KATI BİR BİLİM OLARAK FELSEFE VE SİYASET FELSEFESİ - 1
|
LEO STRAUSS
Çeviri: Ramazan Arıkan
Siyaset felsefesiyle ilgilenen herkesin yüzleşmesi gereken bir gerçek var: Son iki nesilde siyaset felsefesi inandırıcılığını kaybetti. Bizzat siyasetin bir anlamda her zamankinden daha fazla felsefileşmesine orantılı olarak siyaset felsefesi inandırıcılığını kaybetti. Neredeyse tüm tarihi boyunca siyaset felsefesi evrensel olduğu halde siyaset yereldi. Siyaset felsefesi (zamandan ve mekandan bağımsız olarak) en iyi ve en adil toplum düzeniyle, yani her zaman ve her yerde doğası gereği en iyi ve en adil olanla ilgilenirken, siyaset belirli bir zamanda ve
belirli bir mekanda yaşayan şu veya bu toplumun (bir şehir devleti, bir millet veya imparatorluk) mevcudiyet ve saadetiyle ilgilendi. İnsanlığın tümünün kendilerinin veya başkalarının yönetimi altında birleşmesini hayal edenler tarih boyunca hiç de az olmadıysa da bu insanlar hayalciydiler veya en azından filozoflar tarafından öyle görüldüler. Bizim zamanımızda, öte taraftan, siyaset gerçekten de evrensel hale geldi. Bir Amerikan kentinin gettosunda yaşanan karışıklığın Moskova, Pekin, Johannesburg, Hanoi, Londra ve diğer uzak yerlerde yansımaları oluyor. Bütün bu yerler birbirleriyle bağlantılıdır; bağlantının kabul edilmesi veya edilmemesi hiç bir şey değiştirmez. Aynı zamanda siyaset felsefesi ortadan kayboldu. Komünistlerin kendi doktrinlerine ideoloji dedikleri Doğu’da bu gayet aşikardır. Günümüzün Batı’sına gelince, ona mahsus entellektüel güçler neo-pozitivizm ve varoluşçuluktur. Akademik nüfuz bakımından pozitizm varoluşçuluğun uzak ara önündedir; varoluşçuluk ise halkı etkilemede pozitivizmin açık farkla önündedir. Pozitivizm, sadece bilimsel bilgiyi gerçek bilgi kabul eden görüş olarak tanımlanabilir. Bilimsel bilgi değer yargılarını reddettiği için ve siyaset felsefesi sahih değer yargılarını tasdik etmek ve sahih olmayanları geçersiz kılmakla ilgili olduğu için, pozitivizm özü itibariyle bilimsellikten uzak olduğu gerekçesiyle siyaset felsefesini reddetmek durumundadır. Varoluşçuluk çok değişik görünümler altında karşımıza çıkabilir, ama onu, pozitivizme karşıtlık içerisinde, tüm anlayış ve davranış ilkelerinin tarihsel olduğunu iddia eden görüş olarak tanımlarsak çok da yanlış yapmış sayılmayız. Başka bir deyişle, varoluşçuluk, zeminden yoksun bir insan iradesi ya da kaçınılmaz kader(ilahi takdir)den gayrı bir zemine sahip değildir. Bilim tek gerçek bilgi türü olmaktan çok uzaktır; birbirine eşdeğer olan çok sayıdaki dünyayı algılama biçimlerinden yalnızca biri olmaktan daha fazla bir şey değildir, son tahlilde. Varoluşçuluğa göre bütün insan düşüncesi yukarıda ifade edilen anlamda tarihsel olduğu için, varoluşçuluk da tarihselci olmaktan özü itibariyle uzak olduğu gerekçesiyle siyaset felsefesini reddetmek durumundadır.
Varoluşçuluk, bütün akımlar gibi, yumuşak bir çevresi ve sert bir çekirdeği olan bir “akım”dır. Bu çekirdek Heidegger’in düşüncesidir. Varoluşçuluk önemini ve entellektüel itibarını yalnızca bu düşünceye borçludur. Heidegger’in eserinde siyaset felsefesine yer yoktur ve bu, pekala, bahsedilen yerin tanrılar tarafından işgal edilmiş olmasından kaynaklanıyor, olabilir. Bu durum, Heidegger’in siyasete tamamen yabancı olduğu anlamına da gelmez: 1933’de Hitler’in devrimini hoş karşıladı ve başka hiç bir çağdaş siyasal çabayı yüceltmediği halde Hitler’in yenilip gözden düşmesinden çok sonraları bile nasyonel sosyalizmi övmeye devam etti. Heidegger’i değerlendirirken bu gerçekleri ifade etmemezlik edemeyiz. Dahası, onun düşünüşüyle felsefi fikirlerinin çekirdeği arasındaki yakın bağlantıyı göremeyen bir insan onu radikal bir şekilde yanlış anlamaya mahkumdur. Yine de, söz konusu ilişkiler bütünü, onun düşüncesini layıkıyla anlamak için yeterince önemli bir temel teşkil etmez. Heidegger kendisini eleştirenler veya takip edenler arasında hiç birinin kendisini yeterince anlayamadığı kanısındadır. Kanaatime göre o haklı, çünkü aynı şey önemli düşünürlerin aşağı yukarı tümü için geçerli değil midir? Yine de bu durum, bizi ona karşı bir duruş almaktan muaf tutmaz, zira bunu üstü örtülü olarak her halukarda zaten yapıyoruz; bunu alenen yaptığımızda kendimizi komik duruma düşürmek ve belki de talimat alma ihtiyacında kalmaktan daha büyük bir risk almış olmayız.
Heidegger’in düşüncesini çağdaşları için bu kadar çekici kılan pek çok şeyden biri, onun, insan hayatı ve düşüncesi özü itibariyle tarihsel iken, tarihin rasyonel bir süreç olmadığı varsayımını kabul etmesidir. Sonuç olarak, Heidegger bir kimsenin bir düşünürü onun kendisini anladığından daha iyi anlayabileceğini, hatta onun kendini anladığı kadar bile anlayabileceğini reddeder: Büyük bir düşünür kendisinden önce gelen bir düşünürü yaratıcı olarak, yani düşüncesini dönüşüme tabi tutarak anlar; böylece onu onun kendi düşüncesini anlayışından farklı anlar. Orijinal formu göremeyen bir kimse bu dönüşümü kolay kolay gözlemleyemez. Herşeyden önce, Heidegger’e göre kendisinden önceki tüm düşünürler bütün zeminler içinde en hakiki zemin olan ahlaki ve zihni derinliğe bihaber kalmışlardır. Bu tezin ima ettiği iddia en kati açıdan bakıldığında, Heidegger’in kendisinin büyük seleflerini onların kendi kendilerini anladığından daha iyi anladığıdır.
Heidegger’in düşüncesini, özellikle de onun siyasete ve siyaset felsefesine ilişkin tavrını anlayabilmek için, onun hocası olan Husserl’in çalışmalarını ihmal etmememiz gerekir. Heidegger’in 1933 ve 1953’te attığı gibi yanlış adımlar Husserl’e ulaşmayı güçleştirmez. Yine de bunun Husserl’daki karşılığının onun, inançtan olmasa da, Hristıyanlığa dönüşü olduğunun söylendiğini duydum. Bunun doğru olduğu kanıtlanırsa, iki tür davranışın benzerlik ve farklılıklarını düşünmek ve onların kusurlarını ve erdemlerini karşılaştırmak müstesna yetenekleri olan bir safsatacı için vazife haline gelecektir.
Ben neredeyse hala bir delikanlı olarak Margburg neo-Kantçılık okulu’nun şüpheci ve kararsız bir takipçisi olduğum zamanlarda, Husserl eserinin kendine özgü özelliğini bana aşağı yukarı şu ifadelerle açıkladı: “Marburg okulu çatıyla başlarken, ben temelden başlıyorum.” Bu, Marburg okuluna göre felsefenin temel vazifesinin bilimsel tecrübenin teorisi, yani bilimsel düşüncenin analizi olduğu anlamına geliyordu. Mamafih, Husserl dünyanın bilimsel idrakinin, bizim doğal idrakımızın kusursuzlaştırılmasından çok uzak, bizi bilimsel idrakın temellerinden bile bihaber kılacak şekilde, doğal idrakımızın bir türevi olduğunu herkesten iyi fark etmişti: bütün felsefi idrakler bizim kaba dünya idrakimizden, bütün teori üretme faaliyetinin öncesinde dünyayı duyularımızla kavrayışımızdan başlamalıdır. Heidegger aynı yönde Husserl’den çok daha ileri gitti: Ana tema yalnızca algının nesnesi değil, fakat bireysel insan doğasının bir parçası, ait olduğu bireysel dünya olarak, deneyimlenen bütünsel şeydir. Bu bütün, sadece nesnenin birincil veya ikincil niteliklerinin bir hali veya genel anlamında değer niteliklerinin bir sonucu olarak değil, fakat ayrıca kutsallık ve dünyevilik gibi kimi niteliklerin sonucu olarak vardır: Bir Hindu için inek fenomenini meydana getiren şey, onun diğer herhangi bir niteliği veya vechesinden ziyade, kutsallığıdır. Bu, artık insanın “doğal” dünya anlayışından bahsedilemeyeceğini ima ediyor, bütün dünya telakkileri “tarihsel”dir. Buna uygun olarak, tek bir insan aklından geriye, “yapılmış” değil “yetiştirilmiş, büyütülmüş” dillerin tarihsel çokluğuna dönmeliyiz. Bundan dolayı, bütün tarihsel dünyalarda ortak olan evrensel yapıyı anlamak felsefi bir vazife olarak ortaya çıkmaktadır. Lakin, tüm düşünüşün tarihsel olduğuna dair olan vukfumuzu koruyabilmek için, bu kavrayış evrensel telakkimize veya tarihsel olan tüm dünyaların temel yapısına eşlik etmelidir veya onları bir şekilde yönlendirmelidir. Bu, tüm tarihsel dünyaların temel yapısına dair idrakimizin temelde spesifik bir bağlama ve spesifik bir tarihsel döneme ait olarak anlaşılması gerektiği demektir. Tarihselci kavrayışın karakteri ait olduğu dönemin karakterine tekabül etmelidir. Tarihselci kavrayış şu anlamda nihai kavrayıştır: Kendinden önce gelen tüm düşüncelerin kati bir açıdan temelden yetersiz olduğunu ve gelecekte tarihselci kavrayışı çağdışı bırakacak veya onu ilhak edecek meşru bir değişim olması ihtimalinin olmadığını açığa çıkarır. Bir mutlak kavrayış olarak, tarihteki o mutlak ana ait olmalıdır. Tek kelimeyle, sergilenen güçlük, Heidegger’i başka herhangi bir adam olsa, onun tarih felsefesi diye adlandırılacak olan şeyi geliştirmeye, tasarlamaya veya savunmaya mecbur bırakır.
Mutlak an, sadece mutlak an da olabilir, o ana kadarki bütün tarihin mutlak anı da olabilir. Onun mutlak an oluşu, Hegel’e ait bir iddiadan ibarettir, sadece. Bütün felsefi problemlere kusursuz çözümler sunan nihai bir felsefe olarak onun felsefe sistemi, tüm insanların insan oldukları için eşit değer sahibi olduğunu aynen tanıyan ilk devlet olan devrim-sonrası devleti kuran insanlığın, siyasi problemini ilke olarak çözüme kavuşturduğu ana aittir. Tarihin bu mutlak zirvesi, tarihin sonu olduğu halde aynı zamanda son inkırazın da başlangıcıdır. Bu açıdan, Spengler sadece Hegel’in düşüncesinin nihai sonucunu açığa çıkardı. Dolayısıyla, neredeyse herkesin Hegel’e karşı isyan etmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Bunu, Marx’dan daha etkili yapan kimse olmadı. Marx bugün ve yakın gelecek de dahil olmak üzere bütün tarihin gizemini kesin olarak açığa çıkarmış olduğunu iddia etti. Ayrıca, gelmesi mukadder olan ve insanların ilk defa gerçekten insanca yaşam sürebilecekleri veya sürmek zorunda olacakları bir düzenin ana hatlarını da ortaya koyduğunu iddia etti. Daha kesin söylemek gerekirse, Marx’a göre, insanlık tarihi, tamamlanmış olmayı bir kenara bırakın, henüz başlamamıştır bile; bizim tarih dediğimiz şey insanlığın tarih öncesinden ibarettir. Hegel’in akılcı olduğunu düşündüğü düzeni sorgulayarak, şehrin kıra, hareketli olanın derinlerde kökü olana, Batı ruhunun Doğu ruhuna ebediyen tam bir galebe çalışını varsayan ve tasdik eden bir dünya toplumu vizyonunu takip etti; artık bir siyasal toplum olmayan dünya toplumunun üyeleri özgür ve eşittir. Son tahlilde bunun nedeni, tüm işbölümünün ve uzmanlaşmanın son bulması onun yerine herkesin tamamen geliştiği bir ortama geçilmesidir.
Çeviri: Ramazan Arıkan
Siyaset felsefesiyle ilgilenen herkesin yüzleşmesi gereken bir gerçek var: Son iki nesilde siyaset felsefesi inandırıcılığını kaybetti. Bizzat siyasetin bir anlamda her zamankinden daha fazla felsefileşmesine orantılı olarak siyaset felsefesi inandırıcılığını kaybetti. Neredeyse tüm tarihi boyunca siyaset felsefesi evrensel olduğu halde siyaset yereldi. Siyaset felsefesi (zamandan ve mekandan bağımsız olarak) en iyi ve en adil toplum düzeniyle, yani her zaman ve her yerde doğası gereği en iyi ve en adil olanla ilgilenirken, siyaset belirli bir zamanda ve
belirli bir mekanda yaşayan şu veya bu toplumun (bir şehir devleti, bir millet veya imparatorluk) mevcudiyet ve saadetiyle ilgilendi. İnsanlığın tümünün kendilerinin veya başkalarının yönetimi altında birleşmesini hayal edenler tarih boyunca hiç de az olmadıysa da bu insanlar hayalciydiler veya en azından filozoflar tarafından öyle görüldüler. Bizim zamanımızda, öte taraftan, siyaset gerçekten de evrensel hale geldi. Bir Amerikan kentinin gettosunda yaşanan karışıklığın Moskova, Pekin, Johannesburg, Hanoi, Londra ve diğer uzak yerlerde yansımaları oluyor. Bütün bu yerler birbirleriyle bağlantılıdır; bağlantının kabul edilmesi veya edilmemesi hiç bir şey değiştirmez. Aynı zamanda siyaset felsefesi ortadan kayboldu. Komünistlerin kendi doktrinlerine ideoloji dedikleri Doğu’da bu gayet aşikardır. Günümüzün Batı’sına gelince, ona mahsus entellektüel güçler neo-pozitivizm ve varoluşçuluktur. Akademik nüfuz bakımından pozitizm varoluşçuluğun uzak ara önündedir; varoluşçuluk ise halkı etkilemede pozitivizmin açık farkla önündedir. Pozitivizm, sadece bilimsel bilgiyi gerçek bilgi kabul eden görüş olarak tanımlanabilir. Bilimsel bilgi değer yargılarını reddettiği için ve siyaset felsefesi sahih değer yargılarını tasdik etmek ve sahih olmayanları geçersiz kılmakla ilgili olduğu için, pozitivizm özü itibariyle bilimsellikten uzak olduğu gerekçesiyle siyaset felsefesini reddetmek durumundadır. Varoluşçuluk çok değişik görünümler altında karşımıza çıkabilir, ama onu, pozitivizme karşıtlık içerisinde, tüm anlayış ve davranış ilkelerinin tarihsel olduğunu iddia eden görüş olarak tanımlarsak çok da yanlış yapmış sayılmayız. Başka bir deyişle, varoluşçuluk, zeminden yoksun bir insan iradesi ya da kaçınılmaz kader(ilahi takdir)den gayrı bir zemine sahip değildir. Bilim tek gerçek bilgi türü olmaktan çok uzaktır; birbirine eşdeğer olan çok sayıdaki dünyayı algılama biçimlerinden yalnızca biri olmaktan daha fazla bir şey değildir, son tahlilde. Varoluşçuluğa göre bütün insan düşüncesi yukarıda ifade edilen anlamda tarihsel olduğu için, varoluşçuluk da tarihselci olmaktan özü itibariyle uzak olduğu gerekçesiyle siyaset felsefesini reddetmek durumundadır.
Varoluşçuluk, bütün akımlar gibi, yumuşak bir çevresi ve sert bir çekirdeği olan bir “akım”dır. Bu çekirdek Heidegger’in düşüncesidir. Varoluşçuluk önemini ve entellektüel itibarını yalnızca bu düşünceye borçludur. Heidegger’in eserinde siyaset felsefesine yer yoktur ve bu, pekala, bahsedilen yerin tanrılar tarafından işgal edilmiş olmasından kaynaklanıyor, olabilir. Bu durum, Heidegger’in siyasete tamamen yabancı olduğu anlamına da gelmez: 1933’de Hitler’in devrimini hoş karşıladı ve başka hiç bir çağdaş siyasal çabayı yüceltmediği halde Hitler’in yenilip gözden düşmesinden çok sonraları bile nasyonel sosyalizmi övmeye devam etti. Heidegger’i değerlendirirken bu gerçekleri ifade etmemezlik edemeyiz. Dahası, onun düşünüşüyle felsefi fikirlerinin çekirdeği arasındaki yakın bağlantıyı göremeyen bir insan onu radikal bir şekilde yanlış anlamaya mahkumdur. Yine de, söz konusu ilişkiler bütünü, onun düşüncesini layıkıyla anlamak için yeterince önemli bir temel teşkil etmez. Heidegger kendisini eleştirenler veya takip edenler arasında hiç birinin kendisini yeterince anlayamadığı kanısındadır. Kanaatime göre o haklı, çünkü aynı şey önemli düşünürlerin aşağı yukarı tümü için geçerli değil midir? Yine de bu durum, bizi ona karşı bir duruş almaktan muaf tutmaz, zira bunu üstü örtülü olarak her halukarda zaten yapıyoruz; bunu alenen yaptığımızda kendimizi komik duruma düşürmek ve belki de talimat alma ihtiyacında kalmaktan daha büyük bir risk almış olmayız.
Heidegger’in düşüncesini çağdaşları için bu kadar çekici kılan pek çok şeyden biri, onun, insan hayatı ve düşüncesi özü itibariyle tarihsel iken, tarihin rasyonel bir süreç olmadığı varsayımını kabul etmesidir. Sonuç olarak, Heidegger bir kimsenin bir düşünürü onun kendisini anladığından daha iyi anlayabileceğini, hatta onun kendini anladığı kadar bile anlayabileceğini reddeder: Büyük bir düşünür kendisinden önce gelen bir düşünürü yaratıcı olarak, yani düşüncesini dönüşüme tabi tutarak anlar; böylece onu onun kendi düşüncesini anlayışından farklı anlar. Orijinal formu göremeyen bir kimse bu dönüşümü kolay kolay gözlemleyemez. Herşeyden önce, Heidegger’e göre kendisinden önceki tüm düşünürler bütün zeminler içinde en hakiki zemin olan ahlaki ve zihni derinliğe bihaber kalmışlardır. Bu tezin ima ettiği iddia en kati açıdan bakıldığında, Heidegger’in kendisinin büyük seleflerini onların kendi kendilerini anladığından daha iyi anladığıdır.
Heidegger’in düşüncesini, özellikle de onun siyasete ve siyaset felsefesine ilişkin tavrını anlayabilmek için, onun hocası olan Husserl’in çalışmalarını ihmal etmememiz gerekir. Heidegger’in 1933 ve 1953’te attığı gibi yanlış adımlar Husserl’e ulaşmayı güçleştirmez. Yine de bunun Husserl’daki karşılığının onun, inançtan olmasa da, Hristıyanlığa dönüşü olduğunun söylendiğini duydum. Bunun doğru olduğu kanıtlanırsa, iki tür davranışın benzerlik ve farklılıklarını düşünmek ve onların kusurlarını ve erdemlerini karşılaştırmak müstesna yetenekleri olan bir safsatacı için vazife haline gelecektir.
Ben neredeyse hala bir delikanlı olarak Margburg neo-Kantçılık okulu’nun şüpheci ve kararsız bir takipçisi olduğum zamanlarda, Husserl eserinin kendine özgü özelliğini bana aşağı yukarı şu ifadelerle açıkladı: “Marburg okulu çatıyla başlarken, ben temelden başlıyorum.” Bu, Marburg okuluna göre felsefenin temel vazifesinin bilimsel tecrübenin teorisi, yani bilimsel düşüncenin analizi olduğu anlamına geliyordu. Mamafih, Husserl dünyanın bilimsel idrakinin, bizim doğal idrakımızın kusursuzlaştırılmasından çok uzak, bizi bilimsel idrakın temellerinden bile bihaber kılacak şekilde, doğal idrakımızın bir türevi olduğunu herkesten iyi fark etmişti: bütün felsefi idrakler bizim kaba dünya idrakimizden, bütün teori üretme faaliyetinin öncesinde dünyayı duyularımızla kavrayışımızdan başlamalıdır. Heidegger aynı yönde Husserl’den çok daha ileri gitti: Ana tema yalnızca algının nesnesi değil, fakat bireysel insan doğasının bir parçası, ait olduğu bireysel dünya olarak, deneyimlenen bütünsel şeydir. Bu bütün, sadece nesnenin birincil veya ikincil niteliklerinin bir hali veya genel anlamında değer niteliklerinin bir sonucu olarak değil, fakat ayrıca kutsallık ve dünyevilik gibi kimi niteliklerin sonucu olarak vardır: Bir Hindu için inek fenomenini meydana getiren şey, onun diğer herhangi bir niteliği veya vechesinden ziyade, kutsallığıdır. Bu, artık insanın “doğal” dünya anlayışından bahsedilemeyeceğini ima ediyor, bütün dünya telakkileri “tarihsel”dir. Buna uygun olarak, tek bir insan aklından geriye, “yapılmış” değil “yetiştirilmiş, büyütülmüş” dillerin tarihsel çokluğuna dönmeliyiz. Bundan dolayı, bütün tarihsel dünyalarda ortak olan evrensel yapıyı anlamak felsefi bir vazife olarak ortaya çıkmaktadır. Lakin, tüm düşünüşün tarihsel olduğuna dair olan vukfumuzu koruyabilmek için, bu kavrayış evrensel telakkimize veya tarihsel olan tüm dünyaların temel yapısına eşlik etmelidir veya onları bir şekilde yönlendirmelidir. Bu, tüm tarihsel dünyaların temel yapısına dair idrakimizin temelde spesifik bir bağlama ve spesifik bir tarihsel döneme ait olarak anlaşılması gerektiği demektir. Tarihselci kavrayışın karakteri ait olduğu dönemin karakterine tekabül etmelidir. Tarihselci kavrayış şu anlamda nihai kavrayıştır: Kendinden önce gelen tüm düşüncelerin kati bir açıdan temelden yetersiz olduğunu ve gelecekte tarihselci kavrayışı çağdışı bırakacak veya onu ilhak edecek meşru bir değişim olması ihtimalinin olmadığını açığa çıkarır. Bir mutlak kavrayış olarak, tarihteki o mutlak ana ait olmalıdır. Tek kelimeyle, sergilenen güçlük, Heidegger’i başka herhangi bir adam olsa, onun tarih felsefesi diye adlandırılacak olan şeyi geliştirmeye, tasarlamaya veya savunmaya mecbur bırakır.
Mutlak an, sadece mutlak an da olabilir, o ana kadarki bütün tarihin mutlak anı da olabilir. Onun mutlak an oluşu, Hegel’e ait bir iddiadan ibarettir, sadece. Bütün felsefi problemlere kusursuz çözümler sunan nihai bir felsefe olarak onun felsefe sistemi, tüm insanların insan oldukları için eşit değer sahibi olduğunu aynen tanıyan ilk devlet olan devrim-sonrası devleti kuran insanlığın, siyasi problemini ilke olarak çözüme kavuşturduğu ana aittir. Tarihin bu mutlak zirvesi, tarihin sonu olduğu halde aynı zamanda son inkırazın da başlangıcıdır. Bu açıdan, Spengler sadece Hegel’in düşüncesinin nihai sonucunu açığa çıkardı. Dolayısıyla, neredeyse herkesin Hegel’e karşı isyan etmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Bunu, Marx’dan daha etkili yapan kimse olmadı. Marx bugün ve yakın gelecek de dahil olmak üzere bütün tarihin gizemini kesin olarak açığa çıkarmış olduğunu iddia etti. Ayrıca, gelmesi mukadder olan ve insanların ilk defa gerçekten insanca yaşam sürebilecekleri veya sürmek zorunda olacakları bir düzenin ana hatlarını da ortaya koyduğunu iddia etti. Daha kesin söylemek gerekirse, Marx’a göre, insanlık tarihi, tamamlanmış olmayı bir kenara bırakın, henüz başlamamıştır bile; bizim tarih dediğimiz şey insanlığın tarih öncesinden ibarettir. Hegel’in akılcı olduğunu düşündüğü düzeni sorgulayarak, şehrin kıra, hareketli olanın derinlerde kökü olana, Batı ruhunun Doğu ruhuna ebediyen tam bir galebe çalışını varsayan ve tasdik eden bir dünya toplumu vizyonunu takip etti; artık bir siyasal toplum olmayan dünya toplumunun üyeleri özgür ve eşittir. Son tahlilde bunun nedeni, tüm işbölümünün ve uzmanlaşmanın son bulması onun yerine herkesin tamamen geliştiği bir ortama geçilmesidir.
1 Yorum
yazı için teşekkür ederim ama felsefe bir bilim değildir felsefe disiplindir!