Şiirin, Putperestliğin, Tanrısallığın ve Kutsamaların Kökeni Olarak Şiirsel Metafizik

Bütün filozoflar ve filologlar, eski gentillerin hikmeti hakkında araştırmalarına, aptal ve korkunç vahşiler olan bu ilk insanlardan başlamış olmalıdırlar. Yani, yukarıda değindiğimiz gibi tam anlamıyla devlerden başlamışlardır (Peder Boulduc, De ecclesia ante Legem adlı eserinde der ki, Kutsal Kitap’a göre, bu devlerin isimleri dindar, saygıdeğer, şerefli insanlara işaret eder. Fakat bu, sadece, kehanetle gentil dinleri kuran ve devler çağma ismini veren soylu devler olarak anlaşılabilir). Bu soylu devler, kehanetlerine ilişkin delillerini dış dünyada (yani duyusal dünyada) değil de düşünen zihnin değişmeleri içinde arayan metafizikle başlamış olmalıydılar. Çünkü ulusların bu dünyası, kesinlikle insanlar tarafından yapılmış olduğundan, metafiziğin ilkeleri de bu değişmeler içinde aranmalıdır. Ve insan tabiatı, hayvanların tabiatına benzer olmaktan uzaklaştıkça bu özelliği elde eder, yani “şey”leri bilmenin biricik yolu duyulardır.

Böylece, gentil dünyanın ilk hikmeti olan şiirsel hikmet, şimdiki bilgili insanlarınki gibi rasyonel ve soyut bir metafizikle değil, rasyonelleştirme gücü olmayan, tamamıyla kaba duyu ve güçlü imgeleme sahip bu ilk insanların hissetmesi ve hayal kurmasına dayalı bir metafizikle başlamış olmalıydı . Bu metafizik, onların şiiriydi, onlarla birlikte doğmuş (çünkü onlar, tabiatları gereği bu duyularla ve imgelemle donatılmışlardı) bir yetenekti. Bu metafizik, nedenleri bilememekten doğmuştu, çünkü merakın annesi olan cehalet, hiçbir şeyden haberi olmayan bu insanlara her şeyi olağanüstü göstermişti. Onların şiiri, ilkin tanrısaldı. Çünkü Lactanius’tan aldığımız pasajda da gördüğümüz gibi kaba duyu ve güçlü imgeleme sahip olan bu ilk insanlar, hissetikleri ve merak ettikleri şeylerin nedenlerini tanrılar olarak hayal ettiler (küçük anlıklarını (understanding) şaşırtan her şeyi tanrılar olarak adlandıran şimdiki Amerikan Yerlileri de bu durumu doğrulamaktadır). Buna Arktik Okyanusu yakınlarında oturan eski Germenleri de ekleyebiliriz. Tacitus, onlar hakkında [6.45] şöyle söyler: Onlar, Güneş’in geceleyin denizin içinden geçerek batıdan doğuya doğru geçtiğini işittiklerini söylemişlerdi ve tanrıları gördüklerini iddia etmişlerdi. İşte bu uluslar, sözünü ettiğimiz gentil dünyanın kurucularını daha iyi anlamamıza yardım eden kaba ve basit uluslardır. Bu ilk insanlar, tıpkı çocukların ellerindeki cansız oyuncaklarla, canlı kişilermişçesine oynamaları ve konuşmaları gibi, merak ettikleri şeylere, kendi düşünceleri doğrultusunda tözsel bir varoluş vermiş.

Aynı şekilde, doğuş hâlindeki insanlığın çocukları olan gentil ulusların ilk insanları, kendi fikirlerine göre “şey”leri yarattılar. Fakat bu yaratma, Tanrı’mn yaratmasından tamamen farklıydı. Çünkü, Tanrı, mutlak akıl olarak her şeyi bilir ve şeyleri bilmesiyle de onları yaratır. Fakat gentiller, kendi cehaletleri içinde, tanrının bütünüyle bedensel olduğunu hayal ettiler ve tanrıya bedensel bir değer atfettiler. Yarattıkları bu tanrı maddi olduğundan, onu muazzam şekilde yücelttiler. Bu yücelik o kadar büyüktü ki, hayal ederek yaratan kişilerin aldım karıştırmıştı ve bu kişiler, Grekçe “creators” “yaratıcılar” anlamına gelen “şairler” olarak adlandırıldı. Bu büyük şiir sanatı üç şekilde gerçekleşmiştir.

1. Halkın anlayışına uygun olan yüce (sublime) fabllar icat edilmesiyle.
2. Bu maksata uygun olarak aşırılığa gidilerek.
3. Şairlerin bizzat yaptığı gibi, sıradan insanlara erdemli bir şekilde hareket etmenin öğretilmesi ile. 

insani kuramların bu tabiatı hakkında Tacitus’un soylu bir anlatımında belirttiği gibi, ebedi bir özellik kalmıştır. O da şudur: Korkmuş insanlar “inandıkları şey hakkında olur olmaz hayal kurmazlar” (fingunt simul creduntque) [A. 6.5.10],

Tufandan sonra, havada, çok şiddetli bir etkinin meydana gelmesi ve bir patlamanın ortaya çıkması sonucu, gökyüzü, korkunç bir şekilde gök gürültüsüyle gümbürdediği ve aydınlandığı zaman kaba duyu ve güçlü hayal gücüne sahip olan bu insanlar, gentil insanlığın ilk kurucuları olmalıdırlar. Biz, bu durumun Mezopotamya’da tufandan bir yüzyıl sonra meydana geldiğini de varsaymıştık. Çünkü evrensel tufandan sonra nemin kaybolması ve toprağın kuruması zaman almıştır. Ta ki toprak kuru buharlar çıkarana kadar veya şimşeğin meydana gelmesi için havada yanan bir madde oluşana kadar. O halde, çok sağlam olması gereken ve en güçlü vahşilerin mağaralarının bulunduğu dağların zirvelerindeki ormanların içine yayılmış birkaç dev, nedenini bilmedikleri bu büyük etkiyle korktular ve şaşırdılar, gözlerini yukarı kaldırdılar ve gökyüzünün farkına vardılar. Bu durumda, insan zihninin tabiatı, kendi tabiatını bu etkiye atfetti ve şiddetli tutkularını bağırarak ve homurdanarak ifade eden kaba, güçlü vücut yapısındaki tüm insanların tabiatlarından dolayı onlar, gökyüzünü büyük ve canlı bir beden olarak hayal ettiler ve gökyüzünü daha büyük genderin ilk tanrısı Jove olarak adlandırdılar. Onlara göre Jove şimşeğin ıslık gibi sesiyle ve gökgürültüsünün gümbürtüsüyle kendilerine bir şey anlatmak istiyordu. Böylece, onlar cehaletin kızı ve bilginin annesi olan ve insan zihnini açan doğal merakın hayreti doğurmasını incelemeye başladılar. Bu özellik, halk arasında hâlâ devam etmektedir. Onlar, bir kuyruklu yıldız, yalancı Güneş veya tabiatta ve özellikle de gökyüzünün görünüşünde, olağanüstü başka bir şey gördüklerinde hemen merak ederler ve kaygıyla bunun ne anlama geldiğini araştırırlar.

Felsefeyle aydınlanmış ve eğitilmiş zihinlerin bu çağında bile mıknatısın demir üzerindeki büyük etkisine şaşırdıklarında mıknatısın, demir üzerinde esrarengiz bir sempatiye sahip olduğunu iddia ettiler ve böylece bütün tabiatı, tutkuları, tesirleri hisseden büyük bir canlı beden yaptılar. Ancak, medenileşmiş (keskinleşmiş) zihinlerin tabiatı, sıradan halkta bile, bizim dillerimizde çok sayıda olan tüm soyut terimlerle uyumlu soyutlamalar yaparak, duyulardan öylesine koparılmış ve yazma sanatıyla öylesine inceltilmiş ve sıradan halk, nasıl sayacağını ve hesap edeceğini bildiği için medenileşmiş zihin, sayıların kullanılmasıyla deyim yerindeyse öylesine tinselleştirilmiştir ki, doğal olarak, “Sempatik Tabiat” denilen bu hanımın (Tabiat Ana) büyük imgesine biçim vermek bizim gücümüzü aşar, insanlar, bir ifadeyi dudaklarıyla biçimlendirirler. Fakat zihinlerinde hiçbir şey olmayabilir. Çünkü onların zihinlerindeki şey ya yanlıştır ya da zihinlerinde hiçbir şey yoktur. Hayal güçleri yanlış bir imajı biçimlendirmekte artık işe yaramaz. Zihinleri soyut, ince ve tinselleşmiş olmayan bu ilk insanların engin hayal güçlerine girmek bizim gücümüzün üstündedir. Çünkü onlar, duyguları bakımından çok derin, tutkuları bakımından sersemletici hislerle doludurlar. Bu nedenle, gentil insanlığı kuran ilk insanların nasıl düşündüklerini anlamakta güçlük çekeriz ve bunu çok az tahayyül edebiliriz.

İlk teolojik şairler yarattıklarının en büyüğü olan ilk tanrısal fablı bu şekilde vücuda getirdiler. Yani, insanların ve tanrıların kralı ve babası olan hiddetle gürleyen ve şimşekleri fırlatan jove fablını yarattılar. Bu fabl, o kadar tedirgin edici ve öğreticiydi ki onu yaratanlar ona bizzat kendileri inandılar ve ondan korktular, ona hürmet ettiler ve korku dolu dinlerle ibadet ettiler. İnsan zihninin bu özelliğiyle Tacitus’un da işaret ettiği gibi, bu insanlar her gördükleri, hayal ettikleri, hattâ yaptıkları ne varsa hepsinin Jove olduğuna inandılar ve evrenin bütününe ve onun parçalarına canlı bir töz yüklediler. Bu, durum şu ifadede açıkça görülmektedir. “Her şey Jove’la doludur” (Jovis omnia plena) [Vergil, Eclogue 3.60]. Platon, daha sonra bunu, her şeye nüfuz eden ve her şeyi dolduran eter olarak anlamıştır [Cratylus 412D], Ancak teolojik şairler için Jove dağların zirvelerinden daha yüksek değildi. işaretlerle konuşan ilk insanlar, doğal olarak şimşek çakması ve gök gürültüsünün Jove’un kendilerine verdiği işaretler olduğuna inandılar. Bundan dolayı, nuo (bir işaret vermek anlamına gelen), tanrısal saygıyı ifade eden yüce ve değerli olandan çok, bir fikir olarak tanrısal irade anlamına gelen numen oldu. Onlar, Jove’un işaretlerle emrettiğine, bu işaretlerin gerçek kelimeler olduğuna ve tabiatın Jove’un dili olduğuna inandılar. Gentiller, bu dilbiliminin evrensel şekilde tanrısal olduğuna inandılar, Grekler de onunla tanrıların dilinin bilimi anlamına gelen teolojiyi adlandırdı. Böylece Jove şimşeğin korku dolu krallığını elde etti, insanların ve tanrıların kralı oldu. Ayrıca, iki unvan daha elde etti. Birincisi, en güçlü (fortissimus) anlamına da gelen, en iyi (best optimus) unvanıdır ki bu unvan, tersine bir süreçle erken Latincedeki fortis kelimesi, geç Latincedeki bonus kelimesi ile aynı anlama geliyordu. İkincisi, ise, Jove’un bizzat gökyüzü olan geniş bedeninden dolayı aldığı en büyük (maximus) unvanıdır. İlk unvanından dolayı Jove şimşek çaktırarak insanlığa nasihat ettiğinden ve büyük fayda sağladığından Soter veya kurtarıcı (savior) unvanını aldı (bu Bilimimize aldığımız üç ilkeden ilkidir. Yine Jove gendenn prensi olan bu devlerin vahşi dolaşmalarına bir son verdikten sonra Stator, destekleyen, kurucu lâkabını aldı. Latin filologlar bu lâkabı çok dar bir anlamda, Şahinlerle yaptıkları savaştan kaçan Romalıları durdurmak için Romulus’un dua ile yardım dilemesini Jove’a atfen açıklarlar.

Böylece, filologları şaşırtan birçok Jove ortaya çıktı. Aslında bu durum, tufanın evrenselliğini ispat eder ve bakılacak olursa, fabllar yoluyla bize kadar ulaşan anlatımların çoğu fiziksel tarihlerdir, Çünkü, her gentil ulusun kendi Jove’u vardı ve Mısırlılar kendi Jove’ları Ammon’un bu Jove’larm en eskisi olduğu kanısına sahiptiler.

Böylece, şiirsel karakterlerin ilkeleri hakkında söylenmiş olanlarla uyumlu olarak Jove doğal olarak, tanrısal bir karakter veya hayalî bir evrensel olarak şiirde doğmuş olmalıdır. Kehanetlerle alınan her şey, hepsi şair olması gereken bütün eski gentil uluslar tarafından Jove’a atfedildi. Onların şiirsel hikmeti Tanrı’nın inayet sıfatından dolayı temaşa hâlindeki bu şiirsel metafizikle başladı. Ve onlar, teolojik şairler veya Jove’un kehanetlerinde ifade ettiği tanrıların dilini anlayan bilgeler olarak adlandırıldı. Kehanette bulunmak veya önceden haber vermek anlamına gelen divinaridcn dolayı, onların kâhinler anlamında tanrısal oldukları söylendi. Kehanette bulunmak şeklinde tanımlanan bu Bilim, Adem’e gerçek dinini emreden Tanrı’nın kehaneti yasaklaması üzerine [167] Homer tarafından iyi ve kötünün bilimi, Müz (Muse) olarak adlandırıldı [365], Çünkü teolojik şairler, bu mistik teolojiyi mısralar hâlinde verdiler. Kehanetlerin kutsal sırlarını açıklayan bütün Grek şairleri mystae olarak adlandırıldı. Horace de onlara “tanrıların yorumcuları” demişti, Her gentil ulus, bu bilimde hünerli olduğu kendi Sybikm (kehanet kitabına) sahipti ve biz onların on iki tanesinden söz edildiğini gördük. Sybiker ve kehanetler gentil dünyanın en eski kurumlandır.

Bütün bunlar, putperestliğin kökenleri üzerine Eusebius [yani, Lactantius}'’un altın pasajıyla uyumlu bir biçimde burada tartışıldı. Yani, basit ve kaba ilk insanlar, tanrıları o andaki gücün dehşetinden icat ettiler. Bu korku, insanların diğer insanlar üzerinde uyandırdığı korku değil, insanların kendilerinde uyandırdıkları ve dünyada tanrıları yaratan korkuydu. Putperestliğin kökeni, aynı şekilde, dünyada aynı anda doğmuş olan kehanetin kökeniyle birlikte gösterildi. Bu ikisinin kökenlerini, kehanetleri doğru anlamak veya elde etmek için kurban sunmanın kökeni izledi.

Şiirin kökeninin böyle olması, şu sonsuz özellikle de doğrulanır. Şiirin malzemesi inanılır bir imkânsızlıkta yatar. Bu, bedenlerin zihinler olmasını gerektiren imkânsızlıktır. Böylece, gürleyen gökyüzünün Jove olduğuna inanıldı. Şairler için de, büyücü kadınların büyüler yoluyla yaygınlaştırdığı şaşırtıcı şeyleri şarkı olarak söylemekten daha sevgili bir şey yoktu. Bütün bunlar, Tanrı’nın her şeyi yapabilme gücüne sahip olduğunu bilen uluslar tarafından gizli bir anlamda açıklanmaktadır. Bu anlamdan başka bir anlam çıkar. Bütün insanlar doğal olarak tanrısallığa sonsuz saygı göstermişlerdir. Aynı şekilde, şairler de gentiller arasında dinleri kurmuşlardır.

Burada söylenen şeyler, Platon ve Aristoteles’ten Patrizzi, Scaliger ve Castelvetro’ya kadar şiirin kökeninden bahseden bütün teorileri alt üst etmekten uzaktır. Çünkü şiiri çok yükselten insanın uslamlama gücünün yetersiz olduğu görülmüştür. Daha sonra gelen filozoflar, şiir ve eleştiri sanatları bakımından eşit şeyler ürettikleri ya da iyi hiçbir şey üretmedikleri gibi, şiirin gelişmesini de engellemişlerdir. Bundan dolayı, hepsinin, yani ilkin, bu çağın marifet düzenindeki kahramansal şairlerin en üstünde olma ayrıcalığı Homer’e aittir. Şiirin kökenlerinin bu keşfi, Platon’dan, Bacon’ın De sapientia veterum adlı eserine varıncaya kadar canla başla araştırılan eskilerin eşsiz hikmeti fikrini ortadan kaldırdı. Keza, eskilerin hikmeti, büyük ve nadir filozofların bâtınî hikmeti değil de, insan ırkını kuran kanun koyucuların halk hikmetiydi. Böylece, Jove’un durumunda olduğu gibi bilginler tarafından Grek fabllarına ve Mısır hiyerogliflerine atfedilen yüce felsefenin bütün mistik anlamlarının sahip olması gereken tarihsel anlamların hem doğal olduğu hem de yerinde olmadığı görülecektir.

Kaynak: Giam Battisca Vico - Yeni Bilim



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder