Batı Ortaçağı felsefesinin XI. yüzyıl ve sonrasını anlamak bakımından çok sınırlı da olsa İslam felsefesinin kimi filozoflarına bir gözatmakta yarar vardır. Çünkü kimi temel sorunlarda özellikle metafizik söylemde, sorunları belirleyiş ve ele alış bakımından Antikçağ felsefesinin İslam felsefesi üzerinde çok etkili olması gibi, İslam felsefesi de Batı Ortaçağı felsefesine önemli katkılarda bulunmuştur; iki felsefe arasında (bu iki felsefe deyişi bir bakıma kurmacadır) bir iletişim kurulmuştur. (Bu arada şunu da akıldan çıkarmamak gerekir: yapılan araştırmaları, yalnızca söylemler arasında akrabalık kurmaya özgülemek felsefe olarak bunu görmek - daha baştan birçok şeyi, 'o filozofu' işte 'o' yapanı gözden kaçırmak hafifsemek- olur.) Hiç kuşkusuz başlı başına bir inceleme, araştırma alanı olan İslam felsefesine ilişkin olarak ayrıntılı bilgiler vermek, ayrı bir uzmanlığı ve çalışma biçimini gerektirmektedir. Böyle bir çalışma, eldeki bu yapıtın amaçlarının dışındadır. Bu nedenle, burada kısa bir biçimde olmak üzere sırasıyla Farabi, Ibn Sina, Gazali ve Ibn Rüşd üzerinde durulacaktır.
FARABİ (870 - 950)
Buhara'da doğmuş olan Farabi Bağdat'ta hukuk öğrenimi görmüş; Buhara'da kadılık yapmıştır. Felsefeyle, doğa bilimleriyle, matematik ve müzikle uğraşmıştır. İslam musikisinin temellerini attığı söylenen Farabi, aynı zamanda hekimdir. Daha sonra çalışmalarını Halep ve Şam'da sürdürmüş olan ve gençliğinde sufi çevrelere girdiği de ileri sürülen Farabi Şam'da ölmüştür.
Mantık, psikoloji, metafizik, doğa bilimleriyle uğraşan Farabi’nin cn önemli yapıdan arasında. İhsa el-ulûm, Kitab el-cem beyn re'yey el-hakimeyn İflâtûn el-ilâhi ve Aristatalis, Fusus el-hikam, Risale fi ehl el-medine el-fazıla, Kitab el siyaset el-medeniye sayılabilir.
Farabi'ye göre varolan herşey 'özü açısından varlığı zorunlu olanlar' ile 'özü açısından varlığı zorunlu olmayanlar' olmak üzere ikiye ayrılar.
Bunlardan birincilerine zorunlu varlık, İkincilere ise olanaklı varlık, zorunsuz varlık denir. Bu sonuçların nedenlilik zinciri içersinde sonsuza değin gitmeleri olanaksızdır, dolayısıyla olanaklı varlıklar, başka deyişle zorunsuz varlıklar zorunlu varlıkta son bulurlar: Bu zorunlu varlık da Tanrı'dır.
ilk Varlık, İlk Neden (Tanrı) varlıkların en üstünüdür, öteki varlıklar gibi olanak halinde varolmamıştır hiçbir zaman, öncesiz sonrasızdır. Ne maddedir ne de maddesi ve dayanağı vardır. Onun varlığı maddeden ve biçimden bağımsızdır. Varolmasının hiçbir amacı yoktur. Kendinden başka her şeyden farklıdır, karşıtı yoklur. Varlığı tanımlanamaz, sayıca ya da bir başka biçimde bölünemez, birdir: tözü açısından etkinlik halinde akıldır. Hem bilendir, hem bilinendir, hem de bilgidir. İlk neden bizim tarafımızdan eksik olarak bilinebilir ancak; çünkü bizim aklımızın gücü buna yetmez, insanın tözü maddeyle karıştığından Tanrı'nın tözünden uzak kalmıştır. İnsan, maddeden tam olarak sıyrıldığında ancak Tanrı’yı tam olarak kavrayabilir. Dolayısıyla Tanrı insan zihni için hem apaçıktır hem de karanlıktır.
İlk Varlık'tan İkincinin varlığı taşar, ikinci olan da maddesiz bir tözdür ve hem kendini hem de ilk Varlık'ı bilir, ikinci Varlık (İkinci Neden) ilk Varlık'ı bildiği için ondan bir Üçüncü varlık taşar, bu da Faal Akıl'dır. Faal Akıl da maddeden bağımsızdır, ilk Varlık'ı ve kendini bilir. Faal Aklın görevi düşünen canlıyı gözetmek, insan için erişilmesi gereken en yüksek olgunluk derecesine. Yüce Mutluluğa onu ulaştırmaktır. Faal Akıl ikinci Nedenleri, Birinciyi ve kendini bilir, ayrıca özleri açışından düşünülür olmayanları da düşünülür kılar. Sözgelişi taş ya da bitki gibi kendileri düşünemeyenleri düşünülür kılan Faal Akıldır, insan aklını da etkinlik halinde Akıl durumuna getiren yine Faal Akıldır. Düşünme gücü kendini düşünüp özünü bildiğinde, insan hem düşünen hem de düşünülen haline gelir ve Faal Akıl düzeyine ulaşır. İnsan bu düzeye ulaşınca maddi düzeyden 'ilahi' bir düzeye gelir ve mutluluğa ulaşmış olur; işte bu Faal Aklın işidir.
Farabi'ye göre Tanr'nın ne olduğunu bilmek güçtür. Bunun bir nedeni insan aklının sınırlı oluşudur; öteki neden de Tanrı'ya belli bir nitelik yüklemedeki güçlüktür, çünkü Tanrı'ya belli bir nitelik yüklemek, Onu yaratıcısı olduğu şeylerle sınırlandırmak, tanımlamak demektir.
Tanr'nın varlığı çeşitli biçimlerde kanıtlanabilir Farabi'ye göre. Örneğin, dünyada hareket eden şeyler vardır, hareket eden her şey hareketini bir hareket ettiriciden alır; hareket ettirici kendisi de harekelliyse, o da hareketini bir başka hareket ettiriciden alır, bu böyle sürüp gider. Ama hareket ettiriciler ve hareketli şeyler dizisinde sonsuza değin gidilemez. Demek ki hareket etmeyen bir hareket ettiricinin olması gerekir ki işte bu da Tanrı'dır. Yine, dünyadaki değişim içerisinde her nedenin bir başka nedeninin olduğu görülmektedir. Ama bütün etkin nedenler dışında, kendisi nedensiz olan bir etkin nedenin bulunması zorunludur, bu da Tanrı'dır. Yine, evrende olup yok olan zorunsuz nesneler, varlıklarını bir nedenin eylemine borçludur; ama zorunsuz nedenler dizisi sonsuza değin gidemeyeceğine göre, varoluşunu salt kendisinden alan bir nedenin olması gerekir; işte bu Tanrı'dır.
Öte yandan Farabi, Tanrı'nın yalınlığı, sonsuzluğu, değişmezliği ve birliğine ilişkin kanıtlamalara da gider. Tanrı'nın varlığına, birliğine, değişmezliğine, yalınlığına, sonsuzluğuna ilişkin kanıtlamaları Batı Skolastiğinde XIII. yy'da özellikle Thomas Aquinas tarafından kullanılacaktır.
Farabi'nin 'akıl' anlayışı. Ortaçağda çevirisi çok yaygın olan Akıl Üzerine adlı yapıtında ortaya konmuştur. Aristoteles'in Peri Pyskhes adlı yapıtına Aphrodisas'lı Aleksandros'un getirdiği yorumun etkisiyle. Aklı 'Olanak halinde' (in potentia), 'Etkin halde' (in effectu) 'Edinilmiş Akıl’ (adeptus) ve 'Faal Akıl' (agens) olmak üzere dörde ayırır. Farabi'ye göre en önemli akıl hiçbir zaman maddede bulunmamış olan, salt form olan Faal Akıl'dır. Olanak halindeki aklı etkin hale getiren, olanak halinde kavranabilir olanı etkin halde kavranabilir hale getiren bu akıldır. Faal Akıl bölünmezdir, varlığı da bölünmez şeylerden oluşur; üstelik bu akıl maddeye formları verendir.
Öte yandan Farabi'ye göre insan, hayvansal yanlarını 'istenç' ile yönetebilir. İstenci, seçme, isteme gücüyle ilgili bir yeti olarak gören Farabi insanın seçebildiğini, ama yalnızca kendisi için mümkün olanı seçebildiğim belirtir. Dolayısıyla, ona göre özgürlük, mümkün olan şeyi isteme gücüdür.
İBN SİNA (AVICENNA) (980 - 1037)
980 yılında Buhara yakınlarında doğan İbn Sina doğa bilimleri ve hekimlik eğitimi görmüştür. 1037'de Hamedan'da ölmüş olan ibn Sina, Arapça ve Farsça birçok yapıt kaleme almıştır.
Kısaca Kanun adıyla bilinen en önemli yapıtı henüz bütünüyle incelenmiş değildir. Felsefi görüşlerini genelde açıklayan yapıtları Kitab el-Şifa, bu yapıttan alınan bazı metinlerden oluşan Kitab el Necat, Kitab el-işârât ve'l-tenbihat, Hikmet-ül-arudhiyyedir.
Kaynakları; Farabi, Aristoteles'in mantık kitapları ve Plotinos olmuş; Plotinos'un Enneades'inden bir derleme olan Theologia Aristoteles'i Aristoteles’in bir yapıtı olarak incelemiştir.
ibn Sina'da iki yan görülmektedir. Kendinden önceki düşünürlerin öğretilerini yeni bir açıdan inceleyen dinsel yan ile bilim adamı yanı. Metafiziği bilimlerin en yükseğine koyan ibn Sina, bilim adamı olarak somut olanı da incelemeye çalışmıştır. Doğa Felsefesi adlı yapıtı kaybolmuş olduğundan onun doğa felsefesi derinliğine açıklanamamakla birlikte, eldeki yapıtlarında bu iki yanın nasıl içiçe olduğu görülebilmektedir.
İbn Sina'nın metafiziği varlığın ya da varoluşun kaynağı ile öze ulaşma sorunu üzerine yoğunlaşmıştır. Ona göre varlık ya da varoluş her şeyden önce duyusal algılar yoluyla anlaşılabilir. Ama kendisinden kuşku duyulamayan bu varlık-varoluş kendi varlığının nedenini kendinde taşımaz. Bu varlık-varoluş her öze bağlı olarak söz konusu olabilir. Örneğin hem bir insan özünde hem bir at özünde hem de bir taş özünde bu varlık-varoluş vardır; ama bu varlık-varoluş'u kavrama özün varolduğunu da kavramak anlamına gelmez. Kendi başına bu varlık-varoluş zorunlu değil, zorunsuzdur. Öyleyse varoluş, özü kendi varlığı olan bir varlık aracılığıyla ona eklenmiştir, ona verilmiştir. XIII. yüzyılda Thomas Aquinas'ın da diyeceği gibi, Ibn Sina'ya göre varlık zihnin ilk kabul ettiği kavramdır ve bu kavram bizim bütün yargılarımızın içindedir, çünkü ne düşünürsek düşünelim, o düşündüğümüz şeyi 'varolan bir şey' olarak düşünürüz. Demek ki varlık, varolan herşeyin ilk başlangıcı, ilk ilkesidir. Ama bu ilke iki değişik görünümde söz konusu olabilir: 1. Zorunlu varolmak, 2.Zorunsuz varolmak. Bu yüzden kendi varlık nedenini kendinde taşıyan varlık ile varolan ama gerçekleşebilmek için bir başka nedene gerek duyan varlık arasında bir ayırım söz konusudur. Duyularımız bize kendileri de başka nedenlere bağlı olan, yani zorunsuz olan nesneleri, varlıkları gösterebilir ancak. Ama varlıklardaki düzen, nedenlerin birbirini izlemesi biçimindeyse, her varlığın ve her nedenin ilk nedeni olan ve kendi varlık nedenini kendinde taşıyan zorunlu bir varlığın olması gerekir. İşte bu zorunlu varlık Tanrı'dır ve Tanrı'da varlık ile öz yetkin bir biçimde özdeştir. Onun özü ile varlığı bir olduğuna göre, bu varlık yetkindir, yalındır, saftır, etkinlik halindedir ve dolayısıyla da zorunludur.
Ibn Sina; oluşu, evrenin oluşunu Tanrı istencine bağlı olarak değil, zorunlu bir varlıktan taşma biçiminde açıklar. Tanrı evrenin varlığı açısından öncelik taşır ve evrenin varlığından ayrıdır. Bu zorunlu ilk'ten yalnızca bir Akıl çıkar, çünkü Bir'den ancak bir çıkar. Ama bu çıkan bir, daha önce gelenden taştığı için artık bir değildir, yalın değildir, bileşiktir; zorunlu olarak kendinde bir ikilik taşır. Bu ikilik varlık ve bilgidir, dünyaya çokluğu veren bu ikiliktir. Bu akıldan bir başka akıl çıkar. Bu da göksel bir ruh ile göksel biri cisimden oluşur, göksel cisim en uzak uzaydır. Yine bu akıldan da bir ruh ve göksel cisimden oluşan bir başka Akıl çıkar ve onuncu Akla kadar bu böyle gider. Her bir akıldaki bir göksel cisme Arisloleles-Plolemaios evren sistemindeki bir gök cismi karşılık gelir. Akılların onuncu ve sonunucusu 'işleyen Akıl' (Faal Akıl)dır ve artık bir göksel cismi değil, oluşan-yokolan maddeden oluşmuş olan bizim dünyamızı yönetir.
Madde saf olanaklılık taşıyan bir öğedir, bu biçimiyle de kendi başına bir varlığı yoktur; 'yokluk'tur, kötüdür. Madde İşleyen Aklın ona verdiği tözsel biçimleri alır. Akıllar dünyasından düşmüş olan biçimler, maddenin içine gömülür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder