Felsefi bir
eser, bilgi veren, ele aldığı konuyu derinliğine inceleyen ve mantıksal
bir akıl yürütme zinciri içerisinde irdeleyen bir eser olduğu için onda
önemli olan içeriktir. Edebi eser ise içerikten ziyade biçime önem
verir. Felsefi eser soyut, edebı eser ise somuttur. Insan hayatı, onun
varoluşu ve özgürlüğü gibi konular, felsefenin soyut diliyle anlaşılır
kılınamaz. Işte bu durumda sanat devreye girer ve felsefeye somutluk
kazandırır. Bu türlü eserlerde hem biçim, hem de içerik birlikte önem
kazanır.
Gerçi edebiyat eleştirici arasında biçim mi yoksa
içerik mi önemlidir sorusu tartışmalıdır ama içerik biçimin önüne
geçerse, o eser edebi olmaktan uzaklaşır. Ozellikle biçimcilere göre,
"eseri sanat eseri yapan biçimi(yapısı)dır. Eserin felsefi
derinliği, önemi, hiçbir zaman sanat ölçütü olamaz, çünkü eseri iyi bir
sanat eseri yapamaz". Zaten sanat, sadece bilgi vermek amacına yönelir
ve estetik heyecan ve zevkten uzaklaşırsa, o angaje bir sanat durumuna
düşmez mi? Burada şu sorular gündeme gelmektedir: Sanatçı bağlanmalı
mıdır? Sanat toplum için midir yoksa sadece sanat için midir?
Sanatçı bir filozof olarak değerlendirilen ve edebı-felsefi diye nitelendirebileceğimiz tarzda eserler veren Albert Camus,
yapmış olduğu bir konuşmada, yukarıda ele alınan soruları
cevaplandırmaya çalışır. Ona göre, "sanat için sanat, yani bir
sanatçının yalnız kendi kendini eğlendirmesi, sahte ve soyut bir
toplumun sanatıdır. Mantıki sonucu, salon edebiyatıdır bunun, ya da
gerçeğin yıkılışı demek olan güzel lakırdılar ve soyut fikirlerdir".
Sanat, sanat içindir görüşünü, sanatçının kendi kendisiyle bir konuşması
olarak değerlendiren Camus, sanatın toplumla olan ilgisine dikkati
çeker ama sırf toplumla iç içe olunacak diye de sanatın bir ideolojinin
propagandasını yapmasını kabul etmez. Sanatçının bağlanmasının, sanatı
uşaklık seviyesine indireceğini düşünen Camus, bu duruma örnek olarak
sosyalist sanatı gösterir. Öyleyse sanat ya da sanatçının amacı ne
olmalıdır? Ona göre sanatın amacı, anlamaktır. Sanatçı, çağını ve
çağının gerçeğini anlamaya çaba göstermelidir. Dolayısıyla sanatçının
çağının gerçeğinden kaçması mümkün değildir. Gerçeği yakalamak isteyen
sanatçı, kendi bireyselliği içinde kalmamalı, kendi bireysel evreniyle
bütün bir insanlık evreni arasında bağlantılar kurmalı ve kendini ifade
ederken evrenseli de ifade etmelidir. Felsefe ile sanat ve özellikle
edebiyat arasındaki ilişki bu noktada ortaya çıkmakta ve felsefenin
soyut kavramlarıyla ifadesi güç olan dolaysız insan yaşantıları
edebiyatın anlatımı ile somutluk kazanmaktadır.
Absurde
ve başkaldırı felsefesinin temsilcisi olan Camus'ye göre sanat,
bilhassa roman, bir başkaldırı düşüncesini ifade etmelidir. İnsan
bilinci ile dünya arasında mantıksal bir bağlantı yoktur ve insan kendi
kaderini ölümden ötürü sonuna kadar yaşayabilecek bir varlık değildir.
Ölüme, absurde ve dünyanın akla aykırılığına başkaldırı, insanan
yaşayabileceği bir hayat özlemi ve kaderini sonuna kadar tüketebileceği
bir ömür, kendisini romanda gösterir. Bu bakımdan sanat, gerçekle ilgili
olmakla birlikte gerçeğe karşı bir isyandır ve bu isyan en iyi
ifadesini romanda bulur. Böyle bir isyan ya da bireyin sonuna kadar
tüketebileceği somut bir hayat, felsefenin diliyle anlatılamaz. Böyle
bir hayatı anlatabilecek olan sanat, "yaşayan varlığın, yaşadığı için ve
yaşadığı zaman boyunca sonsuz avukatıdır". Bir ideolojiye bağlanmış
olan bir sanatçı, bu avukatlığı yapamaz.
Camus gibi edebı-felsefi eserler veren, ateist varoluşçuluğun Fransa'da temsilciliğini yapan Jean-Paul Sartre'a
göre ise sanatçı bağlanmalıdır. Sartre burada nesir ile şiir arasında
bir ayrım yapar ve şairin bağlanmasını yasaklar. Bunun sebebi ise şudur:
Nesir yazarı okuyucüya klavuzluk yapar, ona yol gösterir ve her söz,
her şeye işaret eder. Şairin dili ise, araç-dil değildir. "Şairler
konuşmaz; susmaz da ... (onlar), sözcükleri birer im değil, birer nesne
gibi gören tutumu seçmiştir" .
Sartre'a göre nesir,
"özü gereği yararcıdır". Nesir, söz üzerine kurulduğu için bir şeyler
anlatır. Edebiyat, kendi özerkliğinin bilincine varmaz, bir ideolojinin
boyunduruğu altına girerse, yani herhangi bir kayda ve şarta
bağlanmadan, bir amaç olmaktan ziyade bir araç durumuna düşerse, kendine
de yabancılaşır. Oyleyse Sartre'a göre de, tıpkı Camus'de olduğu gibi
sanat, bir ideolojinin egemenliği altına girmeden başkalarına bir şeyler
anlatmalıdır. Camus'de bir başkaldırı sanatı, ideal sanat olarak ortaya
çıkarken; Sartre'da ise kendi bilincine varmış bir edebiyat söz konusu
edilmektedir. Acaba edebiyat hangi durumda kendi bilincine varacaktır?
ona göre "sınıfsız, diktatöryasız ve donuklaşmamış bir toplumda,
edebiyat kendi bilincine varacaktır". Bu duruma ulaşmış bir edebiyat,
"somut evrensel varlığı somut evrensel varlığa anlatmak" amaç ve
görevini yerine getirerek, insanı özgürlüğün gerçekleşmesine de hizmet
edecektir. Dikkat edilecek olursa, Sartre'a göre yazar, başkalarına bir
şeyler anlatandır. Oyleyse yazar, başkalarına anlatacak kadar değerli
birşeyleri olanlardır. Yazar, başkalarına bir şeyler anlatırken,
dünyanın görünüşünü örten perdeleri kaldırmak ve dünyaya karşı bir tavır
almak durumundadır. Yazar, bu tavır alış esnasında dünyayı reddetmekte
ve onu değiştirmek istemektedir.
Dikkat edilecek olursa
Sartre, sanat sanat içindir, kaygısını gütmeyen bir edebiyat görüşünü
savunmaktadır. O, temsilcisi olduğu varoluş felsefesinin mahiyeti gereği
angaje bir edebiyatı seçmek durumundadır. Ama bu angaje olma hali,
edebiyatı kendisine yabancılaştırmamalıdır. Acaba varoluş felsefesinin
mahiyeti neden bir angaje edebiyatı gündeme getirmektedir? Her şeyden
önce, edebiyattaki anlatım biçimlerinden biri olan ve en güzel
örneklerini romanda gördüğümüz nesirin "gerçekleştirilen, ya da iletilen
felsefeyle (varoluş felsefesiyle) bir bütünlüğü sözkonusudur". Adeta
felsefe, roman anatımıyla asıl mesajını iletebilmektedir. Çünkü
edebiyatla felsefe arasındaki ilişki en yoğun şekilde varoluşçuluk
sözkonusu olduğu zaman ortaya çıkmakta ve bu yoğunluktan ötürü de
felsefe ile varoluşçu roman özdeşliği bile gündeme gelebilmektedir.
Acaba bu ilişkinin yoğunluk kazanması neden varoluşçulukta
gerçekleşiyor? Bunun nedenini şöyle açıklamak mümkündür: Varoluşçulukta,
bireysel insanın hayatı ve varoluşunun tasvın önem kazanır. Bu tasvir,
felsefenin soyut ve kuru kavramsal diliyle yapılamaz. Burada devreye
edebiyat girer. Somut, sübjektif, şahsi tecrübeleri olan bir varlığın
tasvirini somut ve bireysel olaylan, bireysel insan hayatını ve
tacrübelerini en iyi şekilde edebiyat ve
özellikle de roman yapabilir. Hatta varoluşçuluk, "soyutlamayı
kullandığı zaman bile, somut bireylilikte existant'ı (varolanı)
açıklamak ve keşfetmektir". Edebiyatın da ulaşmak istediği budur ve
böylece de edebiyata biraz metafizik hakim olur. Meseleye bu açıdan
bakıldığı zaman, sübjektiflik, zaman ve mekan içinde bulunma niteliği
taşımayan felsefelerin edebiyattan uzak oldukları söylenecektir. Söz
gelimi Aristocu, Leibnizci, Descartesçı,
Kantçı bir romandan bahsetmek çok saçma olacaktır. Oysa öz, felsefe
tarafından tasvir edilecekse, bunu felsefe adına ancak roman yapabilir
ve bu roman da, tabiatı gereği angaje bir roman olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder