Marx’ın yazdıklarını bilsin veya bilmesin, Nietzsche komünist vizyonu herkesten daha radikal bir şekilde sorguladı. Komünist dünya toplumunun insanını, son insanla, yani sefaletin son noktasındaki insanla bir tuttu: “uzmanlaşma”olmadan, sınırlamanın sertliği olmadan insanın asaleti ve yüceliği mümkün değildir. Buna uygun olarak, insan ırkının geleceğinin önceden tayin edildiği fikrini reddetti. Son insanın alternatifi, üstün insan (over-man), yani kendisinden önceki tüm insan tiplerini yücelik ve soyluluk açısından yenen ve onları geride bırakan bir insan türüdür. Geleceğin üstün insanları, görünmez bir şekilde, geleceğin filozofları tarafından yönetileceklerdir.
Eşitlikçiliğe radikal bir şekilde karşı oluşu sayesinde, Nietzsche’nin muhtemel gelecek vizyonu, bir anlamda, Marx’ınkinden çok daha radikal bir şekilde politiktir. Tipik bir kıta Avrupası muhafazakarı gibi, Nietzsche komunizmde sadece demokratik eşitlikçiliğin ve pozitif bir özgürlük olmaktan çok negatif bir özgürlük olan, liberalizmin özgürlük talebinin tamamlanışını gördü. Fakat muhafazakarların aksine, Nietzche bu tür bir muhafazakarlığın yok olmaya mahkum olduğuna inanıyordu, çünkü ona göre bütün savunmacı tavırlar, yüzü geriye dönük bütün çabalar yok olmaya mahkumdu. Gelecek, demokrasi ve milliyetçilikle beraber görünüyordu. Bunların her ikisi de Nietzsche’ye göre yirminci yüzyılın külfetiyle bağdaşmayan şeylerdi. Yirminci yüzyılı evrensel bir yönetimle sonuçlanacak olan bir dünya savaşları çağı olarak görüyordu. İnsanoğlunun bir geleceği olacaksa, bu yönetim, birleşik bir Avrupa eliyle icra edilmeliydi. Daha önce benzeri görülmemiş olan bu demir çağının muazzam güçlükleriyle, kamuoyuna dayalı olan zayıf ve istikrarsız hükümetlerin baş edebilmesi mümkün değildi. Yeni durum yeni bir idealin biçimlendirdiği yeni bir soyluluğun doğuşunu gerektiriyordu: üstün insanlar aristokrasisi. Nietzche bugün de dahil olmak üzere tüm insanlık tarihinin sırrını nihai olarak keşfettiği iddiasındaydı: insanoğlunun şu anda karşı karşıya olduğu alternatifler olarak azami sefalet ve en yüksek ululuk. Bundan önceki tüm insan türlerini aşma ve onların üstesinden gelme ihtimali tam da şu anda ortaya çıkıyorsa bunun nedeni, günümüzün daha önceki çağların hepsinden üstün oluşu değil, bugünün en büyük tehlike anı ve esasen bu nedenle de en büyük umut anı oluşudur.
Heidegger’in tarih felsefesinin yapısı Marx’ın ve Nietzche’ninkiyle aynıdır: nihai kavrayışın ulaştığı son mahşerî bir görüntüye kapı açan bir durumu beraberinde götürmektedir. Lakin Heidegger Nietzche’ye Marx’tan çok daha yakındır. Her iki düşünür de Plato’da (veya daha önce) başladığını düşündükleri nihilizmin- ki Platonizm halk nezdinde Hrıstıyanlık formunda temsil edildi-günümüzde var olan çürümenin nihai bir sonuç olarak ortaya çıkışında temel belirleyici olduğuna inandılar. Şimdiye kadar insanlığın bütün büyük çağları (toprakta kökü olma durumu demek olan) Bodenstandigkeit’ten doğmuştu. Mamafih klasik Yunan’ın büyük çağı, ilke olarak Bodenstandigkeit’i en baştan tehlikeye atan ve nihai çağdaş sonuçları içinde insanî azametin bu vaziyetinin son kalıntılarını da ortadan kaldırmak üzere olan bir düşünüş şeklinin doğuşuna imkan tanıdı. Heidegger’in felsefesi insanoğlunun insaniyetini kaybetme tehlikesiyle her zamankinden daha fazla yüz yüze olduğu son derece tehlikeli bir ana aittir. Dolayısıyla, tehlike ve selametin bir arada olduğu böyle bir zamanda; felsefenin vazifesi Bodenstandigkeit’in yeniden kazanılmasına veya ona geri dönülmesine katkıda bulunmak veya tamamen yeni bir tür Bodenstandigkeit hazırlamak olabilir: en uç Bodenlosigkeit’in ötesinde bir Bodenstandigkeit, en uç yurtsuzluğun ötesinde, bir vatanda olma durumu. Bundan başka Heidegger’e göre dünyanın hiç bir zaman düzen içinde olmadığını veya düşüncenin hiç bir zaman sadece insani olmadığını düşünmemiz için nedenler mevcuttur. Batı’nın ve Doğu’nun, özellikle de Doğu Asya’nın, en bilgili düşünürleri arasındaki bir diyalog, tanrıların geri dönüşünün hazırladığı, eşlik ettiği veya takip ettiği bir tamamlanışla sonuçlanabilir. Çare, muhtemelen, böyle bir diyalog ve onun gerektirdiği her şey, ama kesinlikle herhangi bir siyasal davranış değil. Heidegger, vizyonun siyasetle olan bağlantısını hem Marx’tan hem de Nietzsche’den daha bütüncül bir şekilde koparır. İnsanın, 1933’ten herkesten çok Heidegger’in ders çıkardığını söyleyesi geliyor. Şüphe yok ki, Heidegger siyaset felsefesine hiç bir şekilde yer bırakmıyor.
Filozoflardan çok, hayalperestlerden beklenebilecek bu fantastik ümitlerden Husserl’e geri dönelim. Husserl’ın felsefesinde siyaset felsefesine yer olup olmadığını bakalım.
Söyleyeceğim şeyler, Husserl’ın “Uç(Radikal:Katı) Bir Bilim Olarak Felsefe” adlı makalesinin, yıllar süren ihmalden sonra yeniden okunuşuna dayalıdır. Yazı ilk olarak 1911 yılında basıldı ve Husserl’in düşüncesi bu tarihten sonra bir sürü önemli değişiklik geçirdi. Lakin, bu makale bizi ilgilendiren mesele üzerine onun en önemli kelamıdır.
Yüzyılımızda felsefenin ihtimamlı uç bir bilim olması çağrısını onun kadar açıklık, safiyet, kuvvet ve genişlikle yapan kimse olmadı. “Felsefe, en başından beri titiz bir bilim olma iddiasında bulundu. Daha net ifade etmek gerekirse, felsefe en yüksek kuramsal ihtiyaçları tatmin edecek bilim olma ve din ve ahlak açısından, tamamen akılcı normlar tarafından düzenlenmiş bir hayatı mümkün kılma iddiasındaydı. Bu iddia hiç bir zaman bütünüyle terk edilmiş değildir. Buna rağmen, gelişiminin hiç bir döneminde felsefe, katı bir bilim olma iddiasını gerçekleştirme kabiliyetine sahip olamamıştır. Bir bilim olarak felsefe henüz başlamamıştır. (Bilimlerin aksine) felsefede her şey tartışmalıdır.”
Husserl, iddia ve muvaffakiyet arasındaki tezadın en önemli örneğini “hüküm sürmekte olan natüralizm”de buluyordu (Bu bağlamda natüralizm ve pozitivizm arasındaki farkın önemi yoktur). Bu düşünce biçiminde, titiz bir bilim olmak üzere felsefeye yeni bir temel bulma niyeti bütünüyle canlıdır. Bu, onun erdemini, aynı zamanda da gücünün büyük kısmını teşkil eder. Helhalde, bilim fikri tüm modern hayatın en kuvvetli fikridir. Üzerinde veya yanında başka hiç bir otoriteye tahammül edemeyen Aklın, ideal hitamında, bizzat kendisi olan bilimin muzaffer seyrini hiç bir şey durduramaz, kuşkusuz. Husserl, natüralizme özellikle, felsefenin bir sistem olduğuna dair geleneksel nosyona karşı, “baştan başa felsefe” kavramını canlı tuttuğu için saygı duyar. Aynı zamanda, natüralizmin tüm objektifliği zorunlu olarak yok ettiğini savunur.
Natüralizm denildiğinde Husserl, var olan her şeyin doğanın bir parçası olduğunu iddia eden görüşü anlar ki burada “doğa”, modern doğa biliminin objesi olarak anlaşılıyor. Bu, var olan her şeyin ya kendisinin fiziksel olduğu ya da eğer ruhsal bir şeyden bahsediliyorsa o şeyin, fiziksel olanın sadece bir bağımlı değişkeni, “en iyi ihtimalle, ona paralel olarak eşlik eden ikincil” olduğu anlamına gelir. Sonuç olarak, natüralizm hem bilinci hem de bütün normları (mantıki, ahlaki vb.) “doğallaştırır”. Husserl’in hususi dikkatini çeken natüralizm biçimi mantık, bilgi teorisi, estetik, etik ve pedagojinin bilimsel temeli olması tasarlanan deneyselci psikolojiydi. Bu psikoloji, olguların kendisinin veya “ruhsal olgular”ın, yani fiziğin “gerçek, objektif, tam olarak fiziksel doğa”yı ya da kendini bize olgularda sunan doğayı incelemek için ilke olarak dışladıklarının, bilimi olduğunu iddia etti. Kesin olmayan bir dille ifade edecek olursak, psikoloji sadece birincil niteliklerle ilgilenen fiziğin dışladığı ikincil niteliklerle ilgilenir. Daha açık ve kesin bir dille ifade etmek gerekirse, ruhsal olgulara bu ismi vermemizin nedeni doğanın parçası olmamalarıdır.
Bilgi teorisi olarak natüralizm, doğal bilimin, onun gerçekliğinin ve geçerliliğinin açıklamasını sunmalıdır. Fakat bütün doğal bilimler, doğayı doğa biliminin kastettiği anlamda, verili, “kendi içinde var olan” bir şey olarak kabul ederler. Aynı şey, fiziksel doğanın bilimine dayalı olan psikoloji için de, tabi ki, doğrudur. Dolayısıyla, natüralizm doğanın verililiğine içsel olan muammalara gözlerini tamamen kapamaktadır. Natüralizm var olan deneyimin radikal bir eleştirisini yapma kabiliyetine yapısal olarak sahip değildir. Doğayı verili, sabit kabul ederek ele alan bilimsel tavrı önceleyen ve ona temel teşkil eden bilim öncesi bir tavır vardır ki bunların her ikisi de temelden açığa kavuşturulma ihtiyacı içerisindedir. Bu nedenle yeterli bir bilgi teorisi her hangi bir anlamıyla doğa hakkında yapılan safca bir kabule dayandırılamaz. Yeterli bir bilgi teorisi, doğa ve varlığın birbiriyle bağdaşık şeyler veya sadece bilinç vasıtasıyla, birbirlerine içkin olarak kendilerini teşkil eden tasarlanmış objeler olduğunu varsayan bilimsel bir bilinç bilgisine dayalı olmalıdır; “doğa” ve “varlık” “tamamen anlaşılabilir” hale getirilmelidir. Mümkün olan her bilinç objesinin böyle esaslı bir şekilde açıklığa kavuşturulması, ruhsal olguların naturalist biliminin aksine, sadece bir bilinç feneomenolojisinin üstesinden gelebileceği bir iştir. Sadece fenomenoloji, bilincin ve onun davranışlarının esaslı bir açıklamasını sunabilir. Söz konusu psikolojiyi bilimsel olmaktan esaslı olarak uzaklaştıran, böyle bir şeyin eksikliğidir, çünkü psikoloji gündelik hayat deneyiminden kaynaklanan kavramları yeterliliğini incelemeden daimi olarak kullanmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder