İnsan ruhu da Akıllar dünyasından maddesel dünyaya düşmekten kendini kurtaramaz, ama kaynağına olan bağlılığını da koruduğundan, akılsal yaşamını da sürdürür. Bu akılsal yaşamda duyum, ya da duyu organları aracılığıyla maddeden bağımsız alma; duyulur olanlardan değil, maddeden soyutlayan tasarım; duyusal olmayan tek tek ideaları ortaya çıkaran değerlendirici kavrama ve ancak anlaşılabilir olanın, tümelin kavranması biçiminde ortaya çıkan dört soyutlama derecesi vardır. Bu dördüncü soyutlama ruhun kendi başına yaptığı bir iş değildir, anlaşılır biçimler aynı zamanda İşleyen Aklın armağanı olan tözsel biçimler gibidir ve sezme aslında bir ruh etkinliği olsa bile, işleyen Aklın yardımı gereklidir.
Belli bir süre için insan bedeninin bir biçimini oluşturan ruh, bedenin ölümünden sonra Akıl dünyasında asıl yaşamına kavuşacaktır; bu kavuşma temelde çok büyük bir değişiklik getirmese bile, maddeden kurtulduğu için dolayısıyla, ruh kötüden de kurtulmuş olacaktır. Bedendeki madde, ruhun bireyselliğininin nedeni ve aracı olsa bile, nıhun kendisi kazanmış olduğu bireyselliğini hep koruyacaktır.
Varlık’tan ve Akıllardan görünen dünyaya doğru bir inişe karşılık gelen bir çıkış da söz konusudur aynı zamanda. Bu çıkışı her yaratığın kendi ilkesine duyduğu sevgi ve istek sağlar. Bir'den taşan öteki Akılların herbiriııin bir öncekine karşı duyduğu sevgi ve işlek son Akıl olan işleyen Akıl tarafından görünen dünyaya aktarılmıştır ve bu nedenle herşey kendi iyisine yönelir, ama- bu iyiyi kendi başına bilemez, insan da kendi iyisine yönelir ama bu yönelme ancak anlaşılabilir olanları, Akılları ve 'Zorunlu Varlık'ı bilebilen, akıllı ruhu sayesinde mümkün olur. Bu yönelmeyi insan, kendisine ruhunu veren ve ruhunu aydınlatan işleyen Akıl yönündeki bilinçli bir sevgi ve bilme devinimi aracılığı ile gerçekleştirir.
Ölümden sonra maddeden sıyrılmış olan ruh, dünyada kazandığı hazırlıkla orantılı olarak, az yada çok, anlaşılabilir olanlan bilme sevincini yaşayacaktır. Ama ruh bu dünyada hazırlanmamış ise, akılsal yetilerini köreltmişse, bu sevinçten yoksun kalmakla cezasını bulacaktır. Hazırlığı üstün derecede gerçekleşmişse 'Zorunlu Varlık’ı tanıyacaktır. Doğa Felsefesi adlı yapıtının kaybolmuş olması ibn Sina'nın bu görüşlerini ne denli derinleştirdiği, insanın çıkışının ayrıntılı koşullarını ve aşamalarını nasıl çözdüğünü anlamayı engellemektedir. Aristoteles'i düzeltmekten söz etmiş olması nedeniyle elindeki Theologia Aristotelis ile Aristoteles'in öteki yapıtları arasındaki çelişkileri görmüş olduğu savunulmuş ve buna kanıt olarak da varlık ile öz ayrımı konusundaki görüşleri gösterilmiştir. Ama tüm metafiziğinin Plotinos'un Enneades'inden izler taşıdığı da açıktır.
ibn Sina yaşadığı dönemde Batı'nın tek hocası olmuştur. Kanun'u 1150-1187 yıllan arasında Cremona'lı Gherardus (Cremonensis) tarafından çevrilmiş, üniversitelerde temel kitap olarak kullanılmıştır. Renaissance döneminde Leonardo da Vinci, îbn Sina'nın anatomi görüşlerini eleştirmiş, Paracelsus Kanun'u Basel'de yakmıştır ama Şifa II. Frederik'in isteği üzerine çevrilmiş, Ortaçağda kimya, astronomi, zooloji, yerbilimleri alanlarında en çok başvurulan yapıt olmuştur.
Felsefe yapıtları arasında Şifa'nın metafizikle ilgili, Gökyüzü Üzerine, Ruh Üzerine, Canlılar Üzerine adlı bölümleri XII. yüzyılda Gundisalinus tarafından çevrilmiştir. Aristoteles'in yalnızca mantık kitaplarıyla tanındığı bir dönemde tbn Sina, Batı için doğa bilimleri hocası olmakla kalmamış, tüm Batı felsefesinin en önemli kaynağı da olmuş, ama hep Aristoteles yorumcusu olarak incelenmiştir. Evrenin kaynağı ve Tanrı konusunda pek söz etmemiş olan Aristoteles’i tamamlayan bir düşünür olarak bir yüzyıl boyunca Yeniplatoncu -Augustinusçu çizgide görülmüştür; çünkü Akıllardan (Meleklerden) ruhun ölümsüzlüğünden, Aklın yukarıdan gelen ışıkla aydınlanmasından, Latin skolastiğinin en büyük arzusu olan 'akılla inanç arasındaki uyum'dan sözetmiştir.
1210 ve 1215 yıllarında Paris'te Aristoteles ile onun izleyicilerinin öğretileri yasaklandığında, bu karar İbn Sina'yı da kapsamış ama 1231'de IX. Gregorius'un kararıyla Aristoteles'le birlikle İbn Sina'nın görüşlerinin de öğretimi serbest bırakılmıştır.
Bu arada özellikle Paris Piskoposu Auvergen'li Guillelmus'un başlattığı kampanya sonucu İşleyen Aklın ölümden sonraki ruh mutluluğu için neden olması konusundaki görüşleri eleştirilmiş; ancak öz ile varlık arasındaki ayrıma ilişkin savı Latin skolastiğine yerleşmiştir. İngiltere'de Fransiskenlerin başlattığı bir akım sonucu Augustinus'un görüşlerine yakın olduğu ileri sürülmüş hatta, Augustinus'u tamamlayan bir düşünür olarak görülmüştür. İbn Sina'daki 'İşleyen Akıl', Augustinus'un 'memoria sui'si olarak düşünülmüştür. Ayrıca Paulus'un mektupları gibi bazı kutsal metinlerin açıklanmasında kendisinden yararlanılmış, felsefesi mistik bir bilgi teorisiyle de açıklanmak istenmiştir.
XIII. yüzyılda Batı felsefesi düşüncesinde yeri belirlenmiş olan İbn Sina'nın bilimsel açıklamalarını Albertus Magnus geniş ölçüde kullanırken, Thomas Aquinas, bu yapıtta çevirisi yer alan De ente et essentia'da yaratılmış meleklerin maddeden bağımsız olduğunun kanıtı olarak İbn Sina'nın varlık-öz aynmını kullanmıştır. Ayrıca Thomas Aquinas, ibn Sina'nın ruhun ölümünden sonra varolduğu görüşünü ibn Rüşd'e karşı eleştirilerinde kullanmıştır. Latin skolastiği öğretileri ve terimleriyle hep onun görüşlerini kaynak almış, Roberto Grossatesta'dan Roger Bacon'a değin hemen her Ortaçağ düşünürü ondan yararlanmıştır. Kilise'nin resmi filozofu Thomas Aquinas yorumcuları bugün bile bu filozofu hep ibn Sina ile birlikte incelemektedirler.
GAZALİ (1058 - 1111)
Horasan yakınlarında Tus kentinde doğmuştur. Önceleri Bağdat'la tanrıbilim dersleri vermiş, sonra sırasıyla Suriye, Mekke ve İran'da dersler vermiştir. Doğduğu kente döndükten sonra kendini felsefe çalışmasına adamış, sufîlerin mistik yaşamına uygun bir yaşam sürmüştür.
İhya, Tehafüt-el Felasife (Felsefenin Tutarsızlığı-Yıkımı), El Munkızu min el-dalâl (Yanlış Yoldan Uyarma), Risalet-el Ledunniye (Gizemli Tanrı Bilgisine Ait Risale) adlı yapıtları en önemli yapıtları arasında yer almaktadır.
Tannbilimci olarak Müslüman, düşünür olarak Yeniplatoncu, bir ahlakçı olarak da Hıristiyan diye değerlendirilen Gazali'ye göre Tanrı dünyadaki tek etkin nedendir, tek ışıktır, tek iyi, tek bilge, tek güzeldir; tek tek nesneleri, ayrıntıları bilir; aşırı derecede açık olduğu için de gizlidir. Tanrı ile insan arasındaki sevgi karşılıklıdır, çünkü insan hazzının en yüksek noktası Tanrı'yı bilmek, aşkın görünümü seyretmektir, insan, özüyle, nitelikleriyle ve eylemleriyle Tanrı'ya benzer; insan bir 'mikrokosmos'tur, küçük evrendir; dolayısıyla kendini bilmekle Tanrı'yı bilir. Doğası gereği insan, inanca yatkındır; onu Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudi yapan ana-babasıdır. Kötüye eğilim alışkanlık ve öğretimle edinilir. Doğal olarak tanrısal, cisimsel dünyaya yabancı bir varlık olan insan, Adem'le Havva'nın günahı yüzünden bu dünyaya düşmüştür, ama iyiye dönüş onun içindedir; çünkü o iki doğadan, tanrısal ve 'şeytansı' iki doğadan oluşur, yeri meleklerle hayvanlar arasındadır.
Ruhlar; bitkisel, canlı, akıllı ve gökcisimlerinin ruhları olmak üzere ayrılmıştır. Ruh bir yandan tutkuların bulunduğu bir yerdir, kötüye yönelme yeridir, bir yandan da tanrısal bir varlıktır; Tanrı'nın ışıklarından biridir. Tanrı'ya çıkış aracıdır. Ruh, kendinde bütün evreni toplar, çünkü ruhta bütün evren yansır; hem tanrısal bir öge hem de bilme, anlama aracıdır. Ruh doğrudan Tanrı'dan gelir ve insanın ölümsüz yanıdır. İnsanda cisimden bağımsız bir başka öge de akıldır, akıl Tanrı'dan gelmedir ama yine de kendi içinde özgürdür, akıl insanı hayvandan ayıran altıncı duyudur. İnsanda şeytanın yardımcıları arzulardır, akıl ise meleklerin ve Tanrı'nın yardımcılarıdır; akıl arzulara üstün geldiğinde insan iç esenliğine ulaşır ama, tam kurtuluş ancak ölümle söz konusu olur. Bu nedenle insan kendini aşağılamalı, alçak gönüllü olmalı, Tanrı'nın büyüklüğü karşısında sınırlarını bilmelidir.
Gazali kosmoloji görüşünde Yeniplatoncuları izler. Ona göre bu dünyadaki nesneler gökcisimleri dünyasının, ideaların imgeleridir. Dünyanın varlığının idealarda, görünen nesnelerde, bellekte ve kalpte olmak üzere dört görünümü vardır.
Gazali'ye göre insan Tanrı olmayan her şeyden arındığında, sufîlerin yolundan gittiğinde, kalbini arındırdığında Tanrı'ya ulaşır. O zaman en gizli şeyleri görür.
Gazali'ye göre skolastik gelenekle, felsefi açıklamalarla kesin bilgiye ulaşılması olanaksızdır. Bu nedenle felsefecilerin yanılmalarını şöyle açıklar:
Maddenin başsız sonsuz olduğu düşünülemez. Düşünülse bile bu, dinin dogmalarıyla bağdaşmaz. Evrenin bir yapıcısı ve bir nedeni olduğunu kanıtlamak için ileri sürülen kanıtlar fizikseldir. Metafizik ilkeleri filozoflar açıklayamaz. Yunan düşüncesine göre Tanrı, 'Demiourgos'tur, yani yapıcıdır, oysa İslam düşüncesine göre yaratıcıdır. İlk kımıldatıcı kanıtı da fiziksel bir kanıtlamadır. Böyle fiziksel ilkelerden yola çıkılarak Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya kalkanların yolu tanrısızlığa varır. Dolayısıyla fiziksel ilkeden yola çıkılıyorsa, Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya girişmemeli; Tanrı'nın varlığına 'iman ediliyorsa', ona bir ilk neden işlevi verip, onun varlığını kanıtlamaya kalkmamalı. Yine filozoflar Tanrı'nın yalnızca tümelleri bildiğini, tekilleri bilmediğini öne sürer. Böyle bir ayırma yapıldığında, Tanrı'nın nesneleri bilmediği sonucuna varılır ve bu da Tanrı'nın bilgisini yadsımak olur. Filozofların bu görüşü ileri sürmelerinin nedeni, Tanrı tekleri bilirse onun bilgisinin de tek tek nesneler gibi değişebilir olacağı" korkusudur; oysa değişiklik yalnızca bilinene aittir; Tanrı'nın bilmesi değişenin değişmez bilgisidir. Yine gök kürelerinin nesneleri bildiği ve onlara etkide bulunduğu görüşü yanlıştır; çünkü bu şekilde Tanrı ile doğa arasına aracı varlıklar konmaktadır. Yine filozofların kullandığı nedensellik ilkesi yanlıştır; çünkü nedensellik ilkesi doğru ise Tanrı istenci gereksiz olur; Tanrı istenci doğru ise her doğal olayın nedeninin Tanrı olması gerekir. Zorunlu bir bağın, nedenlerle etkileri birleştiremediğini savunan Gazali'ye göre neden ile etki birbirinden bütünüyle ayn şeylerdir; birinin olması ötekinin de olmasını zorunlu kılmaz; çünkü biri (etki) varolmayınca, ötekinin (nedeninin) varolmaması zorunlu değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder