Öncekilerde olduğu gibi Montesquieu’ya göre de üç çeşit hükümet şekli bulunmaktadır: “Cumhuriyet, Saltanat, istibdat. Cumhuriyet’le idare, milletin tümünün birden ya da milletin bir parçasının idareyi elinde bulundurmasıdır; saltanat’la idare, bir kişinin, ama sabit ve yerleşmiş kanunlarla idaresidir. İstibdat’la idare ise, bir kişinin hiçbir kanun ve kurala bağlı olmadan kendi istek ve heveslerine göre idaresidir”. Bütün düşünce tarihine bakıldığında görülmektedir ki hemen hemen siyaset düşünürlerinin tamamı devlet yönetim biçimlerini üç çeşit olarak ele almaktadır. Bu yönetim şekillerini kabul ediş veya eleştirmelerinde ise farklılıklar bulunmaktadır.
Sözleşme üzerine yaptığı vurgu ile ön plana çıkan J. J. Rousseau’ya (1712-1778) göre tüm toplulukların en eskisi ve tek doğal olanı, aile topluluğudur. Bu toplulukta çocuklar, ancak korunmaya gereksinim duydukları sürece babalarına bağlı kalır; korunma gereksinimi ortadan kalkar kalkmaz bu bağda çözülür. Çocuklar babanın isteklerine uyma, baba çocuklarına bakma yükümlülüğünden kurtulunca hep birlikte bağımsızlıklarına dönerler. Birlikte kalmayı sürdürürlerse bu, artık doğal değil isteğe bağlıdır ve ailenin kendisi de ancak anlaşmayla varlığını sürdürür. Bu ortak özgürlük, insan doğasının sonucudur. Ona göre aile, siyasal toplulukların ilk örneğini oluşturmaktadır. Baba imgesi, başkanı; çocuklar, halkı simgeler ve tümü eşit ve özgür doğmuş olduklarından, özgürlüklerinden ancak kendi çıkarları gerektirdiği için vazgeçerler. Aralarındaki tek fark gösterdikleri özenin tüm karşılığını baba sevgi, başkan egemen olma keyfinde bulmaktadır. Bu açıklamalara göre Rousseau’da Aristoteles gibi ailenin, siyasal toplulukların ilk örneğini oluşturduğunu, baba imgesinin, başkanı; çocukların ise, halkı simgelediğini belirtmektedir.
Rousseau’ya göre insan özgür doğar, oysa her yanda zincire vurulmuş durumdadır. Kendilerini başkalarının efendisi sananlar bile onlardan daha az köle değil. Bir halk eğer boyun eğmek zorundaysa ve boyun eğiyorsa iyi ediyordur; fakat boyunduruğunu silkip atabilecek duruma gelir gelmez silkip atarsa daha da iyi eder çünkü özgürlüğünü elinden alan, bunu hangi hakka dayanarak yapmışsa aynı hakka dayanarak onu geri almaya hakkı vardır ya da özgürlüğünün elinden alınması bir haksızlıktır. Fakat toplumsal düzen, tüm öteki hakların temelini oluşturan kutsal bir haktır. Ne var ki bu hak, kesinlikle doğadan gelme bir hak değildir; dolayısıyla da anlaşmalara dayanır.”
Bu izahlara göre insanlar hür doğar, fakat her tarafta zincirler altındadır, yani insanın kendi tasarruf hakkı bulunmaktadır, yani hürriyet mutlak değişmez ve feragat edilemez bir haktır. Ancak toplumsal sözleşmeyle bu toplumsal düzen sağlanmaktadır. Ona göre insanların kendilerini korumak için oluşturacakları “güçler toplamı, ancak birçok kişinin katılımıyla elde edilebilir; fakat her bireyin gücü ve özgürlüğü kendini korumada başlıca araçlar olduğuna göre, kendine zarar vermeden ve nefsine karşı borçlu olduğu özeni ihmal etmeden nasıl olur da bunları yükümlülük altına sokar? Bu katılımcıların her birinin canını ve malını, oluşturacağı ortak gücün tümüyle savunup koruyacak bir katılım biçiminin bulunması ve bu ortaklıkta her bireyin tüm öteki ortaklarla birleşirken yine de yalnızca kendi istencine boyun eğmesi ve ortaklığa katılmadan önceki denli özgür kalması. Toplum sözleşmesinin çözüm getirdiği ana sorun da budur işte.”
Rousseau Toplumsal Sözleşme düşüncesini şu şekilde özetlemektedir:
“Her birimiz kendimizi ve tüm erkimizi, hep birlikte genel istencin yüce yönetimine veriyor ve gövde olarak her örgeni bütünün bölünmez bir parçası kabul ediyoruz. Bu birlik anlaşması yapıldığı anda birliğe katılan bireylerin kişisel varlıkları ortadan kalkar ve onun yerine, sözleşmenin yapıldığı toplantıdaki oy sayısı denli üyesi olan, tüzel ve ortaklaşa bir bütün ortaya çıkar; ve bu bütün ortak ben’ini, yaşamını ve istencini söz konusu bağıttan alır. Tüm öteki kişilerin birleşmesiyle oluşan bu tüzel kişiye, eskiden Site denirdi, şimdi ise cumhuriyet ya da siyasal bütün deniyor. Bu bütünün üyeleri ona, edilgen olduğu zaman devlet, etkin olduğu zaman egemen varlık, benzeri devletlerle kıyaslarken de egemen güç diyorlar. Üyelere gelince hep birlikte halk; egemen yetkeye katılanlar olarak teker teker, yurttaş ve devletin yasalarına boyun eğen kişiler olarak da uyruk adını alırlar.”
Rousseau, iyi bir devletin yapısı için sınırlar bulunduğunu ve iyi yönetilebilmesi için fazla büyük, ayakta kalabilmesi için fazla küçük olmaması gerektiğini söylemekte ve devletin, kendini sağlamlaştırmak, er geç uğrayacağı sarsıntılara göğüs germek ve ayakta kalmak için harcayacağı çabalara katlanabilmek için sağlam bir temel oluşturmak zorunda olduğunu ifade etmektedir. O, devletin iyi yönetilebilmesi için sınırları belirledikten sonra yönetim şekillerini “egemen varlık, yönetim işini tüm halka ya da halkın büyük bir bölümüne bırakabilir; öyle ki, yönetici yurttaşların sayısı, sıradan yurttaşlardan fazladır. Bu yönetim biçimine demokrasi egemen varlık, yönetim işini az sayıda insanın eline tutuşturur; öyle ki sıradan yurttaşların sayısı, yönetici yurttaşlardan fazladır. Bu yönetim biçimine aristokrasi, egemen varlık tüm yönetimi tek bir yöneticinin ellerine verir ve tüm öteki görevliler, yetkilerini ondan alırlar. Bu yönetim biçimine monarşi ya da krallık yönetimi diye üçe ayırmaktadır. Rousseau’nun bütün açıklamaları göz önüne alındığında Toplum Sözleşmesiyle, bireye, toplum öncesinin güvencesiz ve temelsiz hakları yerine, mülkiyet, özgürlük ve eşitlik gibi daha sağlam daha iyi haklar sağlanmaktadır. İnsanın bu haklarını özgürce ve huzur içinde gerçekleştirebilmesi için toplum düzeninin sağlanması da zorunludur, bu da sözleşmelerle mümkün görünmektedir. İnsan toplum sözleşmesiyle sınırsız doğal özgürlüğünü yitirmekte, ancak onun yerine medeni özgürlüğünü kazanmaktadır. Kişi toplum haline geçişte, kendi kimliğini oluşturan manevi özgürlüğü kazanmaktadır.
George Wilhelm F. Hegel’e (1770-1831) göre ise devlet; bireyin –birey geneli bilip istediği ve ona inandığı ölçüde- kendisinde özgürlüğüne sahip olduğu ve onun tadını çıkarttığı gerçekliktir. Devlette özgürlük nesneleşir ve olumlu olarak gerçekleşir. Devlet, herkesin yaşamına kısıtlamalar getiren, insan toplaşması da değildir. Eğer öznelerden her birinin kendi özgürlüğünü, herkese küçük bir özgürlük alanı bırakan genel bir sınırlama ve kısıtlamayla kazandığı sanılırsa, özgürlük yalnızca olumsuz biçimde düşünülmüş olur; tersine hak, törellik, devlet yalnız bunlardır olumlu anlamda özgürlük. Özgürlük yalnız bunlarla özgürlük olur. Tek kişinin keyfe kalmış davranışları özgürlük değildir. Kısıtlanan özgürlük, tek tek gereksinmelerle ilgili olan, canının istediği gibi davranma özgürlüğüdür. Hegel’e göre ruh, sübjektif, objektif ve mutlak olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Objektif ruh ise soyut hak, ahlaklılık ve sosyal ahlaktan oluşmaktadır. Bu üç aşamanın sonuncusu olan soyut ahlak ya da objektif ahlak ise aile, sivil toplum ve devletten oluşmaktadır. Devlet, aile ve sivil toplumdan sonra sosyal ahlakın üçüncü ve son kısmını oluşturmaktadır.
Hegel’in düşüncesinde devlet, yalnızca bireylerin iyiliğini değil, fakat uğrunda özel çıkarları feda etmekten çekinmediği İde’nin gerçekleşmesine çalışmasıyla, sivil toplumdan ayrılmaktadır. Ona göre devlet objektif ahlak idesinin fiil halindeki realitesidir ve kendi kendine açıkça görünen, kendi kendini bilen ve düşünen ve bildiği için yapan cevhersel irade olarak ahlâkî espri’dir(ruh). Devlet, örf ve adetlerde dolaysız olarak; bireyin kendilik bilincinde, bilgisinde ve faaliyetinde dolaylı olarak mevcuttur. Buna karşılık, birey de devlette, kendi öz mahiyetine, gayesine ve faaliyetinin bir ürününe bağlanır gibi bağlanarak, onda kendi cevhersel özgürlüğünü bulur. Hegel devleti, ahlaki ide, mutlak doğru ve nihai amacın gerçekleşmesi olarak belirlemekte, İde’nin devlet aracılığıyla objektif ruh alanında en yüksek gelişim düzeyine ulaşacağını ifade etmektedir. O, devletin objektif ruh olduğu için, bireyin kendisinin, ancak onun bir üyesi olduğu takdirde objektifliğe, hakiki bireyliğe ve ahlaklılığa sahip olacağını belirtmektedir. Ona göre birlik içinde olma, başlı başına, bireyin hakiki muhtevası ve hakiki gayesidir; kolektif bir hayat sürmek birey için bir kaderdir. Hegel’e göre devlet olarak millet, cevhersel rasyonelliği ve dolaysız realitesi içinde ruh’tur ve o, yeryüzünde mutlak kudrettir.Bu ifadelerden de anlaşılmaktadır ki Hegel, insanın bütün değerlerini ve gücünü veren devlettir. Devlet ahlâkî gücün temsilcisi ve insanın ahlâkî amacının şekillenmesi olmaktadır. Onun için insanın en yüksek ödevinin devlete ve kanunlarına uymak olduğu anlaşılmaktadır. Ona göre ancak bu şekilde insan en ahlâklı kişi olmaktadır. Hegel’in sisteminde kişinin yaptığı eylem ne kadar çok toplum ve devlet için yapılırsa ancak o zaman ahlâkî bir fiil olabilmektedir. Ona göre devlet araç olmaktan çok amaç olmaktadır. Bu nedenle de bireyden kendi üstün amacı için fedakarlık isteyebilmekte, kişinin özgürlüğünü ikinci plana atmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder