16. yüzyılın ortasında altı kişiden oluşan bir İngiliz filozoflar grubu Hobbes ve Descartes'a karşıt bir konumda duruyorlardı. En önemlisi Ralph Cudworth ( 16 17-1688) olan beşi Cambridge Emmanuel College'dan, altıncı kişi Henry More ( 16 14- 1687) da Cudworth'un otuz yıldır hocalık yaptığı Cambridge Christ College'dan mezun olmuştu. Gruptakilerin hepsi de Platon, Plotinus ve onların erken dönem Kilise Pederleri arasındaki takipçilerine karşı bir hayranlık besliyorlardı. Onun için grup çoğunlukla 'Cambridge'li Platoncular' olarak adlandırılır.
Cambridge'e olan mensubiyetlerine rağmen, grup üyeleri Sivil Savaş sürecinde kasaba ve üniversitede baskın olan Püritanizme karşı düşmanca bir tavır sergilediler. Onlar Kalvinist kader doktrinlerini reddedip, insanın özgür olduğunu kabul ederek dini hoşgörünün faziletlerini öğütlediler. Fakat gösterdikleri hoşgörü ateistleri için geçerli değildi ve düşmanlıklarının merkezinde Hobbes bulunuyordu, zira onun, materyalizmi ateizmden farklı görmediğini düşünüyorlardı. I. Charles'in hükümdarlığı döneminde, Püritanların Anglikan hiyerarşisine karşı duyduğu düşmanlığı, hükümdarın tahtan indirilmesi ve idam edilmesi izledi. Cambridge'li Platonculara göre 'Piskopos Yok, Kral Yok' siyasi sloganının felsefedeki karşılığı şuydu: 'Ruh Yok, Tanrı Yok.' Kimse aynı anda hem materyalist hem de ateist olamazdı.
Bu noktaya kadar Cambridge'li Platoncular zihin-madde ayrımına vurgu yaparak Hobbes'a karşı Descartes'ın tarafında yer aldılar. More Antidote Against Atheism [Ateizme Karşı Panzehir] ve Immortality ofthe Soul'de [Ruhun Ölümsüzlüğü]; Cudworth'da The True Intellectua.l System of the Universe'de [Evrenin Doğru Akli Sistemi] ruhun ölümsüz ve Tanrı'nın varlığının ruhsal olduğunu ispatlamaya çalıştı. More'a göre 'bir insan duyular ve akılla ve de dünyevi maddeyi insan şekline sokacak bir güçle donatılmış olarak yaratılan bir ruhtur.' Descartes gibi Cudworth'da Tanrı'nın varlığının, içimizdeki Tanrı düşüncesiyle ispatlanabileceğini iddia ediyordu:
'Eğer Tanrı olmasaydı ne siyasetçiler ne şairler ne filozoflar ne de başkaları mutlak ve sonsuz derecede mükemmel Varlık düşüncesini iddia edemez veya uyduramazdı.' Tanrı düşüncesi tutarlıdır, 'dolayısıyla o, öyle ya da böyle bir tür varlık sahibi olmak zorundadır, ister gerçek ister potansiyel olsun. Tanrı mümkünlü bir varlık değildir, dolayısıyla onun varlığı gerçektir.'
Descartes gibi Cambridge'li Platoncular da doğuştan gelen düşüncelerin varlığına inanıyordu: Zihin duyuların yazdığı boş bir sayfa değil, duyuların açtığı kapalı bir kutuydu. More'a göre nasıl ki müzik çimler üzerinde uyuyan bir müzisyenin zihninde varsa, doğuştan gelen düşünceler de zihinlerimizde vardır (Antidote, 17). Doğuştan gelen düşünceler içinde insan zihni için ilk belirginleşenler temel ve reddedilmesi mümkün olmayan ahlaki ilkelerdir. More 23 maddelik bu ilkelerin listesine 1668'de bir el kitabında yer verdi. Cudworth'a göre, Hobbes adalet ve adaletsizliğin insani etkileşimin sonucu olarak ortaya çıktığı konusunda oldukça hatalıydı. Bireylerin kendilerinin bile sahip olmadığı yaşam ve ölüm hakkını bir hükümdara vermesi mümkün değildi.
Cambridge'li Platoncular temel ahlaki ilkelerin kökenleri konusunda Descartes'tan ayrıldılar. Ahlaki ve diğer daimi hakikatlerin kadir-i mutlak Tanrı'nın buyruğuna bağlı, dolayısıyla ilkesel olarak değişmez olduğunu söylemenin çok yanlış olduğundan yakınıyordu Cudworth. 1647'de Avam Kamarası'ndaki bir vaazında 'Yaratılmışlardaki erdem ve kutsiyet, Tanrı onları sevdiği ve onları öyle gördüğü için İyi değil, kendileri iyi olduğu için İyidirler.'
Platonculann Descartes ile olan anlaşmazlıkları, maddi dünya hakkındaki düşüncelerine gelince çok daha keskinleşir. Onlar bilimdeki gelişmelere karşı değillerdi -Cudworth ve More'un her ikisi de Kraliyet Cemiyetine üyeydiler- fakat fenomenlerin madde ve hareket açısından mekanik bir şekilde izah edilebileceği düşüncesini reddettiler. Derscartes'ın aksine onlar hayvanların bilince ve hayvani bir ruha sahip olduklarına, ağır bir cismin düşüşünün bile maddi olmayan bir ilkeyle açıklanması gerektiğine inanıyorlardı. Bu demek değildir ki, Tanrı her şeyi kendi eliyle yapar gibi doğrudan yapar. Bu O'nun fiziksel dünyayı düzenli ve teleolojik bir şekilde davranan bir aracıya, dünya-ruhuna yakın, 'biçim verilebilir bir doğaya' emanet etmesi demektir. Teleolojiyi reddeden Descartes gibi Cambridge'li Platoncular da salt 'mekanik teistlerdi' ve materyalist Hobbes'dan çok az iyilerdi.
Kaynak: Anthony Kenny - Batı Felsefesinin Yeni Tarihi 3. Cilt
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder