Yaşam biçimleri ve dünya görüşleri, çevreleri, özellikle birlikte yaşadıkları kişiler tarafından iyi karşılanmayanların pek azı mutlu olabilir. Çağımızda toplumlar ahlakları ve inançları bakımından çok farklı gruplara ayrılmış bulunmaktadır. Bu durum reformla başlamıştır. (Rönesans'la başlamıştır da denilebilir) ve giderek daha belirgin bir farklılık oluşmuştur. Sadece dinsel inançları bakımından değil, daha birçok konuda da birbirlerinden farklı olan Protestanlarla Katolikler vardı. Burjuvazi tarafından hoş görülmeyen birçok davranış özgürlüğüne sahip olan soylular vardı. Daha sonra, mezheplerin Tanrı'yla kul arasındaki aracılığını kabul etmeyenler ve özgür düşünenler geldi. Günümüzde, Avrupa kıtasının her yerinde bulunan sosyalistlerle diğerleri arasında yalnız politikada değil, hayatın hemen her alanında büyük farklılıklar bulunmaktadır. İngilizce konuşulan ülkelerde bu gruplaşmalar daha fazladır. Bazı gruplarda sanata hayranlık duyulurken, bazılarında sanatın zararlı olduğuna inanılır, özellikle de modem sanat için böyle düşünülür. Gelenekçiler zinayı en büyük suç olarak görürler, ama halkın büyük bir kısmı, övülecek değilse de, bağışlanabilecek bir suç olarak görür. Katoliklerde boşanmak yasaktır. Katolik olmayanlar ise, boşanmayı evlilikte gerekli olan açık kapı olarak kabul ederler.
Zevklerinin ve inançlarının niteliğine göre bir kimse, bu görüş ayrılıkları nedeniyle, bir grubun içinde tam anlamıyla yabancılaşırken, başka bir grupta kendisini normal bir insan olarak görebilir. Mutsuzlukların çoğu, özellikle gençler arasında, bu nedenledir. Genç bir erkeğin ya da kadının bazı düşünceleri, içinde yaşadığı toplum tarafından onaylanmayıp kötü görülebilir. Böyle bir durumda kalan gençler, dünyanın her yerindeki toplumların yapısının böyle olduğunu sanırlar.
Sapıkça olarak nitelendirilmesinden çekindikleri için, görüşlerini açıklayamaz, düşüncelerinin hiçbir yerde, hiçbir toplulukta kabul görmeyeceğini sanırlar. Bu nedenle, yani dünya hakkındaki bilgisizlik yüzünden gençlikte, kimi zaman da yaşam boyunca büyük acılar çekilir. Bu dar sınırlar içinde yalnızca acı çekilmez, çevrenin düşmanlığı, manevi özgürlüğün korunması için gereksiz bir çaba harcanmasına ve büyük bir olasılıkla, düşüncelerin mantıksal yapısını oluşturmaktan çekinilmesine de yol açar. Bronte kardeşler, kitapları yayınlanmadan önce kendileri gibi düşünebilen hiç kimseyle karşılaşmamışlardı. Bu durum, cesaretli olan Emily'yi hiç etkilememişti, ama Emily ile aynı düşünce yapışma sahip olmasına rağmen öğretmen kişiliğinden hiçbir zaman kurtulamamış olan Charlotte'u çok etkilemişti. Blake de Emily gibi manevi yalnızlık içinde yaşadı ama yine tıpkı onun gibi, bu yalnızlığın kötü etkilerini alt edebilecek güçteydi; kendisinin haklı, eleştirmenlerinse haksız olduklarından hiç kuşku duymamıştı. Halka karşı tutumunu şu dizelerde açıklamıştır:
Beni hemen hemen kusturmamış olan
Tanıdığım tek adam
Fuseli'ydi; hem Türk, hem de Yahudi
İşte böyle sevgili Hıristiyan dostlarım, siz ne âlemdesiniz? Ama manevi gücü yüksek olanların sayısı fazla değildir. Hemen herkes için mutluluğun koşulu, çevrenin kendisinden hoşnut olmasıdır, insanların çoğu da içinde yaşadıkları çevreden anlayış görürler. Çünkü daha gençliklerinde toplumun önyargılarıyla tanışmışlar, inançlara ve geleneklere uyum sağlamışlardır. Ama kültürlü ve sanatçı yaradılışlı olup dünyanın her yerinde bulunan bir azınlık için böyle bir kabullenme söz konusu değildir. Küçük bir kasabada doğmuş, kendi topluluklarının inançlarına ve düşüncelerine kaşı olan her şeye düşman gözüyle bakan insanlarla çevrili birisini ele alalım. Ciddi kitaplar okumak istese, arkadaşları tepki verir, onu dışlar, öğretmenleri, bu gibi kitapların kafa karıştırıcı olduklarını söyler. Güzel sanatlara ilgi duysa, yaşıtları erkek olmadığını, yaşlılar ise ahlaksız olduğunu söylerler. Çevresinde yaygın olmayan bir meslek seçmek istese, bu meslek ne kadar iyi olursa olsun, hemen burnu büyük olduğu ve babasına yetenin ona da yetmesi gerektiği söylenir. Ailesinin dinsel inançlarına ya da politik görüşlerine ters düşse başı derde girer. Bu nedenle, olağanüstü yetenekleri olan genç erkekler ve kadınlar ergenlik çağında mutsuz olurlar. Sıradan gençler için eğlence ve zevk çağında, onlar daha ciddi bir şeyler ararlar, ama doğdukları çevredeki büyüklerde de yaşıtlarında da aradıklarını bulamazlar.
Bu gibiler, üniversiteye gittiklerinde, kendilerine benzeyen gençlerle karşılaşıp birkaç yıl içinde büyük bir mutluluğu yakalayabilirler. Şansları varsa, üniversiteyi bitirdiklerinde de anlaşabilecekleri insanların çalıştığı bir işe girebilirler. Londra ve New York gibi büyük bir kentte oturan akıllı birisi, kendisini sıkmadan ya da olduğundan başka görünme zorunluluğu duymadan, yaşayabileceği bir çevre bulabilir. Ama küçük bir yerde çalışırsa ve özellikle halkın saygısını kazanmayı gerektiren bir işse, örneğin bir kasabada doktorluk ya da avukatlıksa, gerçek inançlarını saklamak zorunda kalabilir. Amerika için bu durum, ülkenin çok geniş olması nedeniyle özellikle böyledir. Kuzeyde, güneyde, doğuda ve batıda, hiç akla gelmeyecek yerlerde yalnızlık çekerek yaşayanlarla karşılaşabilirsiniz; bunlar yalnızlık duymayacakları yerler bulunduğunu kitaplardan öğrenmişlerdir, ama oralara gitme olanakları yoktur ve düşünceleriyle ilgili birkaç sözcük söyleme fırsatını pek bulamazlar. Bu gibi durumlarda, Blake ve Emily Bronte'den daha aşağı yaradılışta olanlar için mutluluk olasılığı yoktur. Bunların da mutlu olabilme şansını yakalayabilmeleri için ya halkın zorbalığı azaltılmalı ya da kültürlü azınlığın bir araya gelip birbirlerini tanımalarına olanak sağlanmalıdır.
Çekingen olmak da bu sorunu büyütmektedir. Halk kendi düşüncesine aykırı davrananlardan çok, kendisinden korkanlara zorbalık yapar. Köpekler nasıl ki kendilerinden korkanlara daha çok havlar ve saldırırlarsa, insan sürüsü de onlar gibi davranır. Onlardan korkar ve korktuğunuzu belli ederseniz,onlara iyi bir av olursunuz; oysa umursamazsanız, güçlerinden kuşku duymaya başlar ve size sataşmaktan vazgeçerler. Tabii bu arada meydan okumanın son sınırlarını, düşünüyor değilim. Rusya'da normal sayılan görüşleri Kensington'da ya da Kensington'da normal sayılandan Rusya'da ileri sürerseniz, sonuçlarına boyun eğmeniz gerekir. Ben, çok daha ılımlı olanlan, örneğin uygun giyinmemek, bir kiliseye bağlanmamak ya da farklı kitaplan okumaktan vazgeçmemek gibi durumları düşünüyorum. Bunları yaparken meydan okurcasına değil de, içten geldiği gibi, neşe içinde, kaygısızca davranılırsa, en gelenekçi topluluklarda bile hoş görülür. Zamanla, hoş görülmeyen davranışlarına ses çıkarılmayan zararsız deli dokunulmazlığını kazanmak da mümkündür. Bu, büyük ölçüde, iyi huylu ve dost canlısı olmaya bağlıdır. Gelenekçiler, geleneklerine aykırı davrananlara kızarlar, çünkü davranışın kendilerine karşı olduğunu düşünürler. Oysa neşeyle ve dostlukla, en budalaların bile anlayabileceği şekilde davranılırsa, onlara karşı olunmadığı açıklanırsa, birçok aykırı davranış bağışlanabilir.
Ne var ki, zevkleri ve düşünceleri içinde yaşadıkları toplumun hoşuna gitmeyenlerin birçoğu bu yöntemi uygulayamazlar. Bu tipler, dışarıdan boyun eğmiş ya da ters davranışlardan sakınıyor gibi görünseler de, aşağılandıklarında kavga etmeye hazırdırlar. Yani, toplumun gelenekleriyle uyuşamayanlar alıngan ve huysuz olurlar. Ama görüşlerinin aykırı sayılmayacağı bir topluluğun içine girdikleri zaman huyları değişir. Asık suratlı ve utangaçken, neşeli ve kendine güvenir, sertken yumuşak, içine kapanıkken, insancıl ve dışa dönük olurlar.
Onun için, çevreleriyle uyuşamayan gençler, daha az gelir getirecek bile olsa, kendilerine uygun arkadaşlar edinebilecekleri meslekleri tercih etmelidirler. Dünya ve yaşam hakkındaki bilgilerinin sınırlı olması nedeniyle gençler, çoğu zaman, bunu yapabileceklerini bilmezler ve kendi çevrelerinde duyup karşılaşmaya alıştıkları peşin hükümlerin, dünyanın her yanında aynı olduğunu sanırlar. Bu da deneyimli yaşlıların gençlere yardımcı olmaları gereken bir konudur.
Psikanalizin önem kazandığı bugünlerde, bir genç çevresiyle uyuşamadığında, nedeninin ruhsal olduğu düşüncesi ilk akla gelendir. Bence bu bir hatadır. Örnek olarak, annesi ile babasının insanın oluşumu konusundaki inançlarını doğru bulmayan bir genci ele alalım. Bu genç budala değilse, annesi ve babasıyla bu konuda anlaşamayacaktır. Çevreyle uyumlu olamamak elbette talihsizliktir, ama her ne pahasına olursa olsun sakınılması gereken bir talihsizlik değildir. Çevre budala, önyargılı ya da bilime karşıysa, onunla uyuşamamak erdemdir. Bu olumsuz özellikler, farklı düzeylerde olmak üzere hemen her çevrede vardır. Galile ile Kepler'in, Japon deyimiyle "Tehlikeli düşünceleri" vardı; çok akıllı insanların böyle düşünceleri vardır. Bunlar, bu düşünceleriyle toplumun düşmanlığını kazanırlar. Bu düşmanlığın akıllıları sindirecek derecede güçlenmemesi, elden geldiğince azaltılması ve etkisiz hale getirilerek kaldırılması gerekir.
Modem dünyada bu sorunla en çok gençler karşılaşırlar. Bir insan kendine uygun bir mesleğe atılmış ve uygun çevre bulmuşsa, toplum işkencesinden çoğunlukla kaçınabilir, ama gençken, yetenekleri henüz denenmemişken, bilgisiz ama bilmedikleri konularda bile hüküm vermeye yetkili olduklarını sananların ellerine düşebilirler. Ve bu kişiler, bunca deneyimleri olduğu halde, gepgenç bir adamın kendilerinden daha bilgili olmasına öfkelenebilirler. Bilgisizlerin zorbalığından kendini kurtarabilen birçok kişi, baskı süresince öylesine zorlu bir savaş vermek zorunda kalmışlardır ki, sonunda hayata küsmüş, enerjilerini yitirmişlerdir. Dehanın ne yapıp edip yolunu bulacağı gibi iç açıcı bir söylem vardır ve buna dayanılarak, gençlere yapılacak işkencenin fazla zararlı olmayacağı düşünülür, ama bu söylemin hiçbir dayanağı yoktur. Bu tıpkı, "cinayet gizli kalmaz" kuramına benzer. Evet, duyduğumuz bütün cinayetler meydana çıkarılmıştır, ama hiç duymadığımız kaç cinayet olduğunu kim bilebilir? Aynı şekilde, adını işittiğimiz bütün dâhiler, olumsuz koşulların üstesinden gelmişlerdir, ama genç yaşmda sindirilmiş daha birçoklarının bulunmadığını kim söyleyebilir ki? Hem bu, yalnızca dâhilerin değil, toplum için dâhiler kadar gerekli olan yetenekli olanların da sorunudur. Hem de nasıl olursa olsun kurtulmaları değil, aynı zamanda hayata küsmeden ve enerjilerini yitirmeden kurtulmaları gerekir. Yani gençlerin önü kesilmemelidir.
Gençler delilik yaptıklarında, yaşlılar saygıyla karşılamak, yaşlılar kendi istekleri için gençlerden saygı beklememelidir. Bunun nedeniyse basittir, şöyle ki: Her iki halde de söz konusu olan yaşlıların değil, gençlerin yaşamıdır. Yaşlılar, gençlerin yaşamlarını yönetmeye kalkarlarsa hata ederler. Gençler de, örneğin dul kalmış annelerinin ya da babalarının evlenmelerine engel olarak hayatlarını düzenlemeye kalkışırlarsa yanlış yapmış olurlar. Yaşlı ya da genç, iyiyi kötüden ayırabilecek yaşa geldikten sonra her insanın kendi istediklerini seçmeye ve isterse kusurlarıyla yaşamaya hakkı vardır. Bir genç önemli bir konuda bir yaşlının baskılarına boyun eğerse, istemediği bir şeyi yapmış olur. Örneğin, artist olmak isteyen bir gencin annesiyle babası, oyunculuğun ahlaka aykırı ya da sosyal bakımdan düşük bir iş olduğu manayla bu isteğine karşı çıkıyor diyelim. Gence çeşitli baskılar yapabilirler, onu evlatlıktan atmakla tehdit edebilirler, bir-iki yıl içinde mutlaka pişman olacağına inandırmaya çalışabilirler, istediğini yapmak için onun gibi diretmiş, ama yapınca da kötü şeylerle karşılaşmış olduklarını belirttikleri birçok genci örnek olarak sayıp dökebilirler. Oyunculuğun ona uygun bir iş olmadığını düşünmekte belki haklıdırlar, belki rol yapma yeteneğini yoktur ya da sesi iyi değildir. Durum böyleyse, çok geçmeden tiyatro yetkilileri bunu ona söyleyecekler, o da kendisine başka bir iş seçecektir. Anneniz-babanız dayattıkları için amacınızdan vazgeçmeyin. Söylenenleri dinlemez de istediklerinizi yaparsanız, aileniz de bir zaman sonra bu duruma alışacaktır. Diğer yandan, eğer edinmek istediğiniz meslekteki yetkililerin düşünceleri olumsuzsa, o zaman iş değişir, çünkü deneyimlilerin düşünceleri, mesleğe yeni başlayanlar için yol göstericidir.
Bence genel olarak, uzman olmayanların düşüncelerine gereğinden fazla saygı gösterilmektedir; önemli, önemsiz bütün konularda durum böyledir. Kural olarak, bir insanın halka, aç kalmasına ve hapishaneye düşmesine neden olmayacak kadar saygı göstermesi gerekir; bundan fazlası, zorbalığa gönüllü olarak boyun eğmek demektir ve kişinin mutluluğunu zedeleyebilir. Örneğin para harcamayı ele alalım. İyi bir otomobile sahip olarak ve büyük ziyafetler vererek komşularının saygısını kazanacaklarına inananların para harcama anlayışları diğer birçok kimsenin para harcayışlarından oldukça farklıdır. Aslına bakılırsa, bir otomobil alabilecek durumda olduğu halde, seyahat etmeyi ya da iyi bir kitaplığa sahip olmayı tercih eden birisi, farklılığı nedeniyle daha çok saygı görür. Halkı aşağılamak elbette doğru değildir; karmaşık bir yapıda olmasına karşın, hâlâ sadece halk aşağılayabilir. Ama halkı umursamayan bir kişi hem dayanıklı hem de mutludur. Üstelik geleneklere pek fazla boyun eğmeyenlerin oluşturacağı bir topluluk, herkesin aynı şekilde davrandığı bir topluluktan daha ilgi çekicidir. Karakterleri kişiye özgü bir şekilde gelişmiş olan bireylerden oluşan bir toplulukta, farklılıklar korunmuş olur, böylece her karşılaştığımız, daha önce gördüklerimize benzemeyeceğinden, yeni kimselerle karşılaşmak bir değer taşır. Soyluların avantajlarından birisi de buydu, çünkü sosyal üstünlüklerin doğuştan elde edildiği aristokraside, davranışların kararsız olmasına göz yumulmaktaydı. Modern dünyada bu sosyal özgürlük kaynağını gittikçe yitirmekteyiz ve bu yüzden hep bir örnek olmanın yol açacağı tehlikelerin bilinmesi bir gereksinim halini almıştır. İnsanların sıra dışı olmaları gerektiğini söylemek istemiyorum, çünkü bu da gelenekçi olmak kadar sıkıcıdır. Ben yalnızca insanlar doğal olmalı ve anti sosyal olmamak koşuluyla içten gelen zevklerine uymalıdır demek istiyorum.
Modem dünyada araçlar artık çok hızlı, bu nedenle insanlar coğrafi olarak yakın komşularına bağlı kalmaktan kurtuldular. Arabası olanlar kırk kilometre uzaktaki birisini komşu edinebilmektedirler. Bu yüzden, arkadaş seçme olanakları artmıştır. Şehirlerde yakın komşunu tanıma gereği ortadan kalkmışsa da bu gelenek köylerde sürdürülmektedir. Şehirlerde saçma bir düşünce halini almıştır, çünkü sosyal ilişkilerde yakın komşulara bağlı kalma zorunluluğu yoktur. Gün geçtikçe arkadaşlarımızı yakın çevremizden değil, kendimize uygun kimseler arasından seçme olanağımız artmaktadır. Aynı zevkleri ve düşünceleri olan insanların birbirleriyle bağlantı kurmasıyla da mutluluk artar. Artık sosyal ilişkilerin gittikçe daha fazla gelişeceğini ve böylece geleneklere uymayanların çektiği yalnızlık acısının her geçen gün azalacağını umabiliriz. Onların mutluluğu hiç kuşkusuz artacaktır ama geleneğe uymayanları baskı altında tutmaktan zevk alan gelenekçilerin mutlulukları azalacaktır. Ne var ki, bu zevkin korunması gerektiğini düşünmüyorum.
Kamuoyundan korkmak da diğer korkular gibi ezici, dolayısıyla gelişmeyi engelleyicidir. Güçlü bir kamuoyu korkusu olduğunda gelişmek zordur ve mutluluk için gerekli olan ruh özgürlüğüne kavuşmak olanaksızdır, çünkü mutlu olabilmemiz için, yaşayış tarzımızın istediğimiz gibi olması, komşularımızın, hatta akrabalarımızın zevklerine ve isteklerine göre olmaması gerekir. Yakın komşulardan çekinmek eskiye göre azaldı, ama onun yerini gazetelerin ne yazacağı korkusu aldı. Bu da Ortaçağ'daki büyücü baskınları kadar dehşet vericidir. Bir gazete, aslında belki kimseye kötülüğü dokunmayan bir adamı diline doladığında çok kötü şeyler olabilir. Gerçi tanınmamış olanların bundan korkmalarına gerek yoktur ama reklamcılık geliştikçe sosyal işkencenin bu yeni türü de tehdidini artırmaktadır.
Bu, tanınmış olanlar için küçümsenemeyecek kadar önemli bir konudur ve basın özgürlüğü nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, bireyin onurunu koruma kanunu daha belirgin bir hale getirilmeli, suçsuz insanların yaşamını altüst etmek (hatta yazılanlar söylenmiş ya da yapılmış olsa bile, eğer yayınlanma biçimi halkın gözünden düşürücü nitelikteyse) yasak edilmelidir. Aslında bu, halkın hoşgörüsünün artmasıyla çözümlenebilir. Hoşgörüyü artırmanın en iyi yolu ise, mutlu olanların çoğaltılmasıdır. Böylece başkalarına acı çektirmekten zevk alanların sayısı azaltılmış olur.
Kaynak: Bertrand Russell - Mutlu Olma Sanatı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder