler ve gökyüzünü daha büyük genderin ilk tanrısı Jove olarak adlandırdılar. Onlara göre Jove şimşeğin ıslık gibi sesiyle ve gökgürültüsünün gümbürtüsüyle kendilerine bir şey anlatmak istiyordu. Böylece, onlar cehaletin kızı ve bilginin annesi olan ve insan zihnini açan doğal merakın hayreti doğurmasını incelemeye başladılar. Bu özellik, halk arasında hâlâ devam etmektedir. Onlar, bir kuyruklu yıldız, yalancı Güneş veya tabiatta ve özellikle de gökyüzünün görünüşünde, olağanüstü başka bir şey gördüklerinde hemen merak ederler ve kaygıyla bunun ne anlama geldiğini araştırırlar.

Felsefeyle aydınlanmış ve eğitilmiş zihinlerin bu çağında bile mıknatısın demir üzerindeki büyük etkisine şaşırdıklarında mıknatısın, demir üzerinde esrarengiz bir sempatiye sahip olduğunu iddia ettiler ve böylece bütün tabiatı, tutkuları, tesirleri hisseden büyük bir canlı beden yaptılar. Ancak, medenileşmiş (keskinleşmiş) zihinlerin tabiatı, sıradan halkta bile, bizim dillerimizde çok sayıda olan tüm soyut terimlerle uyumlu soyutlamalar yaparak, duyulardan öylesine koparılmış ve yazma sanatıyla öylesine inceltilmiş ve sıradan halk, nasıl sayacağını ve hesap edeceğini bildiği için medenileşmiş zihin, sayıların kullanılmasıyla deyim yerindeyse öylesine tinselleştirilmiştir ki, doğal olarak, “Sempatik Tabiat” denilen bu hanımın (Tabiat Ana) büyük imgesine biçim vermek bizim gücümüzü aşar, insanlar, bir ifadeyi dudaklarıyla biçimlendirirler. Fakat zihinlerinde hiçbir şey olmayabilir. Çünkü onların zihinlerindeki şey ya yanlıştır ya da zihinlerinde hiçbir şey yoktur. Hayal güçleri yanlış bir imajı biçimlendirmekte artık işe yaramaz. Zihinleri soyut, ince ve tinselleşmiş olmayan bu ilk insanların engin hayal güçlerine girmek bizim gücümüzün üstündedir. Çünkü onlar, duyguları bakımından çok derin, tutkuları bakımından sersemletici hislerle doludurlar. Bu nedenle, gentil insanlığı kuran ilk insanların nasıl düşündüklerini anlamakta güçlük çekeriz ve bunu çok az tahayyül edebiliriz.

İlk teolojik şairler yarattıklarının en büyüğü olan ilk tanrısal fablı bu şekilde vücuda getirdiler. Yani, insanların ve tanrıların kralı ve babası olan hiddetle gürleyen ve şimşekleri fırlatan jove fablını yarattılar. Bu fabl, o kadar tedirgin edici ve öğreticiydi ki onu yaratanlar ona bizzat kendileri inandılar ve ondan korktular, ona hürmet ettiler ve korku dolu dinlerle ibadet ettiler. İnsan zihninin bu özelliğiyle Tacitus’un da işaret ettiği gibi, bu insanlar her gördükleri, hayal ettikleri, hattâ yaptıkları ne varsa hepsinin Jove olduğuna inandılar ve evrenin bütününe ve onun parçalarına canlı bir töz yüklediler. Bu, durum şu ifadede açıkça görülmektedir. “Her şey Jove’la doludur” (Jovis omnia plena) [Vergil, Eclogue 3.60]. Platon, daha sonra bunu, her şeye nüfuz eden ve her şeyi dolduran eter olarak anlamıştır [Cratylus 412D], Ancak teolojik şairler için Jove dağların zirvelerinden daha yüksek değildi. işaretlerle konuşan ilk insanlar, doğal olarak şimşek çakması ve gök gürültüsünün Jove’un kendilerine verdiği işaretler olduğuna inandılar. Bundan dolayı, nuo (bir işaret vermek anlamına gelen), tanrısal saygıyı ifade eden yüce ve değerli olandan çok, bir fikir olarak tanrısal irade anlamına gelen numen oldu. Onlar, Jove’un işaretlerle emrettiğine, bu işaretlerin gerçek kelimeler olduğuna ve tabiatın Jove’un dili olduğuna inandılar. Gentiller, bu dilbiliminin evrensel şekilde tanrısal olduğuna inandılar, Grekler de onunla tanrıların dilinin bilimi anlamına gelen teolojiyi adlandırdı. Böylece Jove şimşeğin korku dolu krallığını elde etti, insanların ve tanrıların kralı oldu. Ayrıca, iki unvan daha elde etti. Birincisi, en güçlü (fortissimus) anlamına da gelen, en iyi (best optimus) unvanıdır ki bu unvan, tersine bir süreçle erken Latincedeki fortis kelimesi, geç Latincedeki bonus kelimesi ile aynı anlama geliyordu. İkincisi, ise, Jove’un bizzat gökyüzü olan geniş bedeninden dolayı aldığı en büyük (maximus) unvanıdır. İlk unvanından dolayı Jove şimşek çaktırarak insanlığa nasihat ettiğinden ve büyük fayda sağladığından Soter veya kurtarıcı (savior) unvanını aldı (bu Bilimimize aldığımız üç ilkeden ilkidir. Yine Jove gendenn prensi olan bu devlerin vahşi dolaşmalarına bir son verdikten sonra Stator, destekleyen, kurucu lâkabını aldı. Latin filologlar bu lâkabı çok dar bir anlamda, Şahinlerle yaptıkları savaştan kaçan Romalıları durdurmak için Romulus’un dua ile yardım dilemesini Jove’a atfen açıklarlar.

Böylece, filologları şaşırtan birçok Jove ortaya çıktı. Aslında bu durum, tufanın evrenselliğini ispat eder ve bakılacak olursa, fabllar yoluyla bize kadar ulaşan anlatımların çoğu fiziksel tarihlerdir, Çünkü, her gentil ulusun kendi Jove’u vardı ve Mısırlılar kendi Jove’ları Ammon’un bu Jove’larm en eskisi olduğu kanısına sahiptiler.

Böylece, şiirsel karakterlerin ilkeleri hakkında söylenmiş olanlarla uyumlu olarak Jove doğal olarak, tanrısal bir karakter veya hayalî bir evrensel olarak şiirde doğmuş olmalıdır. Kehanetlerle alınan her şey, hepsi şair olması gereken bütün eski gentil uluslar tarafından Jove’a atfedildi. Onların şiirsel hikmeti Tanrı’nın inayet sıfatından dolayı temaşa hâlindeki bu şiirsel metafizikle başladı. Ve onlar, teolojik şairler veya Jove’un kehanetlerinde ifade ettiği tanrıların dilini anlayan bilgeler olarak adlandırıldı. Kehanette bulunmak veya önceden haber vermek anlamına gelen divinaridcn dolayı, onların kâhinler anlamında tanrısal oldukları söylendi. Kehanette bulunmak şeklinde tanımlanan bu Bilim, Adem’e gerçek dinini emreden Tanrı’nın kehaneti yasaklaması üzerine [167] Homer tarafından iyi ve kötünün bilimi, Müz (Muse) olarak adlandırıldı [365], Çünkü teolojik şairler, bu mistik teolojiyi mısralar hâlinde verdiler. Kehanetlerin kutsal sırlarını açıklayan bütün Grek şairleri mystae olarak adlandırıldı. Horace de onlara “tanrıların yorumcuları” demişti, Her gentil ulus, bu bilimde hünerli olduğu kendi Sybikm (kehanet kitabına) sahipti ve biz onların on iki tanesinden söz edildiğini gördük. Sybiker ve kehanetler gentil dünyanın en eski kurumlandır.

Bütün bunlar, putperestliğin kökenleri üzerine Eusebius [yani, Lactantius}'’un altın pasajıyla uyumlu bir biçimde burada tartışıldı. Yani, basit ve kaba ilk insanlar, tanrıları o andaki gücün dehşetinden icat ettiler. Bu korku, insanların diğer insanlar üzerinde uyandırdığı korku değil, insanların kendilerinde uyandırdıkları ve dünyada tanrıları yaratan korkuydu. Putperestliğin kökeni, aynı şekilde, dünyada aynı anda doğmuş olan kehanetin kökeniyle birlikte gösterildi. Bu ikisinin kökenlerini, kehanetleri doğru anlamak veya elde etmek için kurban sunmanın kökeni izledi.

Şiirin kökeninin böyle olması, şu sonsuz özellikle de doğrulanır. Şiirin malzemesi inanılır bir imkânsızlıkta yatar. Bu, bedenlerin zihinler olmasını gerektiren imkânsızlıktır. Böylece, gürleyen gökyüzünün Jove olduğuna inanıldı. Şairler için de, büyücü kadınların büyüler yoluyla yaygınlaştırdığı şaşırtıcı şeyleri şarkı olarak söylemekten daha sevgili bir şey yoktu. Bütün bunlar, Tanrı’nın her şeyi yapabilme gücüne sahip olduğunu bilen uluslar tarafından gizli bir anlamda açıklanmaktadır. Bu anlamdan başka bir anlam çıkar. Bütün insanlar doğal olarak tanrısallığa sonsuz saygı göstermişlerdir. Aynı şekilde, şairler de gentiller arasında dinleri kurmuşlardır.

Burada söylenen şeyler, Platon ve Aristoteles’ten Patrizzi, Scaliger ve Castelvetro’ya kadar şiirin kökeninden bahseden bütün teorileri alt üst etmekten uzaktır. Çünkü şiiri çok yükselten insanın uslamlama gücünün yetersiz olduğu görülmüştür. Daha sonra gelen filozoflar, şiir ve eleştiri sanatları bakımından eşit şeyler ürettikleri ya da iyi hiçbir şey üretmedikleri gibi, şiirin gelişmesini de engellemişlerdir. Bundan dolayı, hepsinin, yani ilkin, bu çağın marifet düzenindeki kahramansal şairlerin en üstünde olma ayrıcalığı Homer’e aittir. Şiirin kökenlerinin bu keşfi, Platon’dan, Bacon’ın De sapientia veterum adlı eserine varıncaya kadar canla başla araştırılan eskilerin eşsiz hikmeti fikrini ortadan kaldırdı. Keza, eskilerin hikmeti, büyük ve nadir filozofların bâtınî hikmeti değil de, insan ırkını kuran kanun koyucuların halk hikmetiydi. Böylece, Jove’un durumunda olduğu gibi bilginler tarafından Grek fabllarına ve Mısır hiyerogliflerine atfedilen yüce felsefenin bütün mistik anlamlarının sahip olması gereken tarihsel anlamların hem doğal olduğu hem de yerinde olmadığı görülecektir.

Kaynak: Giam Battisca Vico - Yeni Bilim



Bertrand Russell'a Göre Kamuoyu Korkusu ve Gençler Üzerindeki Etkisi

Yaşam biçimleri ve dünya görüşleri, çevreleri, özellikle birlikte yaşadıkları kişiler tarafından iyi karşılanmayanların pek azı mutlu olabilir. Çağımızda toplumlar ahlakları ve inançları bakımından çok farklı gruplara ayrılmış bulunmaktadır. Bu durum reformla başlamıştır. (Rönesans'la başlamıştır da denilebilir) ve giderek daha belirgin bir farklılık oluşmuştur. Sadece dinsel inançları bakımından değil, daha birçok konuda da birbirlerinden farklı olan Protestanlarla Katolikler vardı. Burjuvazi tarafından hoş görülmeyen birçok davranış özgürlüğüne sahip olan soylular vardı. Daha sonra, mezheplerin Tanrı'yla kul arasındaki aracılığını kabul etmeyenler ve özgür düşünenler geldi. Günümüzde, Avrupa kıtasının her yerinde bulunan sosyalistlerle diğerleri arasında yalnız politikada değil, hayatın hemen her alanında büyük farklılıklar bulunmaktadır. İngilizce konuşulan ülkelerde bu gruplaşmalar daha fazladır. Bazı gruplarda sanata hayranlık duyulurken, bazılarında sanatın zararlı olduğuna inanılır, özellikle de modem sanat için böyle düşünülür. Gelenekçiler zinayı en büyük suç olarak görürler, ama halkın büyük bir kısmı, övülecek değilse de, bağışlanabilecek bir suç olarak görür. Katoliklerde boşanmak yasaktır. Katolik olmayanlar ise, boşanmayı evlilikte gerekli olan açık kapı olarak kabul ederler.

Zevklerinin ve inançlarının niteliğine göre bir kimse, bu görüş ayrılıkları nedeniyle, bir grubun içinde tam anlamıyla yabancılaşırken, başka bir grupta kendisini normal bir insan olarak görebilir. Mutsuzlukların çoğu, özellikle gençler arasında, bu nedenledir. Genç bir erkeğin ya da kadının bazı düşünceleri, içinde yaşadığı toplum tarafından onaylanmayıp kötü görülebilir. Böyle bir durumda kalan gençler, dünyanın her yerindeki toplumların yapısının böyle olduğunu sanırlar.

Sapıkça olarak nitelendirilmesinden çekindikleri için, görüşlerini açıklayamaz, düşüncelerinin hiçbir yerde, hiçbir toplulukta kabul görmeyeceğini sanırlar. Bu nedenle, yani dünya hakkındaki bilgisizlik yüzünden gençlikte, kimi zaman da yaşam boyunca büyük acılar çekilir. Bu dar sınırlar içinde yalnızca acı çekilmez, çevrenin düşmanlığı, manevi özgürlüğün korunması için gereksiz bir çaba harcanmasına ve büyük bir olasılıkla, düşüncelerin mantıksal yapısını oluşturmaktan çekinilmesine de yol açar. Bronte kardeşler, kitapları yayınlanmadan önce kendileri gibi düşünebilen hiç kimseyle karşılaşmamışlardı. Bu durum, cesaretli olan Emily'yi hiç etkilememişti, ama Emily ile aynı düşünce yapışma sahip olmasına rağmen öğretmen kişiliğinden hiçbir zaman kurtulamamış olan Charlotte'u çok etkilemişti. Blake de Emily gibi manevi yalnızlık içinde yaşadı ama yine tıpkı onun gibi, bu yalnızlığın kötü etkilerini alt edebilecek güçteydi; kendisinin haklı, eleştirmenlerinse haksız olduklarından hiç kuşku duymamıştı. Halka karşı tutumunu şu dizelerde açıklamıştır:

Beni hemen hemen kusturmamış olan
Tanıdığım tek adam
Fuseli'ydi; hem Türk, hem de Yahudi

İşte böyle sevgili Hıristiyan dostlarım, siz ne âlemdesiniz? Ama manevi gücü yüksek olanların sayısı fazla değildir. Hemen herkes için mutluluğun koşulu, çevrenin kendisinden hoşnut olmasıdır, insanların çoğu da içinde yaşadıkları çevreden anlayış görürler. Çünkü daha gençliklerinde toplumun önyargılarıyla tanışmışlar, inançlara ve geleneklere uyum sağlamışlardır. Ama kültürlü ve sanatçı yaradılışlı olup dünyanın her yerinde bulunan bir azınlık için böyle bir kabullenme söz konusu değildir. Küçük bir kasabada doğmuş, kendi topluluklarının inançlarına ve düşüncelerine kaşı olan her şeye düşman gözüyle bakan insanlarla çevrili birisini ele alalım. Ciddi kitaplar okumak istese, arkadaşları tepki verir, onu dışlar, öğretmenleri, bu gibi kitapların kafa karıştırıcı olduklarını söyler. Güzel sanatlara ilgi duysa, yaşıtları erkek olmadığını, yaşlılar ise ahlaksız olduğunu söylerler. Çevresinde yaygın olmayan bir meslek seçmek istese, bu meslek ne kadar iyi olursa olsun, hemen burnu büyük olduğu ve babasına yetenin ona da yetmesi gerektiği söylenir. Ailesinin dinsel inançlarına ya da politik görüşlerine ters düşse başı derde girer. Bu nedenle, olağanüstü yetenekleri olan genç erkekler ve kadınlar ergenlik çağında mutsuz olurlar. Sıradan gençler için eğlence ve zevk çağında, onlar daha ciddi bir şeyler ararlar, ama doğdukları çevredeki büyüklerde de yaşıtlarında da aradıklarını bulamazlar.

Bu gibiler, üniversiteye gittiklerinde, kendilerine benzeyen gençlerle karşılaşıp birkaç yıl içinde büyük bir mutluluğu yakalayabilirler. Şansları varsa, üniversiteyi bitirdiklerinde de anlaşabilecekleri insanların çalıştığı bir işe girebilirler. Londra ve New York gibi büyük bir kentte oturan akıllı birisi, kendisini sıkmadan ya da olduğundan başka görünme zorunluluğu duymadan, yaşayabileceği bir çevre bulabilir. Ama küçük bir yerde çalışırsa ve özellikle halkın saygısını kazanmayı gerektiren bir işse, örneğin bir kasabada doktorluk ya da avukatlıksa, gerçek inançlarını saklamak zorunda kalabilir. Amerika için bu durum, ülkenin çok geniş olması nedeniyle özellikle böyledir. Kuzeyde, güneyde, doğuda ve batıda, hiç akla gelmeyecek yerlerde yalnızlık çekerek yaşayanlarla karşılaşabilirsiniz; bunlar yalnızlık duymayacakları yerler bulunduğunu kitaplardan öğrenmişlerdir, ama oralara gitme olanakları yoktur ve düşünceleriyle ilgili birkaç sözcük söyleme fırsatını pek bulamazlar. Bu gibi durumlarda, Blake ve Emily Bronte'den daha aşağı yaradılışta olanlar için mutluluk olasılığı yoktur. Bunların da mutlu olabilme şansını yakalayabilmeleri için ya halkın zorbalığı azaltılmalı ya da kültürlü azınlığın bir araya gelip birbirlerini tanımalarına olanak sağlanmalıdır.

Çekingen olmak da bu sorunu büyütmektedir. Halk kendi düşüncesine aykırı davrananlardan çok, kendisinden korkanlara zorbalık yapar. Köpekler nasıl ki kendilerinden korkanlara daha çok havlar ve saldırırlarsa, insan sürüsü de onlar gibi davranır. Onlardan korkar ve korktuğunuzu belli ederseniz,onlara iyi bir av olursunuz; oysa umursamazsanız, güçlerinden kuşku duymaya başlar ve size sataşmaktan vazgeçerler. Tabii bu arada meydan okumanın son sınırlarını, düşünüyor değilim. Rusya'da normal sayılan görüşleri Kensington'da ya da Kensington'da normal sayılandan Rusya'da ileri sürerseniz, sonuçlarına boyun eğmeniz gerekir. Ben, çok daha ılımlı olanlan, örneğin uygun giyinmemek, bir kiliseye bağlanmamak ya da farklı kitaplan okumaktan vazgeçmemek gibi durumları düşünüyorum. Bunları yaparken meydan okurcasına değil de, içten geldiği gibi, neşe içinde, kaygısızca davranılırsa, en gelenekçi topluluklarda bile hoş görülür. Zamanla, hoş görülmeyen davranışlarına ses çıkarılmayan zararsız deli dokunulmazlığını kazanmak da mümkündür. Bu, büyük ölçüde, iyi huylu ve dost canlısı olmaya bağlıdır. Gelenekçiler, geleneklerine aykırı davrananlara kızarlar, çünkü davranışın kendilerine karşı olduğunu düşünürler. Oysa neşeyle ve dostlukla, en budalaların bile anlayabileceği şekilde davranılırsa, onlara karşı olunmadığı açıklanırsa, birçok aykırı davranış bağışlanabilir.

Ne var ki, zevkleri ve düşünceleri içinde yaşadıkları toplumun hoşuna gitmeyenlerin birçoğu bu yöntemi uygulayamazlar. Bu tipler, dışarıdan boyun eğmiş ya da ters davranışlardan sakınıyor gibi görünseler de, aşağılandıklarında kavga etmeye hazırdırlar. Yani, toplumun gelenekleriyle uyuşamayanlar alıngan ve huysuz olurlar. Ama görüşlerinin aykırı sayılmayacağı bir topluluğun içine girdikleri zaman huyları değişir. Asık suratlı ve utangaçken, neşeli ve kendine güvenir, sertken yumuşak, içine kapanıkken, insancıl ve dışa dönük olurlar.

Onun için, çevreleriyle uyuşamayan gençler, daha az gelir getirecek bile olsa, kendilerine uygun arkadaşlar edinebilecekleri meslekleri tercih etmelidirler. Dünya ve yaşam hakkındaki bilgilerinin sınırlı olması nedeniyle gençler, çoğu zaman, bunu yapabileceklerini bilmezler ve kendi çevrelerinde duyup karşılaşmaya alıştıkları peşin hükümlerin, dünyanın her yanında aynı olduğunu sanırlar. Bu da deneyimli yaşlıların gençlere yardımcı olmaları gereken bir konudur.

Psikanalizin önem kazandığı bugünlerde, bir genç çevresiyle uyuşamadığında, nedeninin ruhsal olduğu düşüncesi ilk akla gelendir. Bence bu bir hatadır. Örnek olarak, annesi ile babasının insanın oluşumu konusundaki inançlarını doğru bulmayan bir genci ele alalım. Bu genç budala değilse, annesi ve babasıyla bu konuda anlaşamayacaktır. Çevreyle uyumlu olamamak elbette talihsizliktir, ama her ne pahasına olursa olsun sakınılması gereken bir talihsizlik değildir. Çevre budala, önyargılı ya da bilime karşıysa, onunla uyuşamamak erdemdir. Bu olumsuz özellikler, farklı düzeylerde olmak üzere hemen her çevrede vardır. Galile ile Kepler'in, Japon deyimiyle "Tehlikeli düşünceleri" vardı; çok akıllı insanların böyle düşünceleri vardır. Bunlar, bu düşünceleriyle toplumun düşmanlığını kazanırlar. Bu düşmanlığın akıllıları sindirecek derecede güçlenmemesi, elden geldiğince azaltılması ve etkisiz hale getirilerek kaldırılması gerekir.

Modem dünyada bu sorunla en çok gençler karşılaşırlar. Bir insan kendine uygun bir mesleğe atılmış ve uygun çevre bulmuşsa, toplum işkencesinden çoğunlukla kaçınabilir, ama gençken, yetenekleri henüz denenmemişken, bilgisiz ama bilmedikleri konularda bile hüküm vermeye yetkili olduklarını sananların ellerine düşebilirler. Ve bu kişiler, bunca deneyimleri olduğu halde, gepgenç bir adamın kendilerinden daha bilgili olmasına öfkelenebilirler. Bilgisizlerin zorbalığından kendini kurtarabilen birçok kişi, baskı süresince öylesine zorlu bir savaş vermek zorunda kalmışlardır ki, sonunda hayata küsmüş, enerjilerini yitirmişlerdir. Dehanın ne yapıp edip yolunu bulacağı gibi iç açıcı bir söylem vardır ve buna dayanılarak, gençlere yapılacak işkencenin fazla zararlı olmayacağı düşünülür, ama bu söylemin hiçbir dayanağı yoktur. Bu tıpkı, "cinayet gizli kalmaz" kuramına benzer. Evet, duyduğumuz bütün cinayetler meydana çıkarılmıştır, ama hiç duymadığımız kaç cinayet olduğunu kim bilebilir? Aynı şekilde, adını işittiğimiz bütün dâhiler, olumsuz koşulların üstesinden gelmişlerdir, ama genç yaşmda sindirilmiş daha birçoklarının bulunmadığını kim söyleyebilir ki? Hem bu, yalnızca dâhilerin değil, toplum için dâhiler kadar gerekli olan yetenekli olanların da sorunudur. Hem de nasıl olursa olsun kurtulmaları değil, aynı zamanda hayata küsmeden ve enerjilerini yitirmeden kurtulmaları gerekir. Yani gençlerin önü kesilmemelidir.

Gençler delilik yaptıklarında, yaşlılar saygıyla karşılamak, yaşlılar kendi istekleri için gençlerden saygı beklememelidir. Bunun nedeniyse basittir, şöyle ki: Her iki halde de söz konusu olan yaşlıların değil, gençlerin yaşamıdır. Yaşlılar, gençlerin yaşamlarını yönetmeye kalkarlarsa hata ederler. Gençler de, örneğin dul kalmış annelerinin ya da babalarının evlenmelerine engel olarak hayatlarını düzenlemeye kalkışırlarsa yanlış yapmış olurlar. Yaşlı ya da genç, iyiyi kötüden ayırabilecek yaşa geldikten sonra her insanın kendi istediklerini seçmeye ve isterse kusurlarıyla yaşamaya hakkı vardır. Bir genç önemli bir konuda bir yaşlının baskılarına boyun eğerse, istemediği bir şeyi yapmış olur. Örneğin, artist olmak isteyen bir gencin annesiyle babası, oyunculuğun ahlaka aykırı ya da sosyal bakımdan düşük bir iş olduğu manayla bu isteğine karşı çıkıyor diyelim. Gence çeşitli baskılar yapabilirler, onu evlatlıktan atmakla tehdit edebilirler, bir-iki yıl içinde mutlaka pişman olacağına inandırmaya çalışabilirler, istediğini yapmak için onun gibi diretmiş, ama yapınca da kötü şeylerle karşılaşmış olduklarını belirttikleri birçok genci örnek olarak sayıp dökebilirler. Oyunculuğun ona uygun bir iş olmadığını düşünmekte belki haklıdırlar, belki rol yapma yeteneğini yoktur ya da sesi iyi değildir. Durum böyleyse, çok geçmeden tiyatro yetkilileri bunu ona söyleyecekler, o da kendisine başka bir iş seçecektir. Anneniz-babanız dayattıkları için amacınızdan vazgeçmeyin. Söylenenleri dinlemez de istediklerinizi yaparsanız, aileniz de bir zaman sonra bu duruma alışacaktır. Diğer yandan, eğer edinmek istediğiniz meslekteki yetkililerin düşünceleri olumsuzsa, o zaman iş değişir, çünkü deneyimlilerin düşünceleri, mesleğe yeni başlayanlar için yol göstericidir.

Bence genel olarak, uzman olmayanların düşüncelerine gereğinden fazla saygı gösterilmektedir; önemli, önemsiz bütün konularda durum böyledir. Kural olarak, bir insanın halka, aç kalmasına ve hapishaneye düşmesine neden olmayacak kadar saygı göstermesi gerekir; bundan fazlası, zorbalığa gönüllü olarak boyun eğmek demektir ve kişinin mutluluğunu zedeleyebilir. Örneğin para harcamayı ele alalım. İyi bir otomobile sahip olarak ve büyük ziyafetler vererek komşularının saygısını kazanacaklarına inananların para harcama anlayışları diğer birçok kimsenin para harcayışlarından oldukça farklıdır. Aslına bakılırsa, bir otomobil alabilecek durumda olduğu halde, seyahat etmeyi ya da iyi bir kitaplığa sahip olmayı tercih eden birisi, farklılığı nedeniyle daha çok saygı görür. Halkı aşağılamak elbette doğru değildir; karmaşık bir yapıda olmasına karşın, hâlâ sadece halk aşağılayabilir. Ama halkı umursamayan bir kişi hem dayanıklı hem de mutludur. Üstelik geleneklere pek fazla boyun eğmeyenlerin oluşturacağı bir topluluk, herkesin aynı şekilde davrandığı bir topluluktan daha ilgi çekicidir. Karakterleri kişiye özgü bir şekilde gelişmiş olan bireylerden oluşan bir toplulukta, farklılıklar korunmuş olur, böylece her karşılaştığımız, daha önce gördüklerimize benzemeyeceğinden, yeni kimselerle karşılaşmak bir değer taşır. Soyluların avantajlarından birisi de buydu, çünkü sosyal üstünlüklerin doğuştan elde edildiği aristokraside, davranışların kararsız olmasına göz yumulmaktaydı. Modern dünyada bu sosyal özgürlük kaynağını gittikçe yitirmekteyiz ve bu yüzden hep bir örnek olmanın yol açacağı tehlikelerin bilinmesi bir gereksinim halini almıştır. İnsanların sıra dışı olmaları gerektiğini söylemek istemiyorum, çünkü bu da gelenekçi olmak kadar sıkıcıdır. Ben yalnızca insanlar doğal olmalı ve anti sosyal olmamak koşuluyla içten gelen zevklerine uymalıdır demek istiyorum.

Modem dünyada araçlar artık çok hızlı, bu nedenle insanlar coğrafi olarak yakın komşularına bağlı kalmaktan kurtuldular. Arabası olanlar kırk kilometre uzaktaki birisini komşu edinebilmektedirler. Bu yüzden, arkadaş seçme olanakları artmıştır. Şehirlerde yakın komşunu tanıma gereği ortadan kalkmışsa da bu gelenek köylerde sürdürülmektedir. Şehirlerde saçma bir düşünce halini almıştır, çünkü sosyal ilişkilerde yakın komşulara bağlı kalma zorunluluğu yoktur. Gün geçtikçe arkadaşlarımızı yakın çevremizden değil, kendimize uygun kimseler arasından seçme olanağımız artmaktadır. Aynı zevkleri ve düşünceleri olan insanların birbirleriyle bağlantı kurmasıyla da mutluluk artar. Artık sosyal ilişkilerin gittikçe daha fazla gelişeceğini ve böylece geleneklere uymayanların çektiği yalnızlık acısının her geçen gün azalacağını umabiliriz. Onların mutluluğu hiç kuşkusuz artacaktır ama geleneğe uymayanları baskı altında tutmaktan zevk alan gelenekçilerin mutlulukları azalacaktır. Ne var ki, bu zevkin korunması gerektiğini düşünmüyorum.

Kamuoyundan korkmak da diğer korkular gibi ezici, dolayısıyla gelişmeyi engelleyicidir. Güçlü bir kamuoyu korkusu olduğunda gelişmek zordur ve mutluluk için gerekli olan ruh özgürlüğüne kavuşmak olanaksızdır, çünkü mutlu olabilmemiz için, yaşayış tarzımızın istediğimiz gibi olması, komşularımızın, hatta akrabalarımızın zevklerine ve isteklerine göre olmaması gerekir. Yakın komşulardan çekinmek eskiye göre azaldı, ama onun yerini gazetelerin ne yazacağı korkusu aldı. Bu da Ortaçağ'daki büyücü baskınları kadar dehşet vericidir. Bir gazete, aslında belki kimseye kötülüğü dokunmayan bir adamı diline doladığında çok kötü şeyler olabilir. Gerçi tanınmamış olanların bundan korkmalarına gerek yoktur ama reklamcılık geliştikçe sosyal işkencenin bu yeni türü de tehdidini artırmaktadır. 

Bu, tanınmış olanlar için küçümsenemeyecek kadar önemli bir konudur ve basın özgürlüğü nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, bireyin onurunu koruma kanunu daha belirgin bir hale getirilmeli, suçsuz insanların yaşamını altüst etmek (hatta yazılanlar söylenmiş ya da yapılmış olsa bile, eğer yayınlanma biçimi halkın gözünden düşürücü nitelikteyse) yasak edilmelidir. Aslında bu, halkın hoşgörüsünün artmasıyla çözümlenebilir. Hoşgörüyü artırmanın en iyi yolu ise, mutlu olanların çoğaltılmasıdır. Böylece başkalarına acı çektirmekten zevk alanların sayısı azaltılmış olur.

Kaynak: Bertrand Russell - Mutlu Olma Sanatı

Aristoteles'in Poetikası Üzerine Önsöz

Poetika, Aristoteles’den elimize eksik, öyle ki kimi bölümleri parçalar halinde geçmiş bir kitap olmakla birlikte, düşünce tarihinin tanıdığı sanat olayını araştıran ilk, ilk olduğu kadar da önemli bir eserdir. Gerçi, Aristoteles’den önce hocası Platon’un gerek Büyük Hippias, Symposion, Phaidros gerekse Politeia adh diyaloglarında sanat ile güzellik üzerine önemli düşünceler geliştirdiğini görüyoruz. Ancak, Platon’un bu düşünceleri, onun idealist felsefesinin kılavuzluğu altında gelişip daha çok bir güzellik idea’sının metafizik karakterini taşırlar. Çünkü Platon’a göre, güzel-idea’sı var olduğu içindir ki, bu ideadan pay alan (methexis) nesnelerin sanat eserlerinin güzelliğinden söz açılabilir. Aristoteles’in görüşü ise, böyle aşkın, metafizik bir karakter taşı­maz. Genel felsefesinde nasıl varolan’ların (to on) dışında (transcendent) bulunan bir idea’nın varlığını kabul etmezse, aynı şekilde sanat alanında da, sanat eserinin dışında, aşkın bir güzellik idea’sı kabul etmez. Aristoteles’e göre, güzellik idea’sı var olduğu için güzel bulduğumuz nesnelerle sanat eserleri bir varlık kazanmıyorlar, tersine sanat eserleri var oldukları içindir ki, güzellik kavramından söz açabili­yoruz, güzel nesneler olduğu içindir ki, nesnelerin güzelliğinden söz açabiliyoruz. 

Aristoteles’in çıkış noktası, metafizik, aşkın bir güzellik idea’sı değil (Platon’da olduğu gibi), daha çok bir “forjna-materia (morphehyle) kompositum”u olan tek tek sanat eserleridir. Aristoteles için şiir alanında araştırılması gereken varlık, idea’nın varlığı değil, tersine tek tek sanat eserlerinin varlığıdır, başka bir deyişle, sanat eseri denen “ontik bütün”dür. Sanat eseri, ontik bir bütün’dür. Sanat eserinin bir “ontik bü­tün” olarak belirlenimi, bu ontik bütün’ü belirleyen kategori’lerin araştırılması, artık bir metafizikle değil de, daha çok bir ontoloji, bir sanat ontolojisi ile ilgilidir. Bunun için Aristoteles poetika’sının, modern deyimiyle estetik’inin temel karakteri, onun bir ontoloji, bir sanat ontolojisi olması­dır. Ne yazık ki, Aristoteles bu sanat ontolojisini sonuna kadar götürmemiş, başka bir deyişle, ona sistemli olarak tam biçimini vermemiş­tir. Belki de poetika (estetik) için bu, büyük bir bahtsızlık olmuştur. Öyle sanıyoruz ki, Aristoteles öteki felsefe disiplinlerinde, örneğin "Prote Philosophia”da, “Ethika”larında gerçekleştirdiği sistematik’!, poetika alanında da gerçekleştirmiş olsaydı, ancak on sekizinci yüzyılın ortalarında bağımsız bir felsefe disiplini olarak kurulan estetik (A. Baumgarten, Aesthetica şive theoria liberalium artium, 1750-58), daha ilkçağda Aristoteles gibi bir düşünürün eliyle kurulmuş ve herhalde estetik’in alın yazısı, bugünkünden çok başka olurdu. 

Aristoteles, Poetika’sında, genel bir poetika (estetik) ile değil de, daha çok edebiyat sanatı, ayrıca da dil sorunlarıyla uğraştı. Bunlar da bize üstelik eksik olarak kalmış bulunuyor. Ama bu eksiklik içinde onun dokunduğu, ancak sonuna kadar götü­rüp belirlemediği öyle düşünceler var ki, bunların günümüz estetik’i, özellikle ontolojik estetik için önemi büyüktür. Çünkü, sanat eseri, günümüz sanat ontolojisi için olduğu gibi, Aristoteles’in sanat ontolojisi için de ontik ve kategorial bir bütün’dür. Bunlar arasında bu bakımdan içten bir bağlılık vardır. Aristoteles’in sanat eserinin varlığını açıklarken öne sürdüğü kategoriler, bugün bile sanat eserlerine uygulanabilir. Öte yandan onun tragedya üzerine geliştirdiği düşünceler, Horatius’un “Ars poetica”sından geçerek 17. yüzyılın Boileau’sunu (L’art podtique) hazırlamıştır.  Aristoteles’in genel olarak drama üzerine söyledikleri de tiyatro tarihi bakımından çok ilgi çekicidir.

Aristoteles’in Poetika’sı, yüzyılların sanat gö­rüşlerini belirlemiş, estetik tarihi yönünden çok önemli olan bir eserdir. Öyle ki, günümüzün estetikçisi bile ondan birçok bakımdan yararlanabilir.  
  
Kaynak: İsmail Tunalı - 28 Şubat 1960

Ortaçağ İslam Felsefesine Genel Bir Bakış - 1

 Batı Ortaçağı felsefesinin XI. yüzyıl ve sonrasını anlamak bakımından çok sınırlı da olsa İslam felsefesinin kimi filozoflarına bir gözatmakta yarar vardır. Çünkü kimi temel sorunlarda özellikle metafizik söylemde, sorunları belirleyiş ve ele alış bakımından Antikçağ felsefesinin İslam felsefesi üzerinde çok etkili olması gibi, İslam felsefesi de Batı Ortaçağı felsefesine önemli katkılarda bulunmuştur; iki felsefe arasında (bu iki felsefe deyişi bir bakıma kurmacadır) bir iletişim kurulmuştur. (Bu arada şunu da akıldan çıkarmamak gerekir: yapılan araştırmaları, yalnızca söylemler arasında akrabalık kurmaya özgülemek felsefe olarak bunu görmek - daha baştan birçok şeyi, 'o filozofu' işte 'o' yapanı gözden kaçırmak hafifsemek- olur.) Hiç kuşkusuz başlı başına bir inceleme, araştırma alanı olan İslam felsefesine ilişkin olarak ayrıntılı bilgiler vermek, ayrı bir uzmanlığı ve çalışma biçimini gerektirmektedir. Böyle bir çalışma, eldeki bu yapıtın amaçlarının dışındadır. Bu nedenle, burada kısa bir biçimde olmak üzere sırasıyla Farabi, Ibn Sina, Gazali ve Ibn Rüşd üzerinde durulacaktır.



FARABİ (870 - 950)

Buhara'da doğmuş olan Farabi Bağdat'ta hukuk öğrenimi görmüş; Buhara'da kadılık yapmıştır. Felsefeyle, doğa bilimleriyle, matematik ve müzikle uğraşmıştır. İslam musikisinin temellerini attığı söylenen Farabi, aynı zamanda hekimdir. Daha sonra çalışmalarını Halep ve Şam'da sürdürmüş olan ve gençliğinde sufi çevrelere girdiği de ileri sürülen Farabi Şam'da ölmüştür.

Mantık, psikoloji, metafizik, doğa bilimleriyle uğraşan Farabi’nin cn önemli yapıdan arasında. İhsa el-ulûm, Kitab el-cem beyn re'yey el-hakimeyn İflâtûn el-ilâhi ve Aristatalis, Fusus el-hikam, Risale fi ehl el-medine el-fazıla, Kitab el siyaset el-medeniye sayılabilir.

Farabi'ye göre varolan herşey 'özü açısından varlığı zorunlu olanlar' ile 'özü açısından varlığı zorunlu olmayanlar' olmak üzere ikiye ayrılar.

Bunlardan birincilerine zorunlu varlık, İkincilere ise olanaklı varlık, zorunsuz varlık denir. Bu sonuçların nedenlilik zinciri içersinde sonsuza değin gitmeleri olanaksızdır, dolayısıyla olanaklı varlıklar, başka deyişle zorunsuz varlıklar zorunlu varlıkta son bulurlar: Bu zorunlu varlık da Tanrı'dır.

ilk Varlık, İlk Neden (Tanrı) varlıkların en üstünüdür, öteki varlıklar gibi olanak halinde varolmamıştır hiçbir zaman, öncesiz sonrasızdır. Ne maddedir ne de maddesi ve dayanağı vardır. Onun varlığı maddeden ve biçimden bağımsızdır. Varolmasının hiçbir amacı yoktur. Kendinden başka her şeyden farklıdır, karşıtı yoklur. Varlığı tanımlanamaz, sayıca ya da bir başka biçimde bölünemez, birdir: tözü açısından etkinlik halinde akıldır. Hem bilendir, hem bilinendir, hem de bilgidir. İlk neden bizim tarafımızdan eksik olarak bilinebilir ancak; çünkü bizim aklımızın gücü buna yetmez, insanın tözü maddeyle karıştığından Tanrı'nın tözünden uzak kalmıştır. İnsan, maddeden tam olarak sıyrıldığında ancak Tanrı’yı tam olarak kavrayabilir. Dolayısıyla Tanrı insan zihni için hem apaçıktır hem de karanlıktır.

İlk Varlık'tan İkincinin varlığı taşar, ikinci olan da maddesiz bir tözdür ve hem kendini hem de ilk Varlık'ı bilir, ikinci Varlık (İkinci Neden) ilk Varlık'ı bildiği için ondan bir Üçüncü varlık taşar, bu da Faal Akıl'dır. Faal Akıl da maddeden bağımsızdır, ilk Varlık'ı ve kendini bilir. Faal Aklın görevi düşünen canlıyı gözetmek, insan için erişilmesi gereken en yüksek olgunluk derecesine. Yüce Mutluluğa onu ulaştırmaktır. Faal Akıl ikinci Nedenleri, Birinciyi ve kendini bilir, ayrıca özleri açışından düşünülür olmayanları da düşünülür kılar. Sözgelişi taş ya da bitki gibi kendileri düşünemeyenleri düşünülür kılan Faal Akıldır, insan aklını da etkinlik halinde Akıl durumuna getiren yine Faal Akıldır. Düşünme gücü kendini düşünüp özünü bildiğinde, insan hem düşünen hem de düşünülen haline gelir ve Faal Akıl düzeyine ulaşır. İnsan bu düzeye ulaşınca maddi düzeyden 'ilahi' bir düzeye gelir ve mutluluğa ulaşmış olur; işte bu Faal Aklın işidir.

Farabi'ye göre Tanr'nın ne olduğunu bilmek güçtür. Bunun bir nedeni insan aklının sınırlı oluşudur; öteki neden de Tanrı'ya belli bir nitelik yüklemedeki güçlüktür, çünkü Tanrı'ya belli bir nitelik yüklemek, Onu yaratıcısı olduğu şeylerle sınırlandırmak, tanımlamak demektir.

Tanr'nın varlığı çeşitli biçimlerde kanıtlanabilir Farabi'ye göre. Örneğin, dünyada hareket eden şeyler vardır, hareket eden her şey hareketini bir hareket ettiriciden alır; hareket ettirici kendisi de harekelliyse, o da hareketini bir başka hareket ettiriciden alır, bu böyle sürüp gider. Ama hareket ettiriciler ve hareketli şeyler dizisinde sonsuza değin gidilemez. Demek ki hareket etmeyen bir hareket ettiricinin olması gerekir ki işte bu da Tanrı'dır. Yine, dünyadaki değişim içerisinde her nedenin bir başka nedeninin olduğu görülmektedir. Ama bütün etkin nedenler dışında, kendisi nedensiz olan bir etkin nedenin bulunması zorunludur, bu da Tanrı'dır. Yine, evrende olup yok olan zorunsuz nesneler, varlıklarını bir nedenin eylemine borçludur; ama zorunsuz nedenler dizisi sonsuza değin gidemeyeceğine göre, varoluşunu salt kendisinden alan bir nedenin olması gerekir; işte bu Tanrı'dır.

Öte yandan Farabi, Tanrı'nın yalınlığı, sonsuzluğu, değişmezliği ve birliğine ilişkin kanıtlamalara da gider. Tanrı'nın varlığına, birliğine, değişmezliğine, yalınlığına, sonsuzluğuna ilişkin kanıtlamaları Batı Skolastiğinde XIII. yy'da özellikle Thomas Aquinas tarafından kullanılacaktır.

Farabi'nin 'akıl' anlayışı. Ortaçağda çevirisi çok yaygın olan Akıl Üzerine adlı yapıtında ortaya konmuştur. Aristoteles'in Peri Pyskhes adlı yapıtına Aphrodisas'lı Aleksandros'un getirdiği yorumun etkisiyle. Aklı 'Olanak halinde' (in potentia), 'Etkin halde' (in effectu) 'Edinilmiş Akıl’ (adeptus) ve 'Faal Akıl' (agens) olmak üzere dörde ayırır. Farabi'ye göre en önemli akıl hiçbir zaman maddede bulunmamış olan, salt form olan Faal Akıl'dır. Olanak halindeki aklı etkin hale getiren, olanak halinde kavranabilir olanı etkin halde kavranabilir hale getiren bu akıldır. Faal Akıl bölünmezdir, varlığı da bölünmez şeylerden oluşur; üstelik bu akıl maddeye formları verendir.

Öte yandan Farabi'ye göre insan, hayvansal yanlarını 'istenç' ile yönetebilir. İstenci, seçme, isteme gücüyle ilgili bir yeti olarak gören Farabi insanın seçebildiğini, ama yalnızca kendisi için mümkün olanı seçebildiğim belirtir. Dolayısıyla, ona göre özgürlük, mümkün olan şeyi isteme gücüdür.


İBN SİNA (AVICENNA) (980 - 1037)

980 yılında Buhara yakınlarında doğan İbn Sina doğa bilimleri ve hekimlik eğitimi görmüştür. 1037'de Hamedan'da ölmüş olan ibn Sina, Arapça ve Farsça birçok yapıt kaleme almıştır.

Kısaca Kanun adıyla bilinen en önemli yapıtı henüz bütünüyle incelenmiş değildir. Felsefi görüşlerini genelde açıklayan yapıtları Kitab el-Şifa, bu yapıttan alınan bazı metinlerden oluşan Kitab el Necat, Kitab el-işârât ve'l-tenbihat, Hikmet-ül-arudhiyyedir.

Kaynakları; Farabi, Aristoteles'in mantık kitapları ve Plotinos olmuş; Plotinos'un Enneades'inden bir derleme olan Theologia Aristoteles'i Aristoteles’in bir yapıtı olarak incelemiştir.

ibn Sina'da iki yan görülmektedir. Kendinden önceki düşünürlerin öğretilerini yeni bir açıdan inceleyen dinsel yan ile bilim adamı yanı. Metafiziği bilimlerin en yükseğine koyan ibn Sina, bilim adamı olarak somut olanı da incelemeye çalışmıştır. Doğa Felsefesi adlı yapıtı kaybolmuş olduğundan onun doğa felsefesi derinliğine açıklanamamakla birlikte, eldeki yapıtlarında bu iki yanın nasıl içiçe olduğu görülebilmektedir.

İbn Sina'nın metafiziği varlığın ya da varoluşun kaynağı ile öze ulaşma sorunu üzerine yoğunlaşmıştır. Ona göre varlık ya da varoluş her şeyden önce duyusal algılar yoluyla anlaşılabilir. Ama kendisinden kuşku duyulamayan bu varlık-varoluş kendi varlığının nedenini kendinde taşımaz. Bu varlık-varoluş her öze bağlı olarak söz konusu olabilir. Örneğin hem bir insan özünde hem bir at özünde hem de bir taş özünde bu varlık-varoluş vardır; ama bu varlık-varoluş'u kavrama özün varolduğunu da kavramak anlamına gelmez. Kendi başına bu varlık-varoluş zorunlu değil, zorunsuzdur. Öyleyse varoluş, özü kendi varlığı olan bir varlık aracılığıyla ona eklenmiştir, ona verilmiştir. XIII. yüzyılda Thomas Aquinas'ın da diyeceği gibi, Ibn Sina'ya göre varlık zihnin ilk kabul ettiği kavramdır ve bu kavram bizim bütün yargılarımızın içindedir, çünkü ne düşünürsek düşünelim, o düşündüğümüz şeyi 'varolan bir şey' olarak düşünürüz. Demek ki varlık, varolan herşeyin ilk başlangıcı, ilk ilkesidir. Ama bu ilke iki değişik görünümde söz konusu olabilir: 1. Zorunlu varolmak, 2.Zorunsuz varolmak. Bu yüzden kendi varlık nedenini kendinde taşıyan varlık ile varolan ama gerçekleşebilmek için bir başka nedene gerek duyan varlık arasında bir ayırım söz konusudur. Duyularımız bize kendileri de başka nedenlere bağlı olan, yani zorunsuz olan nesneleri, varlıkları gösterebilir ancak. Ama varlıklardaki düzen, nedenlerin birbirini izlemesi biçimindeyse, her varlığın ve her nedenin ilk nedeni olan ve kendi varlık nedenini kendinde taşıyan zorunlu bir varlığın olması gerekir. İşte bu zorunlu varlık Tanrı'dır ve Tanrı'da varlık ile öz yetkin bir biçimde özdeştir. Onun özü ile varlığı bir olduğuna göre, bu varlık yetkindir, yalındır, saftır, etkinlik halindedir ve dolayısıyla da zorunludur.

Ibn Sina; oluşu, evrenin oluşunu Tanrı istencine bağlı olarak değil, zorunlu bir varlıktan taşma biçiminde açıklar. Tanrı evrenin varlığı açısından öncelik taşır ve evrenin varlığından ayrıdır. Bu zorunlu ilk'ten yalnızca bir Akıl çıkar, çünkü Bir'den ancak bir çıkar. Ama bu çıkan bir, daha önce gelenden taştığı için artık bir değildir, yalın değildir, bileşiktir; zorunlu olarak kendinde bir ikilik taşır. Bu ikilik varlık ve bilgidir, dünyaya çokluğu veren bu ikiliktir. Bu akıldan bir başka akıl çıkar. Bu da göksel bir ruh ile göksel biri cisimden oluşur, göksel cisim en uzak uzaydır. Yine bu akıldan da bir ruh ve göksel cisimden oluşan bir başka Akıl çıkar ve onuncu Akla kadar bu böyle gider. Her bir akıldaki bir göksel cisme Arisloleles-Plolemaios evren sistemindeki bir gök cismi karşılık gelir. Akılların onuncu ve sonunucusu 'işleyen Akıl' (Faal Akıl)dır ve artık bir göksel cismi değil, oluşan-yokolan maddeden oluşmuş olan bizim dünyamızı yönetir.

Madde saf olanaklılık taşıyan bir öğedir, bu biçimiyle de kendi başına bir varlığı yoktur; 'yokluk'tur, kötüdür. Madde İşleyen Aklın ona verdiği tözsel biçimleri alır. Akıllar dünyasından düşmüş olan biçimler, maddenin içine gömülür.
1 - 2 - 3

Ortaçağ İslam Felsefesine Genel Bir Bakış - 2

İnsan ruhu da Akıllar dünyasından maddesel dünyaya düşmekten kendini kurtaramaz, ama kaynağına olan bağlılığını da koruduğundan, akılsal yaşamını da sürdürür. Bu akılsal yaşamda duyum, ya da duyu organları aracılığıyla maddeden bağımsız alma; duyulur olanlardan değil, maddeden soyutlayan tasarım; duyusal olmayan tek tek ideaları ortaya çıkaran değerlendirici kavrama ve ancak anlaşılabilir olanın, tümelin kavranması biçiminde ortaya çıkan dört soyutlama derecesi vardır. Bu dördüncü soyutlama ruhun kendi başına yaptığı bir iş değildir, anlaşılır biçimler aynı zamanda İşleyen Aklın armağanı olan tözsel biçimler gibidir ve sezme aslında bir ruh etkinliği olsa bile, işleyen Aklın yardımı gereklidir.



Belli bir süre için insan bedeninin bir biçimini oluşturan ruh, bedenin ölümünden sonra Akıl dünyasında asıl yaşamına kavuşacaktır; bu kavuşma temelde çok büyük bir değişiklik getirmese bile, maddeden kurtulduğu için dolayısıyla, ruh kötüden de kurtulmuş olacaktır. Bedendeki madde, ruhun bireyselliğininin nedeni ve aracı olsa bile, nıhun kendisi kazanmış olduğu bireyselliğini hep koruyacaktır.

Varlık’tan ve Akıllardan görünen dünyaya doğru bir inişe karşılık gelen bir çıkış da söz konusudur aynı zamanda. Bu çıkışı her yaratı­ğın kendi ilkesine duyduğu sevgi ve istek sağlar. Bir'den taşan öteki Akılların herbiriııin bir öncekine karşı duyduğu sevgi ve işlek son Akıl olan işleyen Akıl tarafından görünen dünyaya aktarılmıştır ve bu nedenle herşey kendi iyisine yönelir, ama- bu iyiyi kendi başına bilemez, insan da kendi iyisine yönelir ama bu yönelme ancak anlaşılabilir olanları, Akılları ve 'Zorunlu Varlık'ı bilebilen, akıllı ruhu sayesinde mümkün olur. Bu yönelmeyi insan, kendisine ruhunu veren ve ruhunu aydınlatan işleyen Akıl yönündeki bilinçli bir sevgi ve bilme devinimi aracılığı ile gerçekleştirir.

Ölümden sonra maddeden sıyrılmış olan ruh, dünyada kazandığı hazırlıkla orantılı olarak, az yada çok, anlaşılabilir olanlan bilme sevincini yaşayacaktır. Ama ruh bu dünyada hazırlanmamış ise, akılsal yetilerini köreltmişse, bu sevinçten yoksun kalmakla cezasını bulacaktır. Hazırlığı üstün derecede gerçekleşmişse 'Zorunlu Varlık’ı tanıyacaktır. Doğa Felsefesi adlı yapıtının kaybolmuş olması ibn Sina'nın bu görüşlerini ne denli derinleştirdiği, insanın çıkışının ayrıntılı koşullarını ve aşamalarını nasıl çözdüğünü anlamayı engellemektedir. Aristoteles'i düzeltmekten söz etmiş olması nedeniyle elindeki Theologia Aristotelis ile Aristoteles'in öteki yapıtları arasındaki çelişkileri görmüş olduğu savunulmuş ve buna kanıt olarak da varlık ile öz ayrımı konusundaki görüşleri gösterilmiştir. Ama tüm metafiziğinin Plotinos'un Enneades'inden izler taşıdığı da açıktır.

ibn Sina yaşadığı dönemde Batı'nın tek hocası olmuştur. Kanun'u 1150-1187 yıllan arasında Cremona'lı Gherardus (Cremonensis) tarafından çevrilmiş, üniversitelerde temel kitap olarak kullanılmıştır. Renaissance döneminde Leonardo da Vinci, îbn Sina'nın anatomi görüşlerini eleştirmiş, Paracelsus Kanun'u Basel'de yakmıştır ama Şifa II. Frederik'in isteği üzerine çevrilmiş, Ortaçağda kimya, astronomi, zooloji, yerbilimleri alanlarında en çok başvurulan yapıt olmuştur.

Felsefe yapıtları arasında Şifa'nın metafizikle ilgili, Gökyüzü Üzerine, Ruh Üzerine, Canlılar Üzerine adlı bölümleri XII. yüzyılda Gundisalinus tarafından çevrilmiştir. Aristoteles'in yalnızca mantık kitaplarıyla tanındığı bir dönemde tbn Sina, Batı için doğa bilimleri hocası olmakla kalmamış, tüm Batı felsefesinin en önemli kaynağı da olmuş, ama hep Aristoteles yorumcusu olarak incelenmiştir. Evrenin kaynağı ve Tanrı konusunda pek söz etmemiş olan Aristoteles’i tamamlayan bir düşünür olarak bir yüzyıl boyunca Yeniplatoncu -Augustinusçu çizgide görülmüştür; çünkü Akıllardan (Meleklerden) ruhun ölümsüzlüğünden, Aklın yukarıdan gelen ışıkla aydınlanmasından, Latin skolastiğinin en büyük arzusu olan 'akılla inanç arasındaki uyum'dan sözetmiştir.

1210 ve 1215 yıllarında Paris'te Aristoteles ile onun izleyicilerinin öğretileri yasaklandığında, bu karar İbn Sina'yı da kapsamış ama 1231'de IX. Gregorius'un kararıyla Aristoteles'le birlikle İbn Sina'nın görüşlerinin de öğretimi serbest bırakılmıştır.

Bu arada özellikle Paris Piskoposu Auvergen'li Guillelmus'un başlattığı kampanya sonucu İşleyen Aklın ölümden sonraki ruh mutluluğu için neden olması konusundaki görüşleri eleştirilmiş; ancak öz ile varlık arasındaki ayrıma ilişkin savı Latin skolastiğine yerleşmiştir. İngiltere'de Fransiskenlerin başlattığı bir akım sonucu Augustinus'un görüşlerine yakın olduğu ileri sürülmüş hatta, Augustinus'u tamamlayan bir düşünür olarak görülmüştür. İbn Sina'daki 'İşleyen Akıl', Augustinus'un 'memoria sui'si olarak düşünülmüştür. Ayrıca Paulus'un mektupları gibi bazı kutsal metinlerin açıklanmasında kendisinden yararlanılmış, felsefesi mistik bir bilgi teorisiyle de açıklanmak istenmiştir.

XIII. yüzyılda Batı felsefesi düşüncesinde yeri belirlenmiş olan İbn Sina'nın bilimsel açıklamalarını Albertus Magnus geniş ölçüde kullanırken, Thomas Aquinas, bu yapıtta çevirisi yer alan De ente et essentia'da yaratılmış meleklerin maddeden bağımsız olduğunun kanıtı olarak İbn Sina'nın varlık-öz aynmını kullanmıştır. Ayrıca Thomas Aquinas, ibn Sina'nın ruhun ölümünden sonra varolduğu görüşünü ibn Rüşd'e karşı eleştirilerinde kullanmıştır. Latin skolastiği öğretileri ve terimleriyle hep onun görüşlerini kaynak almış, Roberto Grossatesta'dan Roger Bacon'a değin hemen her Ortaçağ düşünürü ondan yararlanmıştır. Kilise'nin resmi filozofu Thomas Aquinas yorumcuları bugün bile bu filozofu hep ibn Sina ile birlikte incelemektedirler.


GAZALİ (1058 - 1111)

Horasan yakınlarında Tus kentinde doğmuştur. Önceleri Bağdat'la tanrıbilim dersleri vermiş, sonra sırasıyla Suriye, Mekke ve İran'da dersler vermiştir. Doğduğu kente döndükten sonra kendini felsefe çalışmasına adamış, sufîlerin mistik yaşamına uygun bir yaşam sürmüştür.

İhya, Tehafüt-el Felasife (Felsefenin Tutarsızlığı-Yıkımı), El Munkızu min el-dalâl (Yanlış Yoldan Uyarma), Risalet-el Ledunniye (Gizemli Tanrı Bilgisine Ait Risale) adlı yapıtları en önemli yapıtları arasında yer almaktadır.

Tannbilimci olarak Müslüman, düşünür olarak Yeniplatoncu, bir ahlakçı olarak da Hıristiyan diye değerlendirilen Gazali'ye göre Tanrı dünyadaki tek etkin nedendir, tek ışıktır, tek iyi, tek bilge, tek güzeldir; tek tek nesneleri, ayrıntıları bilir; aşırı derecede açık olduğu için de gizlidir. Tanrı ile insan arasındaki sevgi karşılıklıdır, çünkü insan hazzının en yüksek noktası Tanrı'yı bilmek, aşkın görünümü seyretmektir, insan, özüyle, nitelikleriyle ve eylemleriyle Tanrı'ya benzer; insan bir 'mikrokosmos'tur, küçük evrendir; dolayısıyla kendini bilmekle Tanrı'yı bilir. Doğası gereği insan, inanca yatkındır; onu Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudi yapan ana-babasıdır. Kötüye eğilim alışkanlık ve öğretimle edinilir. Doğal olarak tanrısal, cisimsel dünyaya yabancı bir varlık olan insan, Adem'le Havva'nın günahı yüzünden bu dünyaya düşmüştür, ama iyiye dönüş onun içindedir; çünkü o iki doğadan, tanrısal ve 'şeytansı' iki doğadan oluşur, yeri meleklerle hayvanlar arasındadır.

Ruhlar; bitkisel, canlı, akıllı ve gökcisimlerinin ruhları olmak üzere ayrılmıştır. Ruh bir yandan tutkuların bulunduğu bir yerdir, kötüye yönelme yeridir, bir yandan da tanrısal bir varlıktır; Tanrı'nın ışıklarından biridir. Tanrı'ya çıkış aracıdır. Ruh, kendinde bütün evreni toplar, çünkü ruhta bütün evren yansır; hem tanrısal bir öge hem de bilme, anlama aracıdır. Ruh doğrudan Tanrı'dan gelir ve insanın ölümsüz yanıdır. İnsanda cisimden bağımsız bir başka öge de akıldır, akıl Tanrı'dan gelmedir ama yine de kendi içinde özgürdür, akıl insanı hayvandan ayıran altıncı duyudur. İnsanda şeytanın yardımcıları arzulardır, akıl ise meleklerin ve Tanrı'nın yardımcılarıdır; akıl arzulara üstün geldiğinde insan iç esenliğine ulaşır ama, tam kurtuluş ancak ölümle söz konusu olur. Bu nedenle insan kendini aşağılamalı, alçak gönüllü olmalı, Tanrı'nın büyüklüğü karşısında sınırlarını bilmelidir.

Gazali kosmoloji görüşünde Yeniplatoncuları izler. Ona göre bu dünyadaki nesneler gökcisimleri dünyasının, ideaların imgeleridir. Dünyanın varlığının idealarda, görünen nesnelerde, bellekte ve kalpte olmak üzere dört görünümü vardır.

Gazali'ye göre insan Tanrı olmayan her şeyden arındığında, sufîlerin yolundan gittiğinde, kalbini arındırdığında Tanrı'ya ulaşır. O zaman en gizli şeyleri görür.

Gazali'ye göre skolastik gelenekle, felsefi açıklamalarla kesin bilgiye ulaşılması olanaksızdır. Bu nedenle felsefecilerin yanılmalarını şöyle açıklar:

Maddenin başsız sonsuz olduğu düşünülemez. Düşünülse bile bu, dinin dogmalarıyla bağdaşmaz. Evrenin bir yapıcısı ve bir nedeni olduğunu kanıtlamak için ileri sürülen kanıtlar fizikseldir. Metafizik ilkeleri filozoflar açıklayamaz. Yunan düşüncesine göre Tanrı, 'Demiourgos'tur, yani yapıcıdır, oysa İslam düşüncesine göre yaratıcıdır. İlk kımıldatıcı kanıtı da fiziksel bir kanıtlamadır. Böyle fiziksel ilkelerden yola çıkılarak Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya kalkanların yolu tanrısızlığa varır. Dolayısıyla fiziksel ilkeden yola çıkılıyorsa, Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya girişmemeli; Tanrı'nın varlığına 'iman ediliyorsa', ona bir ilk neden işlevi verip, onun varlığını kanıtlamaya kalkmamalı. Yine filozoflar Tanrı'nın yalnızca tümelleri bildiğini, tekilleri bilmediğini öne sürer. Böyle bir ayırma yapıldığında, Tanrı'nın nesneleri bilmediği sonucuna varılır ve bu da Tanrı'nın bilgisini yadsımak olur. Filozofların bu görüşü ileri sürmelerinin nedeni, Tanrı tekleri bilirse onun bilgisinin de tek tek nesneler gibi değişebilir olacağı" korkusudur; oysa değişiklik yalnızca bilinene aittir; Tanrı'nın bilmesi değişenin değişmez bilgisidir. Yine gök kürelerinin nesneleri bildiği ve onlara etkide bulunduğu görüşü yanlıştır; çünkü bu şekilde Tanrı ile doğa arasına aracı varlıklar konmaktadır. Yine filozofların kullandığı nedensellik ilkesi yanlıştır; çünkü nedensellik ilkesi doğru ise Tanrı istenci gereksiz olur; Tanrı istenci doğru ise her doğal olayın nedeninin Tanrı olması gerekir. Zorunlu bir bağın, nedenlerle etkileri birleştiremediğini savunan Gazali'ye göre neden ile etki birbirinden bütünüyle ayn şeylerdir; birinin olması ötekinin de olmasını zorunlu kılmaz; çünkü biri (etki) varolmayınca, ötekinin (nedeninin) varolmaması zorunlu değildir.

1 - 2 - 3

Ortaçağ İslam Felsefesine Genel Bir Bakış - 3

Bütün nesneler Tanrı tarafından yaratılmıştır; nesneler arasında zorunlu bir bağ yoktur. Doğadaki nesneler hiçbir şey oluşturamazlar, yalnızca Tanrı her şeyi yapmada yetkindir; bu işi ya doğrudan ya da melekleri aracılığıyla yapar; ama gerçekte tek neden Tanrı'dır. Yaratma sırasında Tanrı'da hiçbir değişme olmamıştır, çünkü yaratma olanak halinden etkin hale geçmek değil, Tanrı'nın salt açılması olarak düşünülmelidir. Bu açılmanın ne biçimde olduğunu insan bilemez. Ruhsal yaşamın en yüksek derecesi boş felsefi bilgi değil, her bilginin üzerinde olan bir anlık sezmedir; hakikat ancak mistik bir görü ile sezilebilir.

Aklın çözüm getirebileceği konular ile, inanç konularını birbirinden ayırma yolunda Gazali'nin çabası özellikle Ortaçağ dönemi için felsefe tarihi açısından önemli bir aşama olmuştur.


İBN RÜŞD (AVERROES) (1126 - 1198)

Hukukçu bir aileden gelen İbn Rüşd 1126'da Cordoba'da doğmuş 1198'de de Fas'ta ölmüştür.

Felsefe yanında hekimlik, astronomi, hukuk gibi konulara da ilgi duyan İbn Ruşd'ün felsefe ile ilgili yapıtları: Dinle Felsefenin Uzlaştırılması (Fasl-el Makal), Kutsal Metinlerin Yorumunda Kullanıcak Yöntem (Keşf an menahic-el-edille), "Felsefecilerin Tutarsızlığı"nın Tutarsızlığı (Tehafüt-el-tehafüt), Sonsuzluk ve Dünyanın Yaratılışı Sorununun Çözümü başlıklarını taşımaktadır. Ayrıca Aristoteles’le Plalon'un yapıtlarına ilişkin olarak yazdığı açıklamalar da üç öbekte toplanmaktadır: Büyük Açıklamalar'da Aristoteles'in metnindeki cümleler tek tek ele alınmıştır. Bu açıklamalardan kimileri örneğin Peri Psykhes'e yazılan açıklama uzun bir makale oluşturmaktadır. Physika, Peri Ouranon, Meta ta Physika ve Peri Psykhes açıklamaları büyük açıklamalar öbeğine girmektedir. Orta açıklamalar ise Aristoteles'in yapıtlarının eski Arapça çevirilerinin güncel Arapça’ya çevrilmesi ile bunların özetlerinden oluşur: Kategoriai, Rhetorika, Poetika açıklamaları bu öbeğe girmektedir. Asıl metne pek bağlı kalmadan kolay anlaşılabilecek bir dille yapılan açıklamalar da üçüncü öbeği oluşturmaktadır. İbn Rüşd'ün kendi düşüncelerini de içeren bu açıklamalar içinde Physika, Meta ta Physika, Meteorologike'ye ayrıca Platon'un Politeia'sına ilişkin açıklamalar sayılabilir.

Bütün Yunan felsefesini, Yeniplatonculuğu, İslam tanrıbilim okullarını, doğa bilimlerini, din ve hukuk geleneğini, mistisizmi incelemiş olan İbn Rüşd, yalnızca Aristoteles felsefesini açıklayan, Batıya tanıtan bir yorumcu değildir; felsefe ve tanrıbilim sınırları konusuna eleştirici bir bakışla yaklaşmış olan bir düşünürdür de aynı zamanda.

İbn Rüşd'e göre dünya bir rastlantı sonucu değildir, bir yaratanın eseridir. Mevsimler, gece-gündüz, yağmur, su, toprağın ürün vermesi ve öteki doğa olayları hep insanın yaşamını sürdürmesine yarayan olaylardır. Hayvanlar, bitkiler, varolan her şey hep insan için vardır.

İbn Rüşd iki bilme düzeyi ve bunlara karşılık gelen iki gerçeklik tarzını birbirinden ayırır. Bunlar doğaüstü, gizli, tanrısal nesneler (Gayib) ile insanın duyu organlarıyla algıladığı nesnelerdir (Şahid). Bu iki gerçekliğe karşılık gelen iki bilme türü ise, Gayib'in bilgisi olan tanrısal bilme ve Şahid'in bilgisi olan insansal bilmedir, insan bilgisinin düzeyi duyulur olanların ve imgelerin düzeyinde kalır. İnsan, tasarım halindeki biçimlerle olan bağından kendini kurtaramadığından. bilen ile bilinen nesne biribirinden ayrı olduğundan ve kendi kendinin bilgisi aklın dışındaki bir nesnenin bilgisinden değişik bir bilgi olduğundan, insan bilgisinde kaçınılmaz bir çokluk söz konusudur. Öte yandan insan bilgisi tözleri değil, yalnızca tözlere ilişkin kimi ilinekleri, örneğin, sıcağı, soğuğu, devinimi ayırt eder. Yine insan bilgisi sınırları içinde neden ve sonuçtan söz edilir ama, bu kullanım yalnızca bir alışkanlık nedeniyledir; bu sözcüklerin kastettiği nedenler ile sonuçlar gerçek neden ve sonuçlar değildir. İnsan zihni bir nesneyi bilme etkinliği içindeyken, o nesnenin tözünün kaynağı gibi, nesnenin kendisini bilmez. Yine akla dayanan insan bilgisi, olguları bütünlüğü içinde kavrayamaz, yalnızca o an duyu alanına giren yönü kavrar. Başka deyişle akla dayalı insan bilgisi 'fenomenolojik' bilgidir. Oysa tanrısal bilgi zihin dışındaki nesnelere bağlı değildir, tersine nesneler onun bilgisine dayanırlar; çünkü nesnelere varlığını veren Tanrı'nın bilmesidir. Bu düşünceyi, Augustinus’un "Bu dünya olmasaydı biz bilmezdik, Tanrı bilmeseydi bu dünya varolmazdı" düşüncesiyle karşılaştırmak mümkündür. Yine Tanrı'nın bilgisi bireye ilişkin değildir, varolan nesnelerin sonsuzluğunu saran bir bilgidir bu bilgi. Tanrı bilgisinde, bilgi nesnesi ile bilenin birliği ve özdeşliği tam bir yetkinlik taşır: çünkü bu tür bilgide madde ile herhangi bir ilişki hiçbir şekilde söz konusu değildir. Bu bilgi varlıkların özlerinin organik bir birliğidir; bu varlıkların herbirinde tanrısal bilgelik açıkça görülür; bu varlıklar bir düzen ve tutarlılık içinde birbirleriyle bağlanmışlardır: nitekim Tanrı kendi kendini bilmekle nesnelerin özlerini belli bir düzen ve tutarlılık içinde ortaya çıkarır: işte nesnelerin varlık nedenleri bu özlerdir; Tanrı ise özlerin varlık nedenidir.

İşte bu iki bilgi türüne iki tarz gerçeklik karşılık gelir:

1) Tüm evrendeki 'Noumenler (Akıllar) dünyası' (bu dünya tanrısal bilginin nesnesidir ve tanrısal gerçeklikle özdeştir). Evrendeki bütün ilkeler isler maddeden bağımsız, ister cisimsel ilkeler olsunlar. İlk ilke'den türerler ve böylece tek bir güç nedeniyle evren, bütünlüğü içinde bir birlik oluşturur. Bu güç evrenin bütün parçalarını öyle bağlar ki bu parçaların herbiri tek bir eylemi gerçekleştirir temelde. Öte yandan evrenin parçalarında bütün ruhsal ve maddesel güçleri birleştiren, her yere yayılan bir tek ruhsal gücün olması zorunludur. Böyle olmasaydı evrendeki bu düzen ve tutarlılık da olmazdı. Tanrı'nın evreni kuran ve koruyan yaratıcı olduğu böyle anlaşılabilir ancak. Evren, evrene içkin olan Tanrı'nın sürekli yaratmasıdır.

2) 'Fenomenler dünyası' ise akla dayalı bilginin nesnesidir, bu alan Yunan Felsefecileri, özellikle de Platon ile insan aklının ulaşabileceği en üst düzeye ulaşmış olan Aristoteles tarafından açıklanmıştır. Yunan felsefesi ve bilimi yalnızca duyu alanına giren sınırlar içinde geçerlidir, yani bu filozofların ' Noumenler (Akıllar) dünyası'na ilişkin olarak ileri sürdükleri görüşlerin temeli yoktur, çünkü bu açıklamalar deneye bağlı bilgi kategorilerinin 'Noumenler (Akıllar) dünyası'na kaydırılmasına dayanmaktadır; bu ise olanaksızdır. İbn Rüşd'e göre Yunan felsefesinin tek başarısı, duyular dünyası üzerinde bir Noumenler (Akıllar) dünyası' olduğunun farkına varmış olması ve bir ilk Varlık'ın zorunluluğunu görmüş olmasıdır. Ama daha öteye gitmek, boşuna bir çabadır, çünkü insan aklı gök cisimlerinin etkinlik tarzını kavrayamaz. Tanrısal gerçeklikle ayaltı gerçeklik arasında karşılaştırma yapmaya kalkanlar, tanrısal etkin nedenin ayaltı dünyadaki etkin nedenler gibi işlediğine inananlar büyük bir yanlışa düşüyorlar demektir. Ona göre bu tür yanlışlara Farabi ve îbn Sina da düşmüştür, çünkü onların İlk Neden'den Akılların taşmasına ilişkin teorileri deney dünyasına ilişkin kategorilerin 'Noumenler (Akıllar) dünyası'na ilişkin kategorilere uyarlanmasına dayanmaktadır; oysa böyle bir uyarlama geçersizdir.

İbn Rüşd'e göre Tanrı ne görünenler dünyasının devamı olan, aynı yasalara bağlı göksel bir basamaklandırmanın son aşamasıdır, ne de kendi istenciyle bu dünyayı yaratmıştır. Tann'nın bilme etkinliğinin kendisi bu dünyanın varlık nedenidir.

'Noumenler (Akıllar) dünyası' tanrısal etkinliğin ürünüdür, onunla içiçedir ve tanrısal etkinlik nasıl başsız-sonsuz ise, bu dünya da başsız sonsuzdur, insan zihni bu gerçekliği zaman kategorisi ile kavramaya çalıştığında onu, başı sonu olan bir gerçeklik olarak algılar; çünkü insan zihni sonsuzluğu algılayamaz.

İbn Rüşd'e göre, fenomenler dünyasındaki olayların birbirini izlemesi, bu sürecin varlığının nedeni olarak 'ussal bir neden' gerektirir. İnsan zihninin algıladığı nedenlerin sonsuzluk içindeki süreci, etkin olan asıl nedenler süreci değildir, ilineksel nedenler, sürecidir. Tek hakiki etkin neden, nedensel bağlantının her basamağında yer alan Tanr'nın yaratıcı etkinliğidir.

İbn Rüşd, bilgi görüşünü Aristoteles'in Peri Psykhes'ine yazdığı yorumunda açıklamaktadır. Ona göre bilme etkinliğinde biri varlıksal, öteki bilgisel olmak üzere iki ilişki söz konusudur.

Varlıksal açıdan etkin akıl, biçimin ya da insan ruhunun; başka deyişle olanak halindeki aklın biçimidir ve etkinliğini onun içinde gerçekleştirir. Bu etkinlik de olanak halindeki akla ilk kavramları vermek, imgesel biçimlerden anlaşılır biçimleri soyutlamaktır.

Varlıksal ilişki, olanak halindeki aklın hep bilme olanağı olarak kalmasına karşın, etkin akılla birlikte bilgisel ilişki varlıksal ilişki yerine geçer; etkin akıl, etkinlik haline gelmiş olan olanaklı aklın bilgi nesnesi durumuna gelir. Böylece İbn Rüşd, daha önceki düşünürlerin yalnızca yukardan gelen bir ışık olarak kabul ettikleri Faal Akıl'ı almaetkinliğini olanak halindeki insan akima vermiş olmaktadır. Dolayısıyla insan zihninin bilme etkinliği Faal Akıl'a değil, insan aklının kendisine bağlı olarak düşünülmektedir.

îbn Rüşd'ün öğretisi Doğu dünyasında pek taraftar bulmamış, genellikle tanrıbilimcilerin ağırlığı altında kalmış, bu nedenle pek izleyicisi olmamıştır. Yahudi dünyasında ve Latin Skolastiğinde ise geniş etkisi olmuş, yapıtlarıyla ilgili çalışmalar XVII. yüzyıla değin sürmüştür.


Kaynak: Betül Çotuksöken - Saffet Babur - Ortaçağda Felsefe

1 - 2 - 3

Analitik

[Alm. Analytik ] [Fr. analytique ] [İng. analytic ] [Yun. analytike tekhne = çözmeye yarayan sanat ] :

1- Aristoteles'te biçimsel mantıkla eşanlamlıdır. Birinci Anlaitikler ve İkinci Analitikler, Organon adlı mantık kitabının üçüncü bölümünü kurarlar, bunlarda Aristoteles. bilimsel yöntemin öğeleri olan çıkarımları ve tanıtlama yollarını inceler.

2- Kant için analitik, anlığın biçimlerini incelemedir; Transendental Analitik anlığın öncel (apriori) biçimlerinin bilimidir.
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP