BAZI FİLOZOFLARIN DÜŞÜNCESİNDE DEVLET KAVRAMI - 3

Devlet anlayışında farklı yaklaşımda bulunan Nicolo Machiavelli’nin (1469-1527) siyasal düşünce tarihine getirdiği yenilik ise, tek kelimeyle, gerçekçiliktir.

O, siyaseti din ve ahlâktan açık bir biçimde ayrı tutmuş, skolastik görüşlerden soyutlamış ve ahlâktan tümüyle ayrı bir siyasal düşünce geliştirirken, ahlâkî değerlerin özünü bozmamış, iyiye kötü, kötüye iyi dememiştir. Machiavelli, siyasal düşünce tarihinde amaca ulaşmak için her araç meşrudur görüşü ile de ün kazanmıştır. “Ancak ahlâk açısından bir suçlama sayılabilecek olan bu görüşün siyasal açıdan bir gerçekliği dile getirdiğini nasıl yadsıyabiliriz? Onun ilgi alanı ise tümüyle siyasal alandır; bu alan içindeki kurallardır. O, devleti maddileştirmekte, siyaseti ahlâk ve hukuka bağlamak istememektedir. Siyasal olayları iyi ve kötü diye değerlendirmemekte, gerçekliklerinin var olup olmadığına bakmaktadır.”

Ona göre yönetimlerin bu çeşitliliği insanlar arasında rastgele doğmuştur. Çünkü dünyanın başlangıcında, insanlar seyrek olduklarından bir süre hayvanlar gibi dağınık yaşamışlardır; sonraları sayıları arttıkça aralarında toplanmışlar ve böylece kendilerini daha iyi korumak amacıyla, içlerinde kim daha güçlü ve cesur ise ona baş eğmişler, onu baş yapmışlar ve onun sözünü dinlemişlerdir. Bundan şer ve kötülük anlayışından farklı olarak iyilik ve namus anlayışı doğmuştur. Machiavelli siyasetin, diğer bir deyişle devlet uğraşlarının, kişi ve kilise ahlâkından ayrı bir mantığa dayandığını ve bu nedenle de siyasetin bağımsız bir uğraş olduğunu vurgulamıştır. Devleti kuramsal olarak laikleştirirken iktidar konusuna gerekli ağırlığı kazandırarak ön plana geçirmiştir. Machiavelli gözlemlerden genellemelere giderken olaylar arasındaki ilişkiler ve olayların nedenleri üzerinde durarak bir gözlemci gibi çalıştığından siyaset biliminin öncüleri arasında önemli bir yer tutmaktadır.

Jean Bodin’e (1530-1596) göre devlet “bir çok ailenin ve (bu ailelerin) ortak çıkarlarının egemen bir güçle, doğruluk üzere (yasa uyarınca) yönetilmesidir. Eskiler devleti, iyi ve mutlu bir şekilde yaşamak için bir araya gelmiş insanların toplumu olarak tanımlarlardı. Ancak bir betimleme olarak doğru sayılabilecek olan bu tanımlama, bir yandan gereğinden daha geniş, bir yandan da gereğinden dardır; şöyle ki bu üç temel nokta bu tanımda bulunmamaktadır: Aile, egemenlik ve bir devlette ortaklaşa olan şey.” Ona göre halk devleti, bütün yasalarda hiçbir ayrıcalık ve kişisel fark gözetilmeksizin eşitlik ve adalet bulunmasını isteyen ve toplum yasalarını doğa yasalarına indirgeyen en iyi devlet biçimidir. Çünkü doğanın zenginlikleri, mevkileri ve şerefleri herkese nasıl eşit ise, halk devleti de bütün insanları eşit kılmak amacına yönelmiştir; bu amaç da, ancak mallar, şerefler ve adalet, hiçbir ayrıcalık veya üstünlük tanımaksızın herkese eşit olarak dağıtıldığı takdirde gerçekleştirilebilir.

Bodin, herhangi bir insanın dini bir kanaati kabule zorlanmasının bizzat dine aykırı olduğunu belirtmekte, bu sebeple devlet nizamının kilise ve teolojiden ayrılmasını ve hükümran devletin dünyevileştirilmesini ileri sürmektedir. O, iç harplerin kendisinde yarattığı derin anarşi korkusunun etkisiyle, kurtuluş yolunu, devlete mutlak bir iktidar tanımakta bulmaktadır; öyle ki nazarında devlet, ‘ölümsüz Tanrı’dan sonra, her şeyimizi kendisine borçlu bulunduğumuz varlıktır. Bodin’e göre “anarşiye düşmek istemeyen her devlet, tüm egemenliği tek bir krala, tek bir kurula bırakmak zorundadır. Egemenlik bölündü mü anarşi çıkar. Bu nedenle iki seçenekten birini seçmek zorundasınız; ya mutlak egemenlik ya da anarşi. Egemenliği hem bölmek hem de düzeni sağlamak olanaksızdır. Bu düşünceyi geliştirirken kafasında, yakın örnek olarak, Fransız din savaşlarının yol açtığı kargaşa vardır.” Onun bu görüşü anarşist düşünürlerin tam tersi yöndedir. Anarşistler, insanın tam bağımsızlığı ve kendisini gerçekleştirmesi için devletin ortadan kaldırılmasını zorunlu kılarken, Bodin insanın anarşiden kurtulması için devlete tam itaatini öne sürmektedir.

Thomas Hobbes (1588-1679) ve benzeri düşünürler siyasi yükümlülüğün, yani bireyin devlete itaat etmek ve saygı göstermekle yükümlü olmasının gerekçelerini incelemiş ve devletin, tabiat halinin güvensizliğinden, düzensizliğinden ve vahşetinden kendilerini ancak egemen bir gücü tesis ederek kurtarabileceklerini kabul eden bireylerin gönüllü bir fikir birliğinin veya bir sosyal sözleşmenin sonucu olarak doğduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre devlet olmadığında, bireyler birbirlerini istismar edebilir, sömürebilir ve köleleştirebilirler; oysa devletle düzen ve medeni bir varoluş teminat altına alınmakta ve özgürlük korunmaktadır. Hobbes’a göre insanlar doğuştan eşittir. Doğa, insanları, bedensel ve zihinsel yetenekler bakımından öyle eşit yaratmıştır. Ancak eşitlikten güvensizlik doğar. Bu yetenek eşitliğinden, amaçlarımıza erişme umudunun eşitliği doğar. Bundan ötürü, iki kişi aynı anda sahip olamayacakları bir şeyi arzu ederse, birbirlerine düşman olurlar ve esas olarak varlığını korumak ve bazen de sadece zevk almak olan amaçları uğruna, birbirlerini yok etmeye veya egemenlik altına almaya çalışırlar. Bu mücadele sonunda güvensizlik bu güvensizlikten de savaş doğar. Herhangi bir kimsenin başkalarına olan güvensizliğinden kurtulması için, kendisi için tehlikeli olabilecek kadar büyük başka bir kuvvet kalmadığını görünceye kadar olabildiği kadar çok insanı hakimiyeti altına almasından başka akla yatkın bir yol yoktur. İnsanın kendi varlığını korumak için başka insanlar üzerindeki egemenliğini bu şekilde arttırması gerekli olduğundan, buna da cevaz verilmelidir. Hepsini korkutmaya yeterli bir güç olmadığı vakit, insanlar arkadaşlıktan zevk almazlar, tersine bir hayli üzüntü duyarlar. İnsan doğasında üç temel kavga nedeni bulunmaktadır: Rekabet, güvensizlik, şan ve şeref. Bu nedenle devlet olmadıkça herkes herkese karşı daima savaş içindedir. İnsanlar hepsini birden korku altında tutacak genel bir güç olmadan yaşadıkları vakit, savaş denilen o durumun içindedirler ve bu savaş herkesin herkese karşı savaşıdır.

Ona göre “devletin amacı bireysel güvenliktir. Doğal olarak özgürlüğü ve başkalarına egemen olmayı seven insanların, devletler halinde yaşarken kendilerini tabi kıldıkları kısıtlamanın nihai nedeni, amacı veya hedefi, kendilerini korumak ve böylece daha mutlu bir hayat sürmek, yani insanlarıkorku içinde tutacak ve onları ceza tehdidiyle, ahitlerini ifa etmeye ve doğa yasalarına uymaya zorlayacak belirgin bir güç olmadığında, insanların doğal duygularının zorunlu sonucu olan o berbat savaş durumundan kurtulmaktır.” Bu ifadelerden şu anlaşılmaktadır ki, devlete karşı gelmek, toplum düzenini yok eder ne kilise, ne birey, ne de başka bir güç devlete karşı gelmelidir. Ülkede sürekli bir barışın oluşturulması, herkesin mutluluğa ermesi, doğrudan doğruya güçlü bir devlet otoritesinin kurulmasıyla mümkündür. Hobbes’un görüşleri barış ve düzenin sağlanması uğruna özgürlüklerin devlete ve dolayısıyla yöneticilere verilmesi amacını taşımaktadır. Bireycidir, çünkü bireyin çıkarı uğruna, despotik yönetimi benimsemektedir. Bireyin tam anlamıyla gelişmesi otoriter bir devlet yönetimine bağlıdır. Hobbes’un Leviathan adlı yapıtı ile siyaset alanında yaptığı katkılar şu şekilde belirtilmektedir:

“Siyaset olgusunu bilimsel olarak açıklamaya çalışan ve bilimsel temeli psikoloji olan ilk girişim sayılabilir. İkinci önemli katkı, devletin insanlar tarafından oluşturulan yapay bir şey olduğu hemen hemen ilk defa sistematik olarak Hobbes tarafından belirtilmiştir. Üçüncü katkı ise, otoriter bir devlet anlayışının savunulmasına rağmen, devlete karşı vazgeçilmez, temel bir insan hakkından (yaşama hakkından) söz edilmesidir.”

Charles-Louis’ de Secondat Montesquieu (1685-1755) ise fiziksel varlık olarak insanın, bütün öteki nesneler gibi, değişmeyen kanunlarla yönetildiğini, zeki varlık olarak da Tanrı’nın koyduğu kanunları durmadan bozduğunu, kendi koyduğu kanunları da durmadan değiştirdiğini, insanın kendisini yönetmesi gerektiğini ancak onun da bütün sınırlı zekalar gibi bilgisizliğe ve yanlışa düşeceğini söylemekte ve Tanrı’nın din kanunlarıyla kendini yaratanı unutan insanı unutmamaya çağırdığını, filozofların ortaya koydukları ahlak kanunlarıyla insanın kendini unutmamaya çağırdığını ve toplumda yaşamak için yaratılmış insanın, başkalarını unutabileceğini, kanun koyucuların da ortaya attıkları siyasi ve medeni kanunlarla ona ödevlerini hatırlattıkların belirtmektedir. Ona göre insanlar toplum halinde yaşamaya başlar başlamaz zayıflık duygularını yitirirler; aralarındaki eşitlik yok olur, savaş hali başlar. Her özel toplum da kendi kuvvetinin farkına varır bu da milletler arasında savaş durumu meydana getirir. Bu iki çeşit savaş durumu, insanlar arasında kanunların yerleşmesine sebep olur. Böylelikle hem insanlar arası hem de topluluklar arası kanunlar ortaya çıkar yani hem medeni hukuk hem de devletler hukuku ortaya çıkar. Bu açıklamalar Montesquieu’nun insanın her an doğru yoldan çıkacak bir yapısı olduğuna ve onun kurallar veya kanunlarla kontrol altına alınması gerektiğine inandığını göstermektedir.
1 | 2 | 3 | 4 | 5

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder