Aristoteles devletin kuruluş amacını şöyle izah etmektedir:
“Kendi gözlemlerimiz bize, her devletin iyi bir amaçla kurulmuş bir topluluk olduğunu söyler. ‘İyi’ diyorum, çünkü gerçekten bütün insanlar eylemlerinde iyi saydıkları şeyi elde etmeye çalışırlar. Öyleyse, bütün topluluklar şu ya da bu iyi şeyi amaçladıklarına göre toplulukların en üstünü ve hepsini kapsayanı da, en yüksek iyi’yi amaç edinecektir. Bu bizim devlet dediğimiz topluluktur ve o topluluk türüne de siyasal denir.”
Aristoteles sırasıyla aile, köy, şehir ya da devlet gibi birliklerin oluşumuyla toplum ve devletin meydana geldiğini ifade etmektedir. Ona göre doğa yasası gereğince kurulan ve günbegün sürüp giden bu birlik ailedir. Bundan sonraki aşama köydür: Günlük gereksinmelerin ötesinde bir amacın karşılanması için birçok evler birleşince köy meydana gelir. Bu ilk birlik genel olarak, oğulların ve torunların evlerinin eklenmesiyle, doğal bir süreç sonucunda oluşur. Bu yoldan kurulmuş olunca, yönetimi de ister istemez krallık oluyordu; günümüzdeki bazı uluslar gibi, şehir-devletleri de başlangıçta krallıkla yönetilmekteydi. Son birlik, çeşitli köylerden oluşan şehir ya da devlettir. Bununla hemen her bakımdan süreç tamamlanmıştır. Kendi kendine yeterliğe erişilmiş ve böylelikle, yaşamın kendisini sağlamak için başlamışken, şimdi iyi yaşamı sağlayabilecek bir duruma gelmiştir. Bundan dolayı içinden çıktığı daha eski topluluklar nasıl doğalsa, şehir-devleti de öylece yetkinlikle doğal bir topluluk biçimidir. Bu açıklamalarda da görülmektedir ki Aristoteles’in toplumun ve devletin oluşumu için ilk hareket noktası ailedir. Çünkü aile ona göre doğa yasası uyarınca kurulan sosyal birliklerin en eskisidir. Daha sonraki aşama ise köydür. Bu birlikler birleşerek ve gelişerek günümüzdeki modern devlet şekillerini oluşturmuştur.
Aristoteles, bütünün parçadan daha önce gelmesi gerektiği görüşünden hareketle şehir ya da devletin, aileden de, herhangi bir bireyden de önceliği olduğunu ifade etmektedir. Ona göre devletin “hem doğal hem de bireyden önce olduğu apaçıktır. Çünkü bir birey nasıl bir parçası ayrıldığı zaman tümüyle kendine yeterli olmazsa, o da tıpkı öteki parçaları gibi bütünle aynı ilişki içindedir.(...) Bu nedenle tüm insanlar arasında onları bu ortaklığa sürükleyen doğal bir içgüdü vardır. İnsan nasıl tam gelişme durumuna ulaştığı zaman hayvanların en iyisiyse, yasa ve kurallardan ayrılınca da en kötüsü olur.” Aristoteles’e göre devlet, yalnızca, aynı yerde yaşayan ve üyelerini kötülükten alıkoyan, mal ve hizmetlerinin değiş tokuşunu sağlayan bir topluluk diye tanımlanamaz. Besbelli, bir devlet olacaksa bütün bunlar olmalıdır. Bununla birlikte devlet herkesin, aileleri ve akrabaları içinde iyi yaşamaları, yani tam ve doyurucu bir yaşam sürmelerini olanaklı kılabilmek içindir.
Marcus Tullius Cicero (M.Ö.106-43) ise devleti : “halktan başka bir şey değil; halk deyince, herhangi bir şekilde bir araya toplanmış olan rastgele bir insan yığını değil, ortak bir fayda gayesiyle mutabakat halinde bulunan hukuki bağlarla birleşmiş insanların kalabalığını kastediyorum. Birleşmelerinin birinci sebebi sadece zaaf duygusu değil, aksine insanda kökleri bulunan bir içtimailik sevk-i tabiisidir; çünkü insan cinsinin kaderi, münferit yaşayıp dolaşmak değil, aksine bütün beşeri nimetlerin bolluğuna rağmen diğer hemcinslerinin topluluğundan ayrılmamaktır. Bu suretle, ilk bakışta dağınık ve göçebe şekilde yaşayan bir kalabalığın birleşmesi sayesinde devlet meydana gelmiştir” şeklinde açıklamaktadır. Ona göre kamu devleti halkın işidir; halk da herhangi bir biçimde bir araya gelmiş her insan topluluğu değil, karşılıklı faydalardan yararlanmak isteği ve yasalarla haklar üstüne ortak bir anlaşmayla birleşmiş, hayli büyük bir sayıdaki insanların bir araya gelmeleridir. Bu bir araya gelişin kaynak nedeni, zayıflık olmaktan çok, insan için doğal olan bir çeşit toplumsallık içgüdüsüdür. Çünkü insan türü tek başına yaşamaz.
Cicero için devlet tabii bir vakıadır; tabiatın bir eseri mahsulüdür. Tabiat, insanlara, kendi hemcinslerini sevmeyi, onlara yaklaşmayı, birbirlerine iyilik yapmalarını emretmektedir. İnsanların münferit ve münzevi bir hayat için yaratıldıklarından bahsedilemez. İnsanlar için serseri bir hayat bahis mevzuu olamaz. İnsan tabiatı icabı, ancak kendi hemcinsleriyle toplu bir halde yaşayabilir. Bu topluluğun gruplaşmanın vücuda gelmesinde amil olan ilk sebep, insanın yalnız başına yaşayabilecek bir mahluk olmamasıdır. Netice itibariyle insan cemiyetlerinin ilk merhalesi olan ailenin bu tarzda genişlemesi ve büyümesiyle inkişaf ve genişlemiş ye devlet de vücuda gelmiş olmaktadır. Onun için devlet üyeliği bütün vatandaşların ortak bir niteliği olan, kararlara dayanan bir heyettir, varlığının amacı vatandaşlarına karşılıklı yardımlaşmanın ve adil bir yönetimin yararlarını sağlamaktır.
Ortaçağda ise Augustinus (354-430) Hıristiyanlık dinini yeniden yorumlamaya çalışmış “biri başlangıçtan beri tamamlanmış bir şekille, öteki ise şekilden yoksun olarak yaratılan bu iki şey, gök, göklerin göğü demek istiyorum; ve yer, bundan da boş ve şeklisiz yer” sözleriyle biri yeryüzü diğeri de gökyüzü olmak üzere iki düzenin var olduğunu ileri sürmüştür. O, ‘Göklerin göğü Tanrıya aittir’ ifadesini şu şekilde açıklamaktadır: “İçinde oturduğun bu canlı barınaktan başka bir şey bulamıyorum; bu arı akıl, göğümüzün üstündeki gök tabakalarında bulunan senin kentinin vatandaşları durumundaki bu kutsal akıllı yaratıklarla bir huzur bağıyla gönülden bağlı olarak senin mutluluklarını başka bir nesneye bakışlarını çevirmeden seyrediyor.” Augustinus için insan, doğasının iki bölümlü -beden ve dünya, ruh ve öbür dünya- olmasından ötürü, iki devletin yurttaşıdır: bir yer devletinin, bir de gök devletinin. İnsan, doğasındaki bölümlerin hangisine uygun hareket ederse, ona karşılık olan devletin yurttaşıdır.
Ona göre Tanrı’nın dünyaya yabancı, maddi evrene yabancı evi senin ebediliğine katılan ve ebediyen lekesiz olarak kalan tinsel bir evdir. O, yeryüzü devleti ile Tanrı devletini birbirinden ayırırken, bu iki devletin birbirlerinin tam karşıtı olduklarını ve birbirlerini dışladıklarını da belirtmektedir. Buna karşılık yeryüzünde varolan hiçbir toplumda bu iki devletin saf haline rastlanmayacağını, varolan her toplumda bu iki devletin birbirinin içine geçmiş olduğunu da ifade etmektedir.
Augustinus dünyanın bozulmuşluğunu ‘bu gökkubbenin üstünde başka suların varlığına da inanıyorum. Dünyadaki bozulmalardan uzak ölümsüz sular’sözleriyle açıklamaktadır. Augustinus “akıllı yaratıklarını ne kadar yüce ve soylu olarak yarattığını ve huzuru ve mutluluğu senin dışında bulamayacaklarını gösteriyorsun, bu da onların kendi kendilerine yetemeyeceğini gösterir. Tanrım bizim karanlıklarımızı aydınlığa çeviren sensin” diyerek Tanrının isteği dışında insanın hiçbir yapamayacağını ifade etmektedir. Zabunoğlu’na göre Augustinus’un düşüncesinde dünyevi devletin varlığının gerekli bir unsuru olan iktidarın, hiçbir surette bir tahakküm vasıtası olarak kullanılmasına tahammülü yoktur; bilakis iktidarı kullananlar için, kudretlerini fertlerin himayesi, onlara doğru yolun gösterilmesi, fertlerin refah ve saadetinin temini için kullanmak gibi mükellefiyetler bahse konudur. İktidarın kullanılması, ancak kolektivitenin menfaatine olduğu ve bunu sağlamak gayesine tevcih edildiği zaman meşru olabilir.”
Augustinus sonrası ortaçağ felsefesini oluşturan başka filozoflarda bulunmaktadır. Bu düşünürlerin devlet anlayışları da Hıristiyanlık anlayışı etrafında şekillenmiştir. Bunların en meşhurlarından biri Aquino’lu Thomas’tır (1225-1274). Thomas’ın devlet felsefesi, Aristoteles ve Augustinus’un düşüncelerinden oluşan bir karmadır. Thomas’da insanın sosyal bir varlık olduğunu, yapısı gereği kendi cinsleri ile birlikte yaşamak zorunda olduğunu, dünya devletinin kutsal devletin bir kopyası olması gerektiğini ve kilisenin devletten üstün olması gerektiğin ifade etmektedir. Şaylan, Thomas’ın yeryüzü devletinde egemen olan iktidarın aslında Tanrı’dan geldiğini vurgulamış ve iktidarların tanrının gösterdiği kurallara uygun olarak çalışmasının gerekli olduğunu belirtmiştir. Onun en önemli katkılarından birinin de adalete ve din kurallarına uygun olarak işleyecek devletin mümkün olduğu kadar geniş bir alanda kurulması ve krallığın güçlü olması gerektiğine işaret etmesidir. Böylece merkezi krallık düşüncesi 13. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bunun yanında somut iktidarı kullanan kralı tanrının atamadığını; kralın ya da iktidarı kullananın halk aracılığıyla atandığını belirterek siyasal iktidar olgusunu laikleştirmeye başlamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder