Beyin – Evren benzerliği, Kara madde ve Spinoza'nın Panteizmi arasındaki ilişki.

 

Kara madde nedir?

  • Gözlemlediğimiz evrenin %85’ine yakını kütle bakımından "görünmeyen" bir şeyden oluşuyor. Buna kara madde diyoruz.

  • Bu madde ışık yaymıyor, ışığı soğurmuyor, yani elektromanyetik dalgalarla etkileşmiyor. Bu yüzden doğrudan göremiyoruz.

  • Varlığını yerçekimi etkilerinden anlıyoruz. Mesela:

    • Galaksilerin dönme hızları, sadece görünür maddeyle açıklanamayacak kadar yüksek.

    • Işığın kütleçekimsel merceklenmesi, görünenden daha fazla "kütle" olduğunu gösteriyor.


Beyin – Evren benzerliği olabilir mi?

İnsan beyninde yaklaşık 86 milyar nöron var ve bunlar trilyonlarca sinaps ile bağlanıyor.
Evrene baktığımızda:

  • Galaksiler, kozmik ağ (cosmic web) denen devasa bir filament yapısı içinde, örümcek ağına benzer şekilde dizilmiş durumda.

  • İlginçtir ki, bazı bilim insanları beyin sinir ağlarıyla kozmik ağın matematiksel yapısını karşılaştırdı ve benzer istatistiksel özellikler buldu.

    • Beyinde sinapsların bağlanma yoğunluğu ile evrendeki galaksi kümelerinin dağılımı arasında fraktal benzeri ortaklıklar var.

    • Yani, evrenin yapısı ile beynin yapısı arasında biçimsel bir akrabalık söz konusu.


Panteizm ve Kara Madde

Spinoza’nın panteizmine göre Tanrı doğanın kendisidir; yani evrenin tüm işleyişi, onun “ilahi” varoluşunun ta kendisidir.

  • Eğer kara maddeyi evrenin görünmeyen ama belirleyici iskeleti olarak düşünürsek, bu yapının bir tür "kozmik sinir sistemi" gibi işlev gördüğünü hayal edebiliriz.

  • Bilimsel olarak kara maddenin bilinçli bir yönlendirici olduğuna dair hiçbir kanıt yok, fakat felsefi açıdan bakıldığında şu yoruma açık:

    • Tıpkı beynin sinapslarının bilinç ortaya çıkarması gibi, evrenin kara madde ağı da kozmik ölçekte bir düzen ve işleyişin zemini olabilir.

    • Bu, Spinoza’nın “Tanrı = Doğa” görüşüne yakın bir şekilde, evrenin kendisinin bir zihin ya da bütünsel bir varlık gibi işlediğini düşündürebilir.


Sonuç

Bilimsel gerçek şu: Kara madde henüz tam olarak ne olduğunu bilmediğimiz, yalnızca gravitasyonel etkilerini gözleyebildiğimiz bir yapı.
Ama felsefi düzlemde düşünürsek:

  • Kara maddeyi evrenin görünmeyen sinir sistemi olarak düşlemek,

  • Spinoza’nın panteizmini modern kozmolojiye bağlayan şiirsel bir yorum olabilir.

Türkiye'deki felsefi üretim, ülkenin sorunlarına neden sistematik bir yanıt veremiyor

 

Türkiye'de Filozoflar Neden Ülke Sorunlarına Sistematik Bir Çözüm Sunamıyor?

Türkiye'de felsefenin, ülkenin karmaşık ve çok katmanlı sorunlarına neden sistematik ve bütüncül bir tanı koyup kapsamlı bir çözüm üretemediği sorusu, entelektüel camiada sıkça dile getirilen ve kökleri derinde olan bir meseledir. Bu durumun tek bir cevabı olmamakla birlikte, tarihsel, akademik, sosyo-politik ve felsefenin kendi doğasından kaynaklanan bir dizi birbiriyle ilişkili faktörden kaynaklandığı görülmektedir.

Tarihsel ve Kurumsal Engeller

Türkiye'deki felsefi düşüncenin mevcut durumu, Osmanlı'nın son döneminden ve Cumhuriyet'in kuruluşundan devralınan mirasla yakından ilişkilidir.

  • Gelenek ve Kopuş Tartışması: Türkiye'de felsefenin en temel tartışmalarından biri, "özgün bir felsefi gelenek" oluşturup oluşturulamadığıdır. Akademik felsefe, büyük ölçüde Batı felsefesi (Kıta Avrupası ve Analitik felsefe) ekollerinin tanıtılması ve yorumlanması üzerine yoğunlaşmıştır. Bu durum, felsefenin kendi kavramsal çerçevesini ve yöntemlerini Türkiye'nin özgün tarihsel ve kültürel bağlamına doğrudan uygulamasını zorlaştırmıştır. Kökleri İslâm felsefesi ve yerel düşünce dünyasında olan birikimle modern felsefi yaklaşımlar arasında sentetik bir bağ kurma çabaları ise sınırlı kalmıştır.

  • Akademinin İçe Dönük Yapısı: Türkiye'deki felsefe bölümleri, genellikle felsefe tarihçisi yetiştirmeye odaklı bir müfredat izlemektedir. Platon'dan Kant'a, Heidegger'den Wittgenstein'a uzanan Batı düşüncesinin derinlemesine incelenmesi önemli olmakla birlikte, bu eğitim modeli felsefecileri güncel ve yerel sorunlara yöneltmekte yetersiz kalabilmektedir. Felsefi üretim, daha çok akademik dergilerde ve dar bir çevrede kalan, teknik ve tarihsel tartışmalarla sınırlı olma eğilimindedir. Felsefenin "toplumsallaşması", yani halka inmesi ve güncel tartışmalara yön vermesi önündeki en büyük engellerden biri bu akademik yapıdır.

Sosyo-Politik Baskı ve Düşünce Özgürlüğü

Felsefenin en temel gereksinimi olan eleştirel düşünce ve ifade özgürlüğü ortamı, Türkiye'de tarihsel olarak dalgalı bir seyir izlemiştir.

  • Siyasal Kutuplaşma ve İdeolojik Baskı: Ülkedeki derin siyasi kutuplaşma ve ideolojik gerilimler, felsefecilerin hassas konulara mesafeli yaklaşmasına neden olabilmektedir. Sorunları tarafsız ve temelden ele alması beklenen bir filozofun, belirli siyasi kamplar tarafından anında "taraf" olarak yaftalanma riski, özgür düşünce üretimini kısıtlayan önemli bir faktördür. Bu durum, felsefecileri daha "güvenli" ve soyut alanlarda çalışmaya itebilmektedir.

  • Eleştirel Düşünceye Karşı Direnç: Toplumda ve yönetim kademelerinde, yerleşik kanıları ve mevcut düzeni sorgulayan eleştirel düşünceye karşı genel bir direnç gözlemlenmektedir. Felsefe, doğası gereği rahatsız edici sorular sorar ve temel kabulleri sarsar. Bu sorgulayıcı tavır, "faydasız" veya "tehlikeli" olarak görülebilmekte, bu da felsefenin kamusal alanda etkili bir aktör olmasını engellemektedir.

Sorunlara Eğilen İsimler ve Yaklaşımları

Bu genel tabloya rağmen, Türkiye'nin sorunlarını felsefi birikimleriyle ele alan ve bu yönde çaba gösteren önemli felsefeciler de mevcuttur. Ancak bu çabalar, genellikle bütüncül bir "sistem" kurmaktan ziyade, belirli alanlarda yoğunlaşmıştır.

  • İoanna Kuçuradi: Türkiye'de felsefenin kurumsallaşmasına büyük katkı sağlamış olan Kuçuradi, çalışmalarını özellikle insan hakları, etik ve değerler felsefesi alanında yoğunlaştırmıştır. Türkiye'nin adalet, liyakat, insan onuru gibi temel sorunlarını bu felsefi perspektiften ele alarak önemli kavramsal analizler sunmuş ve çözüm yolları önermiştir.

  • Nermi Uygur (1925-2005): Kültür felsefesi, dil felsefesi ve yaşama felsefesi gibi alanlarda öncü çalışmalar yapan Uygur, denemelerinde Türkiye'nin kültürel ve zihinsel yapısına dair derinlikli sorgulamalara girişmiştir. Toplumun "yaşama biçimlerini" ve düşünsel kalıplarını felsefenin süzgecinden geçirmiştir.

  • Ahmet İnam: "Gönül felsefesi" gibi özgün yaklaşımlarıyla tanınan İnam, teknolojiden gündelik hayata, ahlaktan siyasete kadar geniş bir yelpazede güncel sorunlara dair felsefi denemeler ve yorumlar kaleme almaktadır. Felsefeyi akademik dilin dışına taşıyarak daha geniş bir kitleye ulaştırma çabasıyla öne çıkmaktadır.

Bu ve benzeri değerli çabalar, belirli sorun alanlarına felsefi bir ışık tutmakla birlikte, ülkenin tüm sorunlarını (ekonomik, siyasi, hukuki, kültürel) tek bir potada eriten sistematik bir felsefi yapıya dönüşmemektedir.

Sonuç: Sistematik Bir Analiz Neden Yok?

Özetle, Türkiye'de bir filozofun ya da felsefi akımın ülke sorunlarını Platon'un "Devlet"i veya İbn Haldun'un "Mukaddime"si gibi sistematik bir bütünlük içinde ele alamamasının temel nedenleri şunlardır:

  1. Akademik Odak: Felsefe eğitimi ve üretimi, büyük ölçüde Batı felsefesi tarihine odaklanmış durumdadır ve güncel toplumsal sorunların analizine yönelik metodolojik bir öncelik bulunmamaktadır.

  2. Gelenek Eksikliği: Ülkenin kendi sorunlarına özgü kavramsal araçları üretecek, nesiller boyu devam eden birikimli bir felsefe geleneğinin zayıflığı.

  3. Siyasal Ortam: Düşünce özgürlüğü üzerindeki dolaylı ve doğrudan baskılar ile siyasi kutuplaşma, felsefenin en temel işlevi olan köktenci eleştiriyi zorlaştırmaktadır.

  4. Felsefenin Toplumdan Kopukluğu: Felsefenin "fildişi kulede" yapılan bir etkinlik olarak algılanması ve felsefecilerin kamusal tartışmalara yeterince müdahil olamaması.

Bu nedenlerle, Türkiye'deki felsefi üretim, sorunlara bütüncül bir sistemle yanıt vermekten çok, belirli konularda değerli ve aydınlatıcı "parça parça" analizler sunma eğilimindedir.

Felsefe ve Hayal Kırıklığı ilişkisi

İlker Cihan BİNER

Prof. Dr. Çetin Balanuye, gündelik hayata ve bedenli varlığımıza nüfuz eden etik, politik, ontolojik ve estetik katmanlara dağılan felsefi sorunları, kaleme aldığı Naturans serisi ve ‘Spinoza: Yeni Bir Hakikat İfadesi’ kitapları üzerinden yanıtlıyor.

‘Hayata hangi konumlardan bakıyoruz?’ veya ‘Nasıl yaşıyoruz?’ gibi soruları sorarken yaratıcı akışlar oluşturmak aynı zamanda politik bir mesele. Zira yaşamda sadece kendi bedenli varlığımızdan ve sosyal çevremizden ibaret değiliz. "İnsan olmayanlar" diyebileceğimiz canlı-cansız varlıklarla iç içeyiz. Bu konumlarla beraber bir dünya tasavvuru ortaya koymanın yollarını düşünmek, etik üzerine daha ciddi bir düşünsel mesaiyi zorunlu hale getiriyor.

İki akışı göz önünde bulundurarak ‘Spinoza'nın Sevinci’, ‘Naturans Serisi-(Yeni Bir Ontolojiye Doğru/Yeni Bir Etik Politik)', ‘Spinoza: Yeni Bir Hakikat İfadesi’ gibi kitapları kaleme alan, Akdeniz Üniversitesi Felsefe bölümünde dersler veren Çetin Balanuye'ye felsefe ve hayal kırıklığı ilişkisini, yeni materyalizme yöneltilen eleştirileri ve etik ile bağlantılı meseleleri sorduk.

"Felsefe hayal kırıklığı ile başlar." diyor Flozof Simon Critchley, bu cümlenin sizdeki karşılığı ne olurdu? Ne söylersiniz bununla ilgili?

Critchley’in bu ifadesinin bağlamını tahmin edebiliyorum: İnsana ilişkin anlatılar, öğretiler ya da spekülasyonlar arasında en etkileyici olanı sanıyorum doğumla gelen bir ilk deneyim olarak “ayrılma, parçalanma” ile başlayan bir tür kaygı ve bunun yarattığı hayal kırıklığı olduğuna ilişkindir. Bu anlatı hem epeyce ikna edici hem de üzerinde kuramlar geliştirmek için çok elverişlidir.

Ne var ki, tam da bu nedenle insanın, kendisinin kaçınılmaz bir melankolinin çaresiz kurbanı kalacağı yönündeki düşüncesini çoğaltmıştır. Adeta başlangıca ilişkin bir varsayım, insanı kendisine çivileyerek sürekli tekrar eden bir kâbus gibi yinelenip durmuştur. Bu anlatının kimi dikkate alınabilir unsurları olmakla birlikte, hikâyeyi tümüyle ona indirgeyecek bir aşırılığın ortaya çıktığını düşünüyorum.

Aslen Spinoza-Nietzsche-Deleuze izleği bu hikâyede aşırıya kaçmanın, en az bu tür bir "kaygılı başlangıç" kadar eskiye giden (moleküler düzeyde çok daha eskiye götürülebilir) “içkin arzu”nun güç, devinim, atılım, yaratım, yeninin kurulumu biçimindeki edimlerini gözden kaçırmaya yol açtığını anlatır.

İçkin arzu, bu düşünürlerin sezdireceği gibi, kozmik bir devinim ve güç ifade edişleri akla getirir. İnsan özelinde bir doğum da kaygı deneyimi kadar - belki bunda daha fazla - var olma (existere) ve var kalma çabasının (conatus) eş zamanlı bir ifadesine dönüşür. Yolculuk başlarken duyulan ağlama, nesnel gözlemci açısından yalnızca hüznü akla getiredursun - kaldı ki, kendisi de nesnel bir gözlemci olan ebe ya da hekim açısından ağlama işlerin yolunda gittiğinin göstergesidir - yolculuğun aktörü açısından bir direncin ifadesi olarak da okunabilir.

Arzuyu yaşam boyu sürecek bir eksikliğin (asla doyurulamayacak bir eksikliktir bu) peşindeki çaresiz kederli bir debelenmeye indirgemek, içkin arzunun tüm var olanları bağlayan yaratıcı, üretici, dirençli, çoğaltıcı ve çeşitlendirici kıpır kıpır doğasını göremez hale gelmektir. Öyleyse, sorunuz açısından bakıldığında, felsefenin -içinde hayal kırıklıklarını da barındıran- kozmik arzuyla uyumlu sonsuz bir devinimin tam ortasında sevinçli çabalamanın yollarından ilki olduğunu düşünmek de olanaklıdır.

Yeni materyalizm üzerine çeşitli eleştiriler var. Örneğin; insan olmayanları tartışmanın rehavet yarattığı, insanla ilişkili meseleleri sildiği gibi eleştirilerle karşılaşıyoruz. Siz bu eleştirilere katılıyor musunuz? Öte yandan insan olmayanları ele alırken nasıl bir dikkat geliştirmemiz gerekiyor?

Hiç katılmıyorum. Katılmamakla kalmıyor, bu tür tepkileri uzun sürmüş bir aymazlığı sürdüren homurdanmalar gibi okuyorum. Tam tersine, yeni materyalizmi gecikmiş bir aydınlanma, sezgi gücünde ciddi bir genişleme, nesnel gerçekliğin değişken dili, grameri ve dokusuna daha az yanılgılı eşlik etme çabasının heyecan verici atılımı olarak okuyorum.

Yeni materyalizm, nesnel gerçeklikle yeniden ve bu kez çok daha alçak gönüllü, kibirden uzak, önyargısız bir karşılaşmanın felsefi örneklerini çoğaltmak istiyor. İnsanın da parçası olduğu ama insandan ibaret olmayan bir gerçeklik bu; dışarısı ya da ötesi olmayan bir içkinlik düzlemi; aşkın bir değnekle yönetilmeyen, tüm var olanların sonsuzca bir çeşitlilik içinde karşılaşmaları, etkileşmeleri ve var kalma çabasıyla biçimlenen-biçimleyen autopoietic (otopoetik) bir gerçeklik.

İçkin gerçekliğin aşkın bir kukla oynatıcısı olmadığı gibi, kendi içinde değişmez -adeta mistik bir yasa gibi- mutlak bir yol haritası da yok.

Bu yaklaşımda bizi metafizik bir spekülasyon düzeyine taşıyacak yegâne kabul, Spinoza’da da bulunan, güç kavramının ontolojik arkhê değeridir. Doğa-Tanrı-Gerçeklik-Töz-İçkinlik Düzlemi hep birden eş anlamlı bir “güç ifade edişlerin karşılaşma ortamı”na dönüşür.

İşte yeni materyalizmin “yeni” tarafı da en çok burada belirir: Karşılaşmaların asıl, esas, biricik unsuru olarak uzayda yer kaplayan cisim anlamında bir klasik madde kabulü yerine (bu kabulün öğrettiklerine da az şey borçlu değiliz) her çeşit güç ifade edişin geçici/sonlu birimi ve karşılaşmaların muhatabı anlamına yaklaştırılmak istenen bir madde kavramıdır.

Bu anlamda, madde, vardır ve gerçektir çünkü basitçe gerçekliğin içinde ve aracılığıyla karşılaşmaların eseri ve ifade ettiği güç ölçüsünde nedenidir, etkide bulunur ve etkiye uğrar. Bu açıdan bakıldığında, gerçekliğin dekorunu oluşturan her türden güç birimi yeni bir madde kavramıyla buluşturulmak istenir. Ben de Naturans I: Yeni bir Ontolojiye Doğru ve Naturans II: Yeni Etik Politik adlı kitaplarımda bu tür bir madde kavrayışına iliştirilmek üzere G-Varsa [Güçtendir ancak ve ancak Varsa] teriminden yardım almıştım.

İlk bakışta tuhaf çağrışımlara gebe bu yaklaşım, “içkincilik” ilkesinden ödün vermek istemeyen gerçekçi bir felsefe açısından zorunlu bir uğraktır: Gerçekliği, her türden dışarıdan, öteden, ontolojik aşkınlık katından koparmanın meşru tek yolu “olanı olanla açıklama” yükümlülüğüdür.

Yeni materyalizme karşı homurdanmalar da burada başlar: İnsan bu yükümlülük karşısında kendisini yetersiz, değersiz, varlıklar arasında bir varlık olarak sıradan, pusulasız ve giderek anlamsız bulmakta; kendisine gerçekliğin ötesinden armağan edilecek bir ayrıcalık fikrinin albenisinden kurtaramamaktadır.

Aslen bu tür bir armağan yoktur, hiç olmamıştır. Ne var ki, bu sözde armağanla beslenen iman tüm uygarlığımızı gerçekliğin güç ifade edişlerden ibaret karşılaşmalarına iyi eşlik etmekten alıkoymuştur.

İnsan bu tavrıyla adeta çok kalabalık bir gerçeklik trafiği içinde kendine tanıdığı geçiş üstünlüğünü abartmış, karşılaşmalarının tarafları konumundaki güç birimlerini şu ya da bu gerekçeyle dikkate almamış, sonunda bir gaz tankerine toslayarak infilak etmiş hem kendisini hem de doğal çevresini yıkıma uğratmış kibirli sürücü gibi davranmıştır.

Yeni materyalizmin önemli bir esin kaynağı olduğunu düşündüğüm Manuel De Landa, her güç birimi için geçerli olacak biçimde, bu yeni madde kavrayışının “aktüel” ve “virtüel” güçleri bir arada düşünmeyi salık verdiğini anımsatır. Bir güç birimi olarak ben, karşılaşmalarımın olası muhataplarını tanırken onların benimle karşılaştıkları bu spesifik anda, benim tarafımdan deneyimlenebilen aktüel güç ifade edişlerden ibaret olmadığını aklımda tutmalıyım. Kuşkusuz ben de karşılaştığım şey her neyse, onun o sırada benden etkilenirken deneyimlediği aktüel güçten ibaret değilim.

Hem ben hem de karşılaştığım güç birimi, birbirimize o karşılaşmada ifade edilen aktüel güçlerden, etkilerden, tesirlerden ibaret değiliz; her iki tarafta da başkaca karşılaşmalarda etkin olacak “virtüel” güç olanağı kendisinde saklı, olası, tüketilmemiş olarak kalır.

Şimdi, sözgelimi, iklim, çevre, pandemiler gibi sorunlar ya da beşerî zulümler açısından bakıldığında, insanın karşılaşmalarında bu tür bir bilgeliği dikkate aldığını söyleyebilir miyiz?

Anti-gerçekçilik öyle bir aşamaya ulaşmıştır ki, insan zihninden bağımsız bir gerçekliği düşünmek bile sıradan bir vesvese gibi algılanır hale gelmiştir. İnsan, karşılaşmalarının muhatabı olarak ayırdına vardığı unsurları o karşılaşmada kendisine açık (deneyimlenebilir) olandan ibaret sayma yanılgısını tam gaz sürdürmüştür. Biyosferindeki çeşitliliği azaltan, türleri tüketen, inorganik maddeyi ve onun “virtüel” etkide bulunma ve etkiye uğrama güçlerini hepten gözden çıkaran bu tavır kuşkusuz kendi türünün üyeleri de söz konusu olduğunda aynı ölçüsüzlük ve ihtiyatsızlığı sürdürmektedir. Dolayısıyla, yeni materyalizm ve yeni ontoloji soruşturmaları doğası gereği daha en başta “etik” ve “politik”tir aynı zamanda.

Bu türden vurguları basitçe aşkıncı ya da yarı aşkıncı bir ahlak metafiziğinin göklerden gelen ilahi bir “ölçülü ol” buyruğuyla karıştırma eğilimi olduğunu gözlemliyorum. Ne benim çalışmalarımda ne de bildiğim kadarıyla yeni materyalizm, yeni gerçekçilik ya da spekülatif gerçekçilik yazarlarında böyle bir gizemli buyruktan falan söz eden var. Benim felsefede izlediğim program açısından, Spinoza’nın mühründeki “caute” (temkinli ol) tembihinin ilahi bir buyruğun gereğini yapmakla uzaktan yakından ilgisi yok. Tersine, her varlık (GVarsa) için kendi sonlu/sınırlı var kalımının olanaklılık koşulu, karşılaşmalardan ibaret bu “bir” ve “aynı” gerçeklik içinde karşılaştıklarını ancak bu türden bir ihtiyatla kavrayabilmektir. Kuşkusuz, bu kavrayışın önemi etkide bulunma ve etkiye uğrama çeşitliliği fazla olanda daha fazla (diyelim bir sincap), etkide bulunma ve etkiye uğrama çeşitliliği daha az olanda (diyelim bir taş parçası) daha azdır. Öyleyse, -bu bir derece farkı da olsa- insan için epeyce önemli bir kavrayıştan söz ediyor olmalıyız.

Tekrar etmekte fayda var: Yeni materyalizm ya da yeni gerçekçilik soruşturmalarından devşirilecek bir tür “ölçülülük” ya da “bilgelik” tavsiyesi insan için gerçekliğe daha az yanılgılı eşlik etmenin zorunlu koşuludur ve bu tavsiyenin herhangi bir ilahilikle falan ilişkisi yoktur.

Spinoza’nın tüm bu tartışmalar için önemi, hepsi aynı anlama gelecek biçimde doğa-tanrı-gerçeklik-tözde ya da tüm var olanlar için geçerli “bir” ve “aynı” içkinlik düzleminde “var olmak”, “etkide bulunmak” ve “etkilenmek” ifadelerinin aynı anlama geliyor olmasıdır. Etika’nın bana kalırsa en önemli önermelerinden biri 1. Kitap 36. Önerme’dir: “Doğasından (herhangi) bir etkinin çıkmadığı hiçbir şey var değildir”.

Sorunuzun son bölümü için belki şu eklenmeli: Peki insan olmayanlarla ilişkimiz açısından nasıl bir dikkat geliştirmeli?

Buna benim yanıtım basitçe şu: Ontolojiyi epistemolojiye indirgemekten vaz geçmeliyiz. İnsan tarafından seslendirilebilir en kucaklayıcı ontolojik hükmün şu olduğunu düşünüyorum: Etkide bulunma ve etkiye uğrama gücü ifade eden her şey (biz farkında olalım olmayalım) ifade ettiği güç ölçüsünde vardır ve bu gücü ifade edebildiği sürece (sonlu ama belirsiz bir süre) var kalır. Dikkat ederseniz bu ifadede konuşanın insan olması, sözcüğün herhangi bir anlamında, ifadeyi kendince daraltmaz ya da insanın patronluğunu ilan etmez. Konuşabilseydik bir kavun sineği bu ifadeye itiraz eder miydi? Ya da şöyle soralım: İnsan ya da başka bir varlık perspektifinden tüketici olmayacak daha az adaletsiz bir ontolojik ifade olanaklı mıdır?

Peki ontolojimizi bu alçakgönüllü ifadeyle sınırlı bir tavra büründürürsek, bundan ne kazanırız? En temelde karşılaşmalardan ibaret bir gerçekliğe eşlik etmek açısından yeterince ihtiyatlı olmuş oluruz. İkincisi, ontolojimizin insan merkezli bir kapanış, şiddet ya da ayrımcılık kusuruna düşmesinin en baştan önünü keseriz. Son olarak, gerçekliğe iyi eşlik etme çabamızı önü açık bir “en iyileme” (optimizasyon) soruşturmasına dönüştürmüş oluruz.

İşte bu sonuncusu da epistemolojidir. Evrimsel-adaptif bir epistemoloji. İnsanın etkide bulunma ve etkiye uğrama çeşitliliğini artırdıkça kendisini etkileme gücüne sahip unsurlarla karşılaşmalarının sayı ve çeşidi artacak, o unsurların hem aktüel hem de virtüel etkileme güçlerini dikkate alacak biçimde kavrama çabası geliştirdiğimiz ölçüde de sevinçli bir dünya konukluğu olanaklı olacaktır.

Yazdığınız "Naturans" serisinde bahsettiğiniz "GVarsa" (güçtendir ancak ve ancak varsa) zemini aynı zamanda estetik pratikler oluşturmaya dair de çok şey ifade ediyor. Yaratıcılığa pencere açan, parlak bir düzlem. Fakat boğucu ve hatta karanlık bir memlekette yaşıyoruz. Makro politik gündem bedenlerimizi yaşamla ilişkili derin buhranlara sürüklüyor. Bahsettiğiniz olumsal anlamda karşılaşmalar bazen mümkün olmuyor. Özellikle bir depremzede olarak "GVarsa" diyebileceğimiz pozisyonu krizi yazma/konuşma/çizme ya da aktarma anlamında nasıl kullanabiliriz?

Buraya kadar yazılanlar bir ölçüde ipucu sağlamış olmalı: Güç ifade edişlerden mamul bir gerçekliğin içinde ve aracılığıyla eyliyoruz. İnsan GVarsası’nın bunu kavramasıyla, ifade ettiği güç ölçüsünde kendi var oluşuna tehdit oluşturan başka tikel ya da birleşik GVarsalar ile karşılaşmalarını, bu karşılaşmalara düşman olmadan tanıması, anlaması, hazırlıklı olması gerekiyor. Ne var ki, GVarsa-İnsan dediğimizde de tümel bir kavrama yaslandığımız için, insanların da kendi aralarında birleşik GVarsa öbekleşmeleri gerçekleştirdiğini göz ardı ediyoruz. Bu, şu demek: Yukarıda açıklamaya çalıştığım güç ontolojisi ve onun tamamlayıcısı olan evrimsel-adaptif epistemolojiyi işlerliğinden alıkoyan hegemonik güç öbekleşmeleri de GVarsa-İnsan ile olanaklı.

Şimdilerde olanca şiddetiyle deneyimlediğimiz neo-liberal eril ekonomik politik düzen bu türden bir hegemonik güç öbekleşmesini ifade ediyor. Kabaca söylersek, yalnızca insan için değil, onun yakın doğal çevresinin de gerçekliğe iyi eşlik etme çabasını baltalayan, ihtiyatsızlığı -olanaklı tek yolmuş gibi- bir girdaba dönüştürerek içine çeken, sonuçta sonlu-sınırlı dünya konukluğunu çok büyük kalabalıklar için çileli bir mecburiyete dönüştüren hegemonik bir tutulmadan söz ediyoruz.

Özellikle Naturans II: Yeni Etik Politik’te odaklandığım “Agonistik Sosyalist Demokrasi” (GVarsa-ASD) fikri burada devreye giriyor: Hegemonik bir güce ulaşmayı başarmış neo-liberal tahakkümden nefret ettiğimiz için değil, bu tür bir tahakküme de olanak veren nesnel gerçekliğin gramerini kavradığımız ve bu hegemonik girdabın büyük çokluklara yaramadığını bildiğimiz için her türden hegemonik güç öbekleşmesinin önünü kesecek türden bir etiko-politik farkındalıkla eylememiz gerektiğini ileri sürüyorum.

Etik ve ahlak kavramları arasında yüzyıllardır süren bir kafa karışıklığı var. Ahlak çoğu zaman etik olarak algılanıyor. Kitaplarınız ışığında da bu ince ayrımı kurarken nelere dikkat etmeliyiz?

İçkinci, tek tözcü, kozmik erekselcilikten uzak, insan merkezci olmayan ve gerçekçi kabullere yaslanan bir felsefede geleneksel ya da yerleşik ahlak felsefelerinin ilke türetmekte kullandığı yöntem tümüyle reddedilir. Bunun yerine Spinoza ya da Nietzsche’de gördüğümüz türden “naturalizm” ya da Deleuze’de gördüğümüz türden “etoloji” odaklı bir etik soruşturma alanı yaratılır. Bu alanda ahlaki iyinin ne olduğu ve bunun bilgisinin nereden edinildiği gibi sorular pek dikkat çekmez; bunun yerini “bana (sahiden) yarayan nedir?”, “nasıl yaşamalıyım?”, “eylemim eyleme gücümü artıracak mı azaltacak mı?” gibi ayakları bu dünyaya basan ve başkaca varlıklarla bir arada, zorunlu karşılaşmalar arasında ve sürdürülebilir bir ihtiyattan yana sorular alır.

Aslında Spinoza ile bir dostluk ilişkiniz var. Filozof üzerine yaptığınız çalışmalar, kaleme aldığınız kitaplar... Onu okurken özellikle hangi meseleleri tartışıyorsunuz? Spinoza ile aranızda çıkan ihtilaflardan bahseder misiniz?

Spinoza ile karşılaşmam sanıyorum otuz yılı aştı. Bu süre zarfında bir filozofa diğerlerinden daha fazla ilgi gösteren herkesin geçtiği yollardan geçtim: Okuma, düşünme, tekrar okuma, düşünme vb. Onunla benden önce karşılaşanlardan kalan kayıtları olabildiğince çalıştım.

Spinoza üzerine yazındaki tartışmaları, ondan yana ya da ona karşı argümanları kavrayış gücüm yettiğince değerlendirme fırsatım oldu. Kuşkusuz, onun yapıtlarının içindeki kimi pasajları bütüne kıyasla daha az onaylayıcı hissettiğim oldu, oluyor. Ama bunlar benim için hiçbir zaman esasa ilişkin sarsıcı bir kuşkuya yol açmadı; Spinoza karşısında kendimi büyük ölçüde ikna olmuş hissettim.

İhtilaf değilse de belli bir tedirginlik duygusuyla karşıladığım fikirlerden ilki sanıyorum Etika’da bir “birey”den ne anlamamız gerektiği üzerine yazılanlar. Spinoza’nın “modus” dediği ve tözün sonsuz niteleyenleri dolayımıyla sonlu değişkelerinin her biri anlamında “birey”. Spinoza’nın bir bireyi, o birey olmayandan ayırmak için öne sürdüğü meşhur “bütünü oluşturan parçaların devinim-durağanlık oranı” öğretisi, sağladığı somutlaştırma ve açıklayıcılık nitelikleri açısından bugün de son derece geçerlidir.

Organik varlıklar söz konusu olduğunda, devinim-durağanlık oranı ile DNA dediğimizde bugün kastettiğimiz arasında büyük yakınlık vardır.

Ne var ki ne devinim-durağanlık oranı ne de DNA, inorganik varlıklarda organik varlıklarda olduğu kadar açık biçimde bireyin “bireyliğini” anlamakta bize yardımcı olmaz. Kuşkusuz, inorganik bir maddede de moleküler anlamda bir bütün-parça yapısından söz edilebilir, ama yine de -sözgelimi- bir kayadan koptu kopacak küçük bir taş parçasının kopmadan önce, kopar kopmaz ya da koptuktan sonraki “neliği” konusunda insanın elinde DNA benzeri bir referans ölçüsü yoktur. Bir başka deyişle, bir sincabın tikelliğine işaret etmekte işlevsel olan Spinozacı oran ya da DNA, taş parçası için geçerli değildir.

Aynı zorluk cisimsel olmayan ama gerçekliği etkileyen ve gerçeklikten etkilenen herhangi bir kavram, fikir, kuram için de geçerlidir. “Feminizm” gerçekliği feci halde etkiler, dönüştürür, hatta bir kadın bakanlığı kurulmasını sağlayan güce dönüşerek bakanlık binası biçiminde gerçekliğin cisimsel dekorunda farklılaşmaya da yol açabilir. Öyleyse, Spinoza’ya göre “feminizm” bir modus mudur? Evetse neden, hayırsa neden? Bir “modus”, sonsuz bir tözün yine sonsuz niteleyenleri dolayımıyla kendini ifade etmesi olduğuna göre, onun ne yalnızca cisimli ne de cisimsiz olduğu ileri sürülebilir. Üstelik cisimlilik ya da cisimsizlik bile tözün kendisini sonsuzca ifade yollarından insan deneyimine açık olan ikisidir yalnızca!

Öyleyse, bir kavramın “bireyliği” ne demektir? Feminizm nerede başlar, nerede biter? Feminizmi feminizm olmayandan ayıran bir bütün-parça oranı, deri, sınır ya da kütle de olmadığına göre (kaldı ki bunlar da kusursuz tanı ölçütleri değildir.) “feminizm” deyince başka bir kavram değil de “o” kavramın etkide bulunduğu nasıl ayırt edilebilir?

İşte Spinoza bu ve benzeri “bireyleşim” tartışmaları açısından bizi biraz eksik aydınlatmış gibidir. Benim berbat bir terim olduğunu bile bile “GVarsa” gibi tuhaf bir yabancılaştırma efektinden yardım beklememin nedeni de buydu: Bir GVarsa’nın “bireyliği” ya da “neliği” karşılaştığı başka GVarsalar’ın perspektifinden, her bir karşılaşmada o karşılaşmanın taraflarına göre belirlenir. Sözgelimi, bir ağaç GVarsası’nın (GVarsa-A) bireyselliğinin sınırları ne kendisi tarafından ne de nesnel bir yolla evrensel geçerlikte olacak biçimde mutlak olarak belirlenebilir; topraktaki bir mikroorganizma, bir köstebek, bir kuş ve bir insan için o GVarsa-A’nın bireyselliğini ayırt eden sınırlar farklı farklıdır.

Bunun basit bir nedeni vardır: O GVarsa-A, karşılaşmalarının muhatapları üzerinde farklı etkilerde bulunur ve bu muhataplardan farklı biçimlerde etkilenir. İşte tam da bu etkileme ve etkilenme çeşitliliği onun gücüdür ve bu gücü ifade ettiği ölçüde -özcü olmayan bir biçimde- “nelik”ler kazanır.

Spinoza’yla buna benzer başka dertlerim de var kuşkusuz. Ama onun sağladığı esin o denli büyük ki, ona yetişemiyor olmak bizim sorunumuz gibi görünüyor.

Gelecek projelerinizle de bağlantılı olarak farklı filozoflar üzerine çalışmalarınız var mı?

Vardı. Nietzsche ve Deleuze ile ilgim sürüyor, zamana boyun eğmedi, bu isimlerden yola çıkan yaratıcı düzyazı örneklerini (Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? bu tür bir çalışmaydı.) denemek istiyordum. Ama korkarım Naturans serisiyle başladığım araştırmam daha uzun bir süre beni bırakmayacak gibi görünüyor. Bu serinin üçüncüsünü, Naturans III: Yeni bir Gündelik Yaşam başlığı altında çalışmayı sürdürüyorum. Çok vaktimi alan bir çalışma. Eğer bir gün bunu tamamlayabilirsem o iki projeye de niyetim var.


Filozof Olarak Homeros

 

Homeros’un ilk filozof olduğunu söyleyen Aristoteles bu savında haklıdır; çünkü Homeros bir dünya görüşünün habercisi, dünya ve hayatın bir yorumcusudur. Şüphesiz, Homeros’un kullandığı şekil bir şiir şekli, bir bilim - öncesi şeklidir. Burada bir de İlias — aşağı yukarı İs. ö. 750 de bitmiştir — ile Odysseia — bitişi aşağı yukarı İs. ö. 700 — arasındaki hem motiflerde hem de düşüncelerde kendini gösteren nesil ayrılığı açık olarak işe karışmaktadır. Sonraları bilimsel felsefenin inceden inceye ele aldığı sorunlar bu destanlarda kapalı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu destanlarda, ilk - madde’nin ne olduğu hakkında bir soruşturmayı, tektanrıcılığa doğru bir eğilimi, olan - bitenin anlamı üzerine bir araştırmayı buluyoruz. Ozan, insanlar ve insan hayatı üzerine yaptığı sayısız gözlemleri çok kere birleştirerek genel bir yargıya varıyor. Onun daha o zaman Tanrı istencinin insan istenci karşısındaki durumunun ne olduğu sorusunu aydınlatmağa çalışması pek önemlidir (bu, sonraki felsefede istenç özgürlü­ğü diye adlandırılan sorundur). 

Homeros’un dünyası baştan aşağı tanrılarla dolu olan esrarlı bir dünyadır; ancak burada insan istenci’nin de büyük bir önemi vardır, bu istenç kahramanca davranmada olduğu gibi acı­lara katlanmada da kendini gösterir. Bundan dolayı ozan olan biteni Tanrı ile insanın ortaklaşa yaptıkları bir iş olarak anlıyor — bu, zamanımıza kadar yaşayagelmiş bir düşüncedir. Hatta Odysseia’nın girişinde Baş tanrı insanların kötülüğün nedenini kendilerinde, kendilerinin işledikleri günahta arıyacaklarına tanrılarda aramağa kalkışmalarını yerer. — Eski Hellen mythoslarında pek çok zulüm hareketleriyle karşılaşılır ; bunun yanında Homeros’un, insanlık şerefi ve onuru, evliliğin yüksekliği, çocuğun önemi — bunu bize babanın, çocuğunun kendinden daha değerli olmasını özlemesi gösteriyor — üzerine söylediği sözlerin parlaklığı bir kat daha artıyor- Bundan dolayı şair Horatius (Spistula I,2) Homeros’un ahlâkı Stoalı filozofların birçoğundan daha açık olarak öğrettiğini söyliyebiliyor.

HOMEROS’UN BİLİM-ÖNCESİ FELSEFÎ DÜŞÜNCELERİNDEN ÖRNEKLER


İlk öğe-öğretisi

Okeanos (dur) tanrıların babası ve anası Tethys. (X IV , 302)

(Kahramanlardan biri ötekileri azarlıyor ;)

"Sizler hepiniz su ve toprak olun.

Herbiriniz burada yüreksiz ve ünsüz oturanlar." (VII, 99)

En Yüksek Tanrı

Zeus, insanların ve tanrıların babası. (Sık sık rastlanan bir deyiş)

• •

Zeus, kim olursa olsun, tanrıları en yükseği ve en iyisi.
(XXlll, 43)

• •

(Hektor) tanıdı Zeus’un kutlu terazisini. (X V I 658)


Olup bitenin niçini


Bir vakitler onbinlerce insan soyu eziyorlardı,
Oraya buraya atılarak, geniş-göğüslü toprağı.
Zeus bunu görüp ona acıdı; derin aklıyla
Düşündü yükünü azaltmayı her şeyi besleyen toprağın.
Böylece körükledi îlios savaşının zorlu döğüşünü.
Azaltmak istiyordu toprağın yükünü ölümle : Troia ilinde
Göçüp gittiler yiğitler; geldi Zeus’un dileği yerine. (Kypria  1)


(Helena kendisinden ve Paris’ten söz ediyor ;)
Zeus yükledi kötü kaderi, sonradan da
Şarkılık olalım diye gelecekteki insanlara.’ (VI, 357)


İnsan hayatının değeri ve değersizliği


İki küp vardır tabanında Zeus’un konağının
Verdiği armağanlarla dolu, kötülüklerle biri, iyiliklerle öteki.
Kime karıştırıp verirse Zeus şimşeklerle eğlenen
Bazan kötüye kavuşur o, bazan da iyiye.
Belâlardan verdiği kimseyi rezil eder.
Uğursuz sefalet güzelim dünyada onu oradan oraya atar.
Dolaşır durur, onu ne tanrılar ne de insanlar sayar.
XXIV, 527)



Kaynak: Walther Kranz - Antik Felsefi Metinler ve Açıklamalar

Tanrı (Theos), Mitos ve Logos

Joseph M. KITAGAWA

Çev.: Aliye ÇINAR

Derken gözlerini açtılar ve çıplak olduklarını fark ettiler, beraber incir yapraklarıyla örtündüler.

Ve onlar, Rab Tanrı’nın ayak sesini işittiler.... Adam ve karısı Tanrı’nın huzurundan bahçedeki ağaçların arasına gizlendi. Fakat Tanrı adamı çağırdı ve “Neredesiniz” ? dedi.

Pek çok Hıristiyan perspektifinden, Hıristiyanlığın çeşitli kollarının birliği ya da yeniden birleştirilmesi son derece önemli bir meseledir. Çoğu kimseye göre “Hıristiyan birliği” (ecumenicity) sadece kurumsal düzeyde kiliselerin birleştirilmesi anlamına gelir; öyle ki bu, sonuç itibariyle arzulanır bir şey olsa da ancak bizâtihi “Hıristiyan birliği” ile özdeşleştirilemez. Anladığım kadarıyla, bu birleştirme hareketi Hıristiyan âleminin birliğini sağlama teşebbüsü değildir. Aksine o, zaten derinlerde varolan birliği keşfetmek için, bölünen kiliselerle ilgili olarak yapılan detaylı araştırma hareketidir. James H. Hichols’un ifadesiyle “Görevimiz muhtelif mezheplerimizin yapısını ve uygulamalarını tekrar öylesine şekillendirmektir ki, aslında zaten varolan bu birlik, hiçbir surette artık göz ardı edilmesin ve dünyadan saklı kalmasın; bütün insanlığa aşikâr olsun.” Bu birlik anlayışı kabul edilirse hemen kolaylıkla savuşturulamayacak ya da çözülemeyecek sorular dizisi ile karşılaşılır. Böyle bir birliğin doğası nedir?

Hıristiyanlığın birleştirilmesi adı altında kişi ne kadar derine inebilir ya da nereye kadar gidebilir? Dahası Hıristiyanlığın gerçek varisleri olmayı iddia eden, Yedinci Gün Bekleyicileri, Yahova Şahitleri ve Mormonlar’dan hangisi Hıristiyanlığın gerçek varisleridir? Hıristiyanlık ile belirgin tarihsel ilişkileri olan Yahudilik ve İslam bu konuda nerede durur? Dinler arasındaki ilişki ya da daha özel olarak Hıristiyanlık ile diğer dinler arasındaki ilişki nasıl yorumlanmalıdır? Açıkçası böyle herkesi ilgilendiren girift meselelerin tatmin edici cevapları yoktur. Kesinlikle, Hıristiyan birliği veya genelde dinler arasındaki diyalog toplantılarında oldukça sık görüldüğü üzere, bir kimsenin gerçekleri ve tarihin sessiz kaldığı noktaları dikkatle örgüleyerek kendi konumunu haklı çıkarmaya veya ispatlamaya çalışması pek de zor değildir. Ancak kişi kendi duruşunu –bu duruş kendisi için ne kadar değerli olsa da– dinler arası diyalog gibi karmaşık bir konuya en uygun yaklaşım olmadığını tevazu ile kabul etmek suretiyle, başkalarının görüş ve duruşlarına karşı yeterince adil olmak son derece zordur.

Bana gelince, işin başında, bu sorun ile başa çıkmak için sihirli formülüm olmadığını samimiyetle kabul etmeliyim. Fakat Pasifik’in her iki yanında yaşamış bir dinler tarihçisi olarak, farklı dini sistemler ve gelenekler arasında varolan ilişkilerin çok boyutlu karakteri ve karmaşıklığı üzerinde kafa yordum. Böylece sunacak olduğum şey, ulaştığım sonuçlara dayanan, dünya dinleri arasındaki ilişki sorununa bir nevi giriş olarak düşünülebilir. Burada üç konuyu ele almak istiyorum.

ANLAM DÜNYASI

Öncelikle benim düşüncem şu basit önermeye dayanır: Her birey, kültür ve topluluk sadece coğrafi, fizikî dünyada yaşamaz aynı zamanda kendi “anlam dünyaları” içinde yaşar. Çoğunlukla bize devredilen miras sadece “kelimelerin sihirli çerçevesinden” müteşekkil fikirlerle ve değerlerle örülü dil değil, aynı zamanda yiyecek hazırlama usulü, giyinme tarzı ya da ninni söyleme şekli gibi günlük hayattaki rutin alışkanlıklardır. Böylece, bilinçli ya da bilinçsiz, kendi anlam dünyamız bizim kültürel ve dinî geleneklerimizde içkin olan dünya görüşümüze yaklaşır; ki bunlar, zamanla, davranış, inanç ve hayatımızın gayesinin şekillenmesinde kesin bir etkiye sahiptir. Başka bir ifadeyle, duyusal idraklerimize, zihnî ve psişik reaksiyonlarımıza kültürel tecrübelerimizdeki yapılarla yol gösterilir. Ve bu olgu, farklı tarihi, dinî ve kültürel tecrübe çeşitleri ile şekillendirilen, diğer insanların “anlam dünyasının” derinliğini anlamamızı hayli güçleştirir.

Ayrıca şunu hatırdan çıkarmamalıyız: Her kişinin, kültürün ve dinin anlam dünyaları, sadece değerlerin önceliğini belirlemez, aynı zamanda geçmiş tecrübelerin hatırlanması, şimdide varolmanın anlamlandırılması ve geleceği sezme hususunda karakteristik zihinsel bir perspektif sağlar. Bu üç odak noktası (foci), tarihi gerçekleri, fantazi ve hayal alanına bağlayan bir yığın bilgi arasından en önemlilerini ayırt edebilen bir tür “zihinsel prizma” içinde sıkı bir şekilde dokunmuştur. Bu prizma unutkanlık ve görsel yanılsamaya karşı koyucu bir özelliğe sahiptir. Zihinsel prizmanın dayanma gücü –tâbir caizse kan ve dinî miras bakımından ilk kuzenler olan– Yahudiler ve Araplar arasındaki son Filistin çatışması ile etkili bir şekilde görülmüştür. Onların çatışan görüşleri, Tekvin’de (XV:18) kaydedilen, muhtemelen aynı tarihi hâdiseyi, iki farklı şekilde hatırlamaya dayanır; Tekvine göre, İbrahim, atalarına vaat edilen Mısır ve Fırat Nehri arasındaki sahaya dâir kutsal söz aldı. İyi ki ya da ne yazık ki, İbrahim’in iki oğlu oldu; Yahudilerin atası İshak ve Arapların efsanevi atası İsmail; ki bunlar nesillerden beri bu bölgede yaşamışlardır. Ne gariptir ki, I. F. Stone’un işaret ettiği gibi, Yahudi prizmasından görülen şudur: “İsrail’in kuruluşu, baş harfteki “G”nin ima ettiği mistik ehemmiyetli bir Geri dönüştür (Return). Oysa Araplar için bu bir diğer işgaldir.” Bundan dolayı mesele kimin bu toprak parçasını sahiplenmeye hakkı olduğu sorusu değildir. Asıl mesele şudur: Geçmişin kutsal hafızaları, mevcut varoluşun tam anlamı ve geleceğe ait ümit ve korkular –hem Yahudiler hem de Araplar için– Filistin toprağı üzerinde odaklanmış ve kök salmıştır. Bunu ben görünüşte çözülemeyen Filistin sorununu tartışmak için değil şunu vurgulamak için belirtiyorum: Etnik, milli, kültürel ve dinî her gurubun algılama biçimlerini büyük ölçüde şartlandıran kendine ait zihni prizması vardır. Bu demektir ki, özellikle Batıdaki Hıristiyanlar açısından diğer dinler hakkında düşünme konusu, başka dinî gurupları ve halkların zihni prizmalarının doğasını olduğu kadar aynı zamanda batıdaki Hıristiyanların bakış açılarını şartlandıran zihni prizmalarının doğasını da kapsar.

TARİHÎ FAKTÖRLER

Özgün olmasa da ele almak istediğim ikinci konu, dinler arasındaki ilişkiler gibi böyle girift bir meselenin sadece teorik zemin üzerinde değil aynı zamanda tarihî faktörlerin tam olarak açıklanmasına da başvurularak yapılması gerektiğidir. Tarihi bir determinist olmanız gerekmiyor. Ve ben bir kere ön yargısız, tam olarak objektif bir tarih yazabileceğimizi sanmıyorum. Ancak, sadece tarihi olarak anlaşılabilecek belli bazı şeyler de vardır. Kesinlikle, yapabileceğimiz kadar ölçülü ve dürüstçe Hıristiyanların tarihi tecrübelerini ve diğer dinlerin ardıllarının tecrübelerini analiz etmek için, her birimiz çaba sarf etmedikçe, Hıristiyanlık ve diğer dinler arasındaki karmaşık ilişkiyi değerlendiremeyiz.

Bildiğim kadarıyla, Hıristiyanlığın başlangıç karakteri, İsa’nın yaşamında ve öğretilerinde köklü bir şekilde varolan “İbraniliğe” (Hebrewness) dayanıyordu. İsa’nın, atalarının dini dışında, yeni bir din inşa etme niyetinde olduğunu sanmak için sebep yoktur. O, düzenli bir şekilde sinagokta ibadet ediyordu. Ve o, “İsrail diyarının yolunu şaşırmış koyunlarına” (Matta 15:24) gönderildiğinin bilincindeydi. İsa için, İbrahim’den beri İsrail halkının tarihi, kurtuluşun gizli dramının sarmal (helezon) bir gelişimdir; o, kendisine ve İsrail oğullarından kalanlara, kurtuluş tarihinde verilen rolü son derece ciddiye almıştı. Ancak takipçilerinin gözünde o, Eski Ahitin, peygamberlik misyonunun “kemâle eriş” vasıtası idi ve bunun farkına varılmasıyla da sözleri ve fikirleri yeni bir önem kazanmıştı. Bu nedenle Hıristiyanlar için, İsa sadece Yahudiler tarafından çoktan beklenen Mesih olmayıp aynı zamanda “dünyanın büyük çoğunluğuna kurtuluş” getirecek kişi, yani “Musevi olmayanlar (Gentile) için de bir ışık” idi (Elçilerin İşleri 13:47). Açıkçası, yeni bir dinî hareket oluşmaktaydı.

Doğrusu, başlangıç itibariyle Hıristiyanlık, Akdeniz bölgesinin çoğu bölümlerinde ortaya çıkan bir çok kült hareketlerinden çok farklı değildi. Başlangıçta kilisenin müdavimleri, hem Yahudi hem de Yahudi olmayan topluluklardaki elit tarafından küçümsenen ve hor görülen, çoğunluğu kadın, çocuk, esir olmak üzere sadece küçük bir gruptan başka bir şey değildi. İsa’nın taraftarları, Kurtarıcı ve Yargıç olarak, Tanrı’nın oğlu geri geldiğinde dünyanın sonunun geliyor olduğu coşkulu beklentisi ile birbirine kenetlendiler. Ancak, dünyanın sonunun pek de yakın olmadığını ya da bunun kısmen Hamsin’de (Şavuot) gerçekleştiğini düşündükleri zaman artık doktrine, cemaat yapısına ve kurumsallaşmaya ait problemlerle yüzleşmeleri gerekmişti. Kaçınılmaz surette onlar, Hıristiyan inancı ile diğer dinler arasındaki mesela Yahudilik ve “gizemli kültler” ya da Grek felsefî gelenekleri arasındaki ilişkileri tanımlamak zorunda kaldılar. Bu durumda, Hıristiyan apolojistler, “nâiliyet” (fulfillment) motifine şiddetle bel bağladılar. Yani Hıristiyanlık, Yahudi ve Yahudi olmayanların dini arzularının bir “kemâle ermesi” olarak ilan edildi.

Böyle yaparken, kilise babaları denen kişiler, kendi kemâle erme teorilerini doğrulamak için, kendilerine uygun gelen yerlerde Yunan felsefe kavramlarını, bilgisini ve mantığını kullandılar. Hıristiyanlık, imparatorluk dini olduktan sonra bile, Hıristiyanlar, Avrupa pagan dinlerine bu prizmadan baktılar. Kısacası bütün dinler, Hıristiyanlıkta tamamlanacak ön hazırlıklar olarak kabul ediliyordu. Bu hususta, Hıristiyanlığın diğer dinler hakkındaki anlayışının doğru ya da yanlış olduğunu tartışmıyorum. Ben sadece şunu öneriyorum: Hıristiyan hareket Yahudi toplumun küçük bir dilimi olduğu dönemden başlayıp ta ki, Büyük Roma İmparatorluğunun baskın dini gücü olana kadar Hıristiyanların tarihi tecrübeleri kendi imanlarının diğer bütün dinlerin arzuladığı mükemmelliği taşıdığına olan inançlarını pekiştirmiştir. Üstelik ziyadesi ile başarılı olan Hıristiyanlık, diğer rakip dinler tarafından tehdit edilmemişti.

Bununla birlikte, İslam’ın VII. yüzyılda ortaya çıkmasıyla beraber, Hıristiyanların diğer dinlere karşı Hıristiyan tutumları sertleşti. Muhammed’in ölümünden sonraki on yıl içersinde Suriye, Irak, Mısır, Müslüman İmparatorluğa dahil edildi. Bir yüzyıldan daha kısa bir süre içinde, St. Augustine’un ve bir çok diğer seçkin Hıristiyan aziz ve patriğinin diyarı olan Kuzey Afrika şeridi fethedildi ve İspanya yarımadasına ulaşıldı. VIII.yüzyılda Müslüman güçler Fransa’yı bile tehdit ettiler. Müslümanların entellektüel hayatları, Grek felsefi çalışmalarının ve Fars ile Hindistan’ın bilimsel yapıtlarının Arapça’ya çevrilmesiyle büyük ölçüde zenginleştirildi. İspanyadaki Kurtuba ve Gırnata Müslüman üniversitelerine Avrupa ve Afrika’nın farklı kesimlerinden Hıristiyan ve Yahudi olduğu kadar Müslüman bilginler de intisap etti. Gerçekte Hıristiyan Avrupa ilkin Müslüman bilginlerin yazıları sayesinde Platon ve Aristoteles’in çalışmalarıyla tanıştı. Bununla beraber İslam’ın önemi, onun askeri, politik ve entellektüel başarıları ile sınırlanmadı. İslam, –kendi ifadesi ile– Hıristiyanlık dahil bütün kitaplı dinlerin “kemâle ermesidir”. Kaçınılmaz olarak, her biri bütün dinlerin “kemâle ermiş” şekilleri olduklarını iddia eden, iki dini topluluk, 1096’dan 1291’e dek kanlı haçlı savaşlar dizisi ile karşı karşıya geldiler. Gerçekten, azizler ile fâsıkların tinsel ve dünyevi saikler ile yan yana savaştıkları haçlı seferleri, Müslümanların gücünü bertaraf edememiş ancak Müslümanların zihninde Avrupa Hıristiyanlığına dâir hiç de hoş olmayan izler bırakmıştı. “Savaştan dönenlerce getirilen yanlış bilgiler, Batı toplumlarını İslam hakkında günümüz yaygın eğitiminde hâlâ ortadan kaldırılamamış olan popüler yanlış bilgilerle doldurmuştur.” Bir kez artık Avrupa’daki Hıristiyanlar İslamı Hıristiyanlık tarafından “tamamlanacak” bir “ön hazırlık” olarak değil de kendilerinin başlıca düşmanı olarak görmeye başlayınca, Avrupadaki Reformasyon, Karşı Reformasyon (Katolik Reformu) ve Pietizm’in yükselişi gibi müteakip gelişmeler, Avrupa Hıristiyanları’nın düşmanlığını daha da artıran sonuçlar doğurmuş, bu da dolaylı olarak Hıristiyan olmayan dinlere yalnız Müslümanların değil başka batılı olmayan ve Hıristiyan olmayan halkların da “Hıristiyan” Avrupa’ya tavrını sertleştirdi.

Ne yazık ki, Avrupa Hıristiyan dünyasının diğer dinlere, kültürlere ve insanlara karşı savaşçı tutumu –ki bu tutum İslam’ın yükselişini izleyen tarihi tecrübeleri esnasında teyit edilmişti– XVI. yüzyılda başlayan Avrupa’nın sömürgeci yayılışı ile de iyice güçlendirildi. Örneğin “ilk dönem İspanyol fatihleri kendilerini Hıristiyan Haçlılar olarak düşündüler ve aynı savaş feryatlarını
kullanarak ve onlara eskiden hizmet etmiş olan aynı azizleri çağırarak İspanya’da Faslılara karşı mücadele ettikleri uzun savaş sırasında yavaş yavaş neşvünema bulan fikirleri Yeni Dünyaya pazarladılar.” Benzer fanatik gayret ile Portekizliler kendi kolonilerindeki “İmansızları” kökünden kazımaya çalıştılar. Böylece kendi yönetimleri altında, “Goa’daki Hindu tapınakları yıkıldı ve malları 1540’da dini hizmetlere verildi ve dahası 1560 yılında engizisyon mahkemesi kuruldu.” Bu bakımdan Avrupa’da sözde Protestan milletlerin sömürü politikaları, temelde Katoliklerden farklı değildi. Üstelik, hem Katolik hem de Protestan gruplarda, Batı misyoner cemaatleri, bilinçli değilse bile bilinçsiz olarak, sömürgeci idarelerin gaye ve politikalarında iş birliği yapmışlardır. Zamanla sömürü politikalarının getirdiği başarılar, Batılıların daha üstün bir ırka sahip oldukları gerekçesi ile kendi kültür, din ve teknolojilerinin daha üstün olduğunu düşünmelerine yol açtı. Böylece bir çoğu şu çok basit formülü kabul etmeye başladı: Avrupa eşittir Hıristiyanlık; o da eşittir daha üstün ırka; buna karşılık Avrupalı olmamak eşittir paganlık, paganlık eşittir aşağı ırk. Aksine Batılı olmayanlar arasında, Batılıların insan refahına herhangi bir saygıları olmaksızın saldırgan ve sömürücü olduklarına ilişkin güçlü bir kanaat gelişmiştir. Sorun, Batı Kültürü, Hıristiyanlık ve Avrupalıların haklı ya da haksız olup olmadıkları değildir; sorun Batılıların Kendilerinin efendi bir ırk oldukları ve Batılı olmayan dünyanın er ya da geç batılılaşmaya ve Hıristiyanlaşmaya mukadder olduğu yönündeki yanılsamalarını cesaretlendiren tarihi tecrübeleridir. Aynı şekilde Batılı olmayanların son dört yüz yıl zarfındaki tarihi tecrübeleri modern Batı uygarlığına olduğu kadar, Hıristiyan Mesihçiliğe karşı da duygusal reaksiyona yol açmıştır; ki bu Hıristiyan Mesihçiliği, “samimi sorumluluk, körlük ve riyakârlık ile temel öge olarak iktidar arzusunun garip bir bileşimini içinde barındırır.” Onlarca yıl önce, duyarlı bir Vietnamlı, Fransa yönetimine yönelik duygularını şöyle açıkladı:

"Sizin gözünüzde biz, iyi ve kötü arasında ayırım yapamayan vahşi, dilsiz barbarlarız. Siz sadece bize eşit muameleyi reddetmediniz. Aynı zamanda pis yaratıklarmışız gibi bize yaklaşmaktan bile korktunuz.... Gün boyunca dayandığımız bütün aşağılamalara akşamın derin düşüncesi ile göz attığımız zaman kalplerimize hüzün ve utanma çöker."

Açıkçası Hıristiyanlığın, diğer dinlerin Hıristiyanlık’ta tamamlanacak birer hazırlıklar oldukları şeklindeki temel görüşü büyük ölçüde tarihsel nedenlerle, yani İslam’ın rakip dünya görüşüyle karşılaşmasına bağlı olarak, daha iddialı ve ısrarlı bir görüşe dönüştü. O zaman, dört yüz yıl boyunca devam eden sömürü çağında, Hıristiyan olmayan dünyanın çeşitli bölümleri, Hıristiyanlığın artan misyonerlik periyodu ile birleşti; Hıristiyanlığın, Hıristiyan olmayan din, kültür ve insanlara yaklaşımı Batı uygarlığının Mesihçiliğini “solutmaya başladı; ve bu Avrupalıların ırksal üstünlük kompleksi ile birleşti: Hendrik Kraemer’in ifadesi ile, “Batı dünyası tarafından Doğunun asimilasyonunu, kaçınılmaz görülmesi nedeniyle dünyanın kaderini dağıtabildikleri kanısını, bilinç altında yaşatan sadece iman gözü olmayıp aynı zamanda Batılı gözüdür.” Ne yazık ki, Batı Hıristiyanlarının bu tarihi tecrübeleri ve Batılı olmayan dünyadaki dinlerin takipçilerinin reaksiyonları bir gecede silinemez. Büyük ölçüde Hıristiyanların ve Hıristiyan olmayanların “anlam dünyası” nın hâkim rengini veren, tarihi hafızanın direnişini dikkate almaksızın, günümüzdeki Hıristiyanlık ve diğer dinler arasındaki ilişkinin giriftliğini anlamaya başlayamayız bile.

DİNLERİN DİNÎ AÇIDAN ANLAŞILMASI

Bu konuda yapacağım üçüncü yorumum şudur: Dinler arasında gerçek bir diyalog ancak bir din mensubunun başka dinlere yine “dinî” açıdan yaklaşmaya çalışması halinde mümkündür. Ne ilginçtir ki, günümüzde bir çok kişi, dinler arasındaki diyaloğun çeşitli dinlerin her birinin doktrinleri, ahlakî ve kültsel uygulamalarını kıyaslayan bir tür tartışma toplantılarını öncelikle gerektirdiğini düşünür. Bu tür konferanslara katıldım fakat açıkçası böyle bir yaklaşım ele alınan konulara sadece yüzeysel olarak değinebildiği ortaya çıktı. Gerçi bu tür bir yaklaşım faydalı ve yol gösterici olsa bile, çeşitli dinî sistemlerin temel öğretilerine dâir yapılan karşılaştırmalar farklı dinlerin çok önemli sonuçlar doğuran bir tarihsel süreçte nasıl birbiriyle karşılaştıklarını ve öte yandan dinlerin, gerek bireylerin gerekse kültürlerin ve milletlerin “anlam dünyaları”na nasıl renk verip şekillendirdiğini anlamamıza yeterli olmaz.

Gerçekte çok basit bile gelse çoğumuz için dinleri “dinî olarak” anlamaya çalışmak oldukça güçtür. Dinlerin etik, felsefi, psikolojik, sosyolojik ve politik yönlerini anlamak daha kolaydır ve gerçekten, çoğu insan din hakkında böyle indirgemeci düşüncelerin menfi etkisi altındadır. Çoğumuz dinleri başka bir şey ile yani, Protestanlığı kapitalizmle, Budizm’i Birmanya ya da Sri Lanka’yla, İslam’ı Arap ya da Pakistan milliyetçiliği ile özdeşleştirme temayülündeyiz. Bu nedenle, çoğu Amerikalı’nın zihninde Hıristiyanlık ile demokrasinin eşit olması şaşırtıcı değildir. Eski Başkan Eisenhower’in ifadesiyle: “Bildiğim en koyu dindarım ben.... Bu, benim herhangi bir mezhebe bağlı olduğum anlamına gelmez. Dini bir temel olmaksızın, demokrasi varolamaz. Ben demokrasiye inanıyorum.”

O halde, dinleri dinî olarak anlayabilmek için yaklaşımımız ne olmalıdır? Burada, semantik bir tuzağa çarpıyoruz; çünkü dilimiz, ticaret, politika, kültür ve sanat gibi başka alanlardan apayrı “dini” denilen bir hayat çevresinin varolduğunu ima eder. Böylece sözde seküler denilen hayat boyutundan farklı dini boyutun öğeleri olarak doktrinler, ritüel uygulamalar ve kilise kurumu gibi yani aşikar bir şekilde belirlenebilen detayları anlatmaya meylederiz. Bununla beraber gerçekte dindar insan böyle parçalanmış bir hayatta yaşamaz. Dindar insanın “anlam dünyası”, dinsel vs. ve seküler dikotomiye meydan okur. Aksine politika, endüstri, ticaret, kültür, sanat, inanlar arası ilişkiler ve diğerlerinin hepsi parçalanamaz bir hayatın bir birbirine bağımlı ögeleri olarak görülür. Aysberg analojisine başvurarak şunu diyebiliriz: Genellikle bizim müracaat ettiğimiz “dini” öğeler – doktrinler, ritüeller, kilise kurumu- aysbergin görünen parçasıdır; fakat bu, aysbergin kolaylıkla görülemeyen geri kalan kısmının bütünleyici parçasıdır. Veya –farklı bir analoji kullanırsak– hayatın tamamı dindar insan tarafından ortak merkezli daireler silsilesi olarak görülür; onun merkezi hayatın bütün yönlerini koordine eder ve bütünler. Böylece örneğin ideal bir Müslüman kendini tamamen Allah’ın iradesine teslim eden kişidir; onun düzenli bir şekilde camiye gitmesi zorunlu değildir. Yine, Hindu için ideal dindarlık beşikten mezara, hayatın her aşamasını, geçmiş ve gelecekteki varoluşlarını Ebedi Kozmik Yasaya (Sanatana Dharma) uygun olarak düzenlemektir. Bununla beraber, özellikle, “tümel” ve “tikel” boyutların iç içe dokunduğu durumda, dinlerin çelişkili özellikleri çoğumuz için şaşırtıcıdır. Temelde, bütün dinler bizzat insan varoluşuna hitap eder. Ve aslında, evrensel insanlığın ilgilerini paylaşırlar ve yine, onların hitabı soyut insani varoluşa (in abstracto) olmayıp ancak, özellikle bir toplum ve kültür içindeki insanadır. Şu, olduğu gibi kabul edilmelidir: Bir insanlık (humanity) kendi içinde her biri ciddiye alınması gereken toplum ve kültürlerin çeşitli tarihi formlarında aktüelleşen sonsuz imkanları barındırır. Böylece sembollerin, ritüllerin ve mitlerin hepsinin önemi hem evrensel hem de bireysel anlamlar içinde şekillenir. Örneğin, Hıristiyanlık’ın “Pontius Plate”altında vuku bulan, mahut çarmıha gerilme olayı ile ilgili haçı Evrenin merkezinde duran kozmik ağaca; yani nehrin iki yakasında kök salan ve “yaprakları milletlere şifa” olan hayat ağacına tekabül eder (Esinlenme: 22:1-2). Buda’nın Sarnath’daki vaazını anlatan Budist tekerlek sembolü, “Dürüstlük Krallığının” yerleşmesi hareketindeki tekerleği temsil eder. Yine çeşitli kültürlerdeki Yeni Yıl festivali, tekrarlanan evrensel motifleri ve kozmik yaratılış altındaki kutlamayı paylaşır –kutlama formları özel şartlar tarafından kayıt altına sokulmuş olsa da. Buna karşılık, örneğin Yahudilerin Çıkışı, Hıristiyanlıktaki Çarmıha Gerilme ve Budist geleneğindeki Buda’nın Feragati gibi özel kutsal olayların kutlanışına evrensel anlamlar yüklenir.

Ne gariptir ki, dinlerin birbirleriyle çelişen özellikleri çoğunlukla dinler hakkında tahrif edilmiş görüşlere yol açmıştır. Sembolleri bizzat kutsal gerçeklikler ile karıştırmak ne kadar kolay ve ritüelleri asıl amaçları dışında kullanmak ne kadar yaygındır. Dinlerin din anlayışı özellikle mitler hakkında yaygındır; ki onlar, rasyonel ve bilimsel dil modlarından farklı, kendine özgü yapısıyla bizzat din dilidir. Mitin bir fiksiyon, bir efsane ya da peri masalından ziyade, kurtuluş doktrininin önemini anlatan, belirli kutsal olayları resmeden kelimelerle örülü bir resim olduğu unutulmamalıdır. Her dinin merkezinde, kutsal hakikat tecrübesinin bulunduğunu ancak, mesela geleneksel Hıristiyan terminolojisindeki theos (god)’un başka din dillerinde tanrı, kutsal, mukaddes, numen, tao, nirvana ve ilahi ile karşılandığını aklımızdan çıkarmamalıyız. Ancak kutsal, yani “theos” tecrübesi, sembol ve ritüellerle birlikte iman dili olan mitos aracılığıyla ifade edilebilir. İnsan zekası zamanla mitostaki anlam modelini, logosu ayırt eder. Bütün logos kavramları –teoloji, doktrin, dogma da- böyle theosa işaret eden mitostan çıkarılır ve, yine her dini gelenekte, doktrin bir kez formüle edildi mi bu doktrinler zamanla kutsal, theos ile ilgili merkezi dini tecrübesine işaret eden mitlerin zengin imajlarını takdir etmelerini sağlamak yerine, müntesiplerinin zihinlerinde ılımlı bir baskı oluşturmaya meylederler.

Dinlerle ilgili böyle çok kısa bir açıklama umarım şunu açıkça ortaya koyar: Dinlere ‘dinî bir yaklaşım’ her bir dinin “bizzat kendi içersinde, kendi prensipleri ve standartları çerçevesinde görülmesi gereken bağımsız birer dinî düşünce ve tecrübe ifadesi”11 olduğu gerçeğini ciddiye almak zorundadır. Bu demektir ki, başka şeyler arasında, birinin dini geleneğindeki en iyi tarafla, diğerinin en kötü tarafı arasındaki suni mukayesenin dinler arasındaki gerçekçi bir diyalogda yeri yoktur. Öte yandan, şunu da iyi ayırt etmeliyiz: Belirli bir din prizmasından görüldüğünde bütün diğer dinlerin anlamları, bu dinin ortak merkezli dairesi içinde bir araya getirilebilir. Somut bir şekilde nasıl olsa bu şu imkanı ima eder: Örneğin Hinduizm, Budizm, Hıristiyanlık ve İslam her biri bütün diğerlerinin hakiki özlerini kendi anlam dünyaları içinde eritebilir. Gerçekten Maritain, Tillich, Buber, Suziki ve Radhakrishnan’ın kendi gelenekleri dışındaki dinî gelenekler üzerine önemli etkiler yapmış olmaları gösterir ki, dinî gelenekler arasındaki dinamik etkileşim günümüzde fazlasıyla mümkündür. Yine de ben bir kere çoğu insanın düşünmeye meylettikleri gibi, farklı dinlerin, bir çeşit üst-Bahaî sistemde bir noktada birleşeceklerini sanmıyorum. Aksine, Hıristiyanlık dahil, farklı dini gelenekler kaçınılmaz olarak, çatışma ve anlaşmazlıklar barındıran yeryüzünde, gelecekte de kendi dinamiklerine göre gelişmeye devam edeceklerini düşünüyorum. Ancak, bütün dinler, diğer dinlere “dinî olarak” yaklaşmayı öğrenirlerse, kendi dini kimliklerini kaybetmeksizin birbirlerinden çok şey öğreneceklerdir.

Şurası kabul edilmelidir ki, Tillich’in hatırlattığı gibi, şeytanî eğilimler dinlerin ayrılmaz parçası olduğundan, dinlerin dini karakterini tahrife yönelik istekler her dâim olacaktır. Eski Ahit mitine göre, Âdem’den itibaren insan, varoluşunda “kendine verilen”den öte anlamlar arıyordu. Ve gözlerini açtıkları zaman Âdem ve Havva çıplak oluşlarından utandılar ve incir yaprakları ile örtündüler. “Ve onlar Rab Tanrı’nın ayak sesini işittiler. Âdem ve karısı, Tanrı’dan, bahçedeki ağaçların arasına gizlendi” (Tekvin: 37-39). Gerçek anlamda bütün dinler, insanlık tarihinde, varoluşun anlamına dâir dini araştırmanın bütünleyici bölümleridir. Yine ayrıca erkekler ve kadınlar dinleri, kutsal, ilahi, Tanrısal olanla doğrudan karşılaşmaktan korunmak için kullandılar. Bununla birlikte, insanlar veya dinî ve kültürel gelenekler, dinlerindeki şeytanî eğilimler kadar, gerçek dinî eğilimler hakkında da bilinçli kalabildikleri sürece, arkasında saklandıkları ormanlardan yani doktrin, liturji ve kilise kaynaklı engeller arasından soluk İlâhi bir sesin “Neredesiniz” çağrısını duyacaklardır.

Kaynak: ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ Cilt: 10, Sayı: 1, 2001 ss. 261-271


Tabiat İlmi Görüşünden İnsan İlimlerine Geçiş

Eflatun'un ma'kul ve ideal varlığa ait derin görüşünü gerçeğe ait incelemelerle birleştiren Aristo ilk defa ilim felsefesinin temellerini kurmuştu. O zamandan beri (24 asır) insanlık bu büyük yolun üzerinde düzeltmeler yaparak ilerliyor. Aristo mantığının yetmezliği, eksikleri görüldü. Fakat düşüncenin temel kategorileri değerini muhafaza etti. Şu kadar var ki büyük filozofun çizdiği plan esasında tabiat ilimlerine göre hazırlanmıştı. "Varlık kategorileri" nin matematikten hayat ilimlerine kadar birçok sahalarda geçirdiği kabul ediliyordu. Fakat ayni kategorileri, hayat hadiselerinin üzerinde insanla ilgili bütün hadise nevilerine tadbik etmeğe kalkınca mesele değişti.

Tabiat ilmi umumiyetler arıyordu. Münferit şeylerden başlıyarak benzer vasıfları buluyor, sınıflamalar yapıyor, türnevarım yolu ile hadiseler arasında sebeplik rabıtaları, sabit münasebetler kuruyor, böylece kanunlara yükseliyordu. Matematik ilimler formel mantık kurallarına göre hadiselerle ilgisiz külli nicelik münaseebtlerini meydana çıkarıyor ve külliden külliye, külliden hususiye doğru sonuç çıkarma (deduction) yolu ile hareket ediyordu. Gerek hadiselerden umumiye yükselen tümevarım'cı ilimlerde, gerek külliden netice çıkarmaktan ibaret olan sonuç çıkarma ilimlerinde daima umumiyetler, prensipler, kanunlar, sabit münasebetler bilginin esasını teşkil ediyordu. Acaba bu esaslara sadık kalarak insana ait ilimleri kurmak mümkün müdür?

Gerek tümevarım gerek sonuç çıkarma yolu ile bilginin başarılı gelişmesini temin eden bazı filozoflar bu soruya müsbet cevap vermişlerdi. Vakıa bu yolu açan ilk filozoflar için, böyle bir soru bahis konusu değildi. Çünkü onlarda (mesela Aristo'ya dayanan İbn Sina, İbn Rüşt veya onlardan mülhem Saint Thomas'da) bütün ilimler zaten felsefenin dallarıdır. Kendi lerine mahsus kuralları yoktur. Ancak Descartes'dan ve Bacon'dan itibaren sonuç çıkarmaya ve tümevarıma ait ilimlerin metodları üzerinde düşünüldü. Fakat Descartes ve ondan sonra gelenler (cartesiens) için de maddeye ait ilimler dışında böyle bir soruya yer yoktu. Çünkü düşünce (Cogito) yeni bir metafizikin hareket noktasi idi. Incelenen metodlar yalnız cansız ve canlı tabiata aitti.

İlk defa materyalistler Descartes'ın madde âlemi için temel olarak koyduğu uzam ve hareket'den başlayarak bütün hayat ve şuur hadiselerini açıklamak mümkün olacağını iddia ettiler. Ancak, varlığın türlü derecelerini en basit ilk görünüşüne irca'dan ibaret olan bu iptidai felsefe düşüncesi tabiat ilimleri yanında insana ait ilimlerin temellendirilmesinden çok uzak bulunuyordu. Nitekim biyolojik ilimler ilerledikçe materyalistlerin iptidai ircacılığının yanlışları görüldüğü gibi, insana ait yeni ilimler uyandıkça onlardan her biri de ayrı ayrı bir ircacılığın hatalarını meydana çıkardılar. Demek oluyor ki insanla ilgili olan ilimler kendi başlarına bu mekanist felsefeden hiç bir şey almaksızın postülat'larını kurarak, sahalarını sınırlayarak geliştiler. Bununla beraber onların müşterek bir zemin üzerinde metodlar arasında tam bir muhasebe yapılması, kontrolu sağlam temele dayanan ilimlerle karşılaştırılması her şeyden önce felsefi bir tenkitten geçirilmelerini gerektiriyordu. Nitekim bu, ya bu ilimlerden birkaçı ile ilgili filozofların işi olmuştur; yahut da bu ilim mensuplarının felsefi düşünce ile karşılaştırma yapmalarını gerektirmiştir.

Descartes'ın ilimlerde birlik idealini gerçekleştirme yolunda atılan ilk mühim adım Auguste Comte'a aittir. Comte o zamana kadar görülmüş olan bütün ilimleri gözden geçirerek en kat'i ve kesin olanlarından, en eskilerinden, bütün bilgimiz için temel hizmetini görebilecek olanlardan başlayarak derece derece daha az kat'ilere, teşekkül edebilmeleri için ötekilerin varlığına muhtaç olanlara geçti ve böylece insanla ilgili bütün bilgi dallarını içine almak üzere umumi bir ilimler sınıflaması yaptı. Auguste Comte'un "positivisme" adını verdiği kendi felsefi görüşüne dayanarak yaptığı bu sınıflama Aristo'dan beri klasik olmuş eski sınıflamaları ilim zihniyetine uygun olmadıkları iddiasıyle reddediyordu. Positivisme'in temel postülat'ı şu idi: madem ki biz yalnız fenomen'leri biliyoruz, ve fenomenleri zamandaşlık, ard arda geliş münasebetleriyle sıralıyoruz. Öyle ise onların gerisinde herhangi bir asıl varlık veya mahiyet araştırmasından vazgeçmeliyiz. Böylece bilgimizin izafî olduğu hakkındaki Kant'ın görüşü bir adım ilerde şu hükme varıyordu: Bilgimiz, eşyayı şuurumuz'un a priori şekillerine göre kavradığımız için, yani bize göre (izafi) değildir; Fakat biz yalnızca hadiseleri gördüğümüz ve onların gerisinde başka hiçbir mahiyet, öz kavramadığımız için eşyaya göre (izafi) dir. Bundan dolayı Comte'un izafetciliğine relativisme objectif denebilir. Kendi tabiri ile biz yalnız müsbet olarak tecrübe verilerini, fenomen'leri bildiğimiz için herhangi suretle bir metafizik mümkün değildir. Çünkü fenomen'leri bize veren bir öz varlık (asıl şey) mevcut olsa bile o sonsuz, sınırsız, belirsiz olduğu için bilinemiyecektir. Onun bilinemeyişi zihnimin onu idrakten aciz olmasından değil, aslında onun menfi ve bilinemez halde bulunmasındandır Aug. Comte'a göre biricik doğru bilgi ilmin verdiği pozitif ve sınırlı bilgidir. Felsefenin vazifesi bu bilginin derecelerini, bir birleriyle münasebetlerini göstermek, ve zihnin metafizik düşünceden müsbet düşünceye nasıl geçtiğini araştırmaktır. 

Comte bunu insanlığın: 

1)Teolojik, (teologique) düşünce,
2) Metafizik düşünce, 
3) Müsbet düşünce 

dediği üç safhadan geçtiğini gösteren ve "üç hal kanunu" dediği bir formülle ifade ediyor. Onca bütün insan zihni bu safhalardan geçmiştir ve geçecektir. Hedef en mükemmel olan pozitif düşünceye ulaşmaktır.

Comte'un ilimler sınıflaması bu felsefi düşüncesinden mülhemdir. Ona göre ilimleri (Descartes'in idealinde oldu ğu gibi) teke ircaa imkân yoktur. Çünkü hadileseler birbirilerinden farklı dereceler göstermektedir. Bu dereceleri filozof üç yoldan inceliyor:

A — Mantıki sıra: Hadiseler birbirilerinden basitlik ve mürekkeplik farkına göre ayrılırlar. Tabiat hadiseleri daima aynı yapıda değildirler. Bir kısmı fiilen basit unsurlardan ibarettir. Bir kısmı birçok unsurun biraraya gelmesinden hasıl olmuştur. Mürekkep dediğimiz hadiseleri meydana getiren basit unsurları zihnen bulmak mümkün olsada fiilen bu mürekkep hadiseleri basitlere indirmek mümkün değildir. İşte ilimleri birbirinden ayıran sınır bu olacaktır.

B — Tarihi sıra: Hadiselerin insan tarafından tetkik edilmesi, kanunlarının bulunması, aralarındaki kesin münasebetlerin ifadesi tarihi akış içinde sıralanabilir. Onlardan en eskileri mantıkca da en basit ve umumi olanlarıdır; en yenileri ise, tersine, en mürekkep ve hususi olanlandır. Demek ki ilimleri birbirinden ayıran mantıki sıra ile tarihi sıra birbirini tamamlamaktadır.

C- Didaktik sıra: Hadiselerin öğrenilmesi bakımından da bir sıralama yapmak gerekir. Bir kısım hadiselerin öğrenilmesi mutlaka başka bir kısım hadiselerin (bir kısım kanunların bilinmesi başka bir kısım kanunların) bilinmesine bağlıdır. Böylece tabiat hadiselerini didaktik bakımdan sıralayacak olursak onlardan en basitlerinin, en umumilerinin ilk önce bilinmeleri gerekenler olduğu, daha mürekkepleri ve daha hususilerinin onlara dayanarak öğrenilebileceği anlaşılır. Demek oluyor ki mantıki  sıra ile tarihi sıra nasıl birbirilerini tamamhyorlarsa didaktik sıra da onları tamamlamaktadır.

Bu esaslara uygun olarak August Comte ilimleri altı guruba ayırmaktadır:

I — Matematik ilimler : Bunlar bütün tabiat hadiselerinin en umumi ve en basit nitelik münasebetlerini inceliyen ilimlerdir. Bu ilimlerin konusu başka ilindere temel vazifesini görür. Bunlar bilinmedikçe ötekilerin öğrenilmesine geçilemez.

II — Astronomi: Biz, ancak matematik vasıtasiyle kâinatın kanunlarını en umumi ve mücerret (abstrait) formüller halinde ifade edebiliriz. Buradan yıldızların bağlı olduğu tabii düzeni inceleyen astronomi doğan (Comte burada kendi sistemine zıt olarak konkre (muşahhas) bir ilmi yani yıldızlar ilmini abstre (mücerret) ve umumi ilim dalları arasına sokuyor. Ayrıca bugün astronomi ile fizikin bir birine macrophysique halinde bağlanmış olmaları da Comte sınıflamasının bu bakımdan zayıflayacağını
göstermektedir.) 

III — Fizik: Dünyamızda gözlediğimiz ve tecrübe ettiğimiz, madde alemine ait tabii hadiselerin incelenmesinden türlü fizik dalları ve bunların birleşmesinden de sistematik fizik doğmuştur. Fizik kanunlarının bir kısmı tabiatın sabit münasebetlerini tetkik ettiği için bunlara statik kanunlar, bir kısmı tabiatın tekâmül münasebetlerini tetkik ettiği için bunlara dinamik kanunlar denir.

IV - V — Kimya ve Biyoloji: Comte'a göre fiziki hadiselerin üstün bir nev'i olan kimyadan sonra bu hadiselere icra  mümkün olmayan yeni bir tabiat sahasiyle karşılaşırız ki, bu da canlı varlıklardır. Onların mürekkeplik bakımından madde hadiselerine indirilemiyecekleri meydandadır. Fakat hayat hadiselerini incelemek için mutlaka madde kanunlarını bilmeğe mecburuz. Bütün hayat ilimleri biyolojinin dallarını teşkil ederler.

VI — Sosyoloji: Comte ilimlerin konuları olan hadiseleri basitten mürekkebe, kompleks'e doğru sıralarken biyolojiden sonra çeşitli bakımlardan insanla uğraşmakta olan yeni bir takım ilimlerle karşılaştı. Eskiden metafizik veya felsefenin bir dalı olarak doğmuş olan bir kısım ilimlerle,  onlarla bağımsız bir halde yeni kurulmuş olanları içine almak üzere yeni bir ilim tasavvur etti. Fizik modeline göre teklif ettiği bu ilme ilk önce Physique sociale demişti (Birincileri arasında ahlak, politik, estetik, vs, ikincileri arasında statistik, demografi, iktisad v.s. vardır.). Sonra da bunu fizikten ve başka, tabiat ilimlerinden ayırmak için sosyoloji kelimesini kullandı ( Latince socius ve Yunanca logos kelimelerinin birlestirilmesinden doğan Sociologie dil kaidelerine aykırı olmakla beraber yerleşmiş bir terimdir.). Comte'un sınıflamasında son, kademeyi işgal eden sosyoloji görülüyor ki insan ilimlerinin sentezi olmak iddiasında idi. Bu insan ilimleri (yarı felsefi yarı bağımsız olarak) zaten kurulmuş bulunuyordu. Her birinin kendine mahsus metodu, objesi, sahası vardı. Bir kısmının tarihi İlk çağa kadar iniyordu. Bir kısmı yeni kurulmuş olmasına rağmen kat'i ilimlere mahsus prosedürleri kullanıyorlardı. Bu ilimler hangileri idi?

Comte'un onları sosyoloji adı altında toplamada ne derecede hakkı vardı ?

1 — Bu ilimlerin felsefe içinde doğmuş, gelişmiş ve yakın zamanlara kadar metotları bakımından felsefe kadrosuna bağlı kalmış olanları vardır. Bunlar muayyen bir hadise nev'ini inceleyecek yerde hadiselere tatbik edilmeyen bir nevi kaideleri, norm'ları ve bunların kanunlarını inceledikleri için, bu ilimlere normatif ilimler denmektedir. Estetik güzellik normlarını, hukuk adalet ve hak normlarını, mantık doğru1uk ve doğru düşünce normlarmı, ahlak iyilik normlannı aramaktadır.

Nitekim Alman filozofu Wundt bu ilimleri tabiat ilimlerinin karşısında ayrı bir sınıf olarak görüyor. Tabiat ilimleri olguları, o1anları, normatif ilimler idealleri, olması lazım gelenleri tetkik ettiği için bu sınıflamayı yapıyordu. Fakat bu ilimler, esasında, insana aittirler. Çünkü doğruluk, güzellik ve iyilik norm'ları insani değerlerdir, ve insan dışında canlı ve cansız alemde vucut bulmazlar; ancak insanlar tarafından yine insanlara veya eşyaya ait verilen hükümlerde meydana çıkarlar; normatif ilimlerin belirli, tabii muhtevaları yoktur. Fakat bütün tabii muhtevaları (mesela duyu verilerini: katılık, yumuşaklık, renk v.s.) fiziki veya hayati hadiseleri belirli bir açıdan değerlendirirler. Onların nasıl ve ne olduklarını değil ne olması gerektiklerini bildirirler. Bunun için de onlara sınırlı olarak formel'de diyebiliriz. Normatif ilimlerin tetkik konusu olan belirli hadiseleri olmadığı için onların tümevarım yoluyla kurulmaları kabil değildir. Kuralları hadiseler üstünde üniversel ve umumidir. Gerçek veya mümkün tabiat hadiselerini veya bir hadise nev'ini belirli bir kural ve form ile ifadeye yararlar. Bu nevi ilimler kendi aralarında tutarlığı olan bir önermeler sistemi teşkil ederler. Belirli prensipleri ve postülat'ları kabul edilince onlardan bütün diğerlerini çıkarmak mümkündür. Bunun için onlar sonuç çıkaran ilimlerdir. Ancak normatif ilimlerden bir kısmı küllidir: mantık gibi. Bir kısmı yalnızca umumidir: hukuk gibi. Prensiplerinde kesinliği üniversel olan diğerine bağlıdır. Mantık önermeleri bütün öteki normatif ilimler için ölçü vazifesini görür. Çünkü hiç birisinin önermeleri onun kadar üniversel değildir.

2 — Bu ilimlerden bir kısmı da tarihi-kültürel ilimlerdir. Bunlar halen yaşamıyan insanlar veya cemiyetlerin hayatını bizimle münasebetleri bakımından incelerler. Eski insanlar veya cemiyetlerin canlandırılmaları tarih ilimlerini meydana getirir. Fakat onların bizimle (yani kültürümüzle) ilgileri bakımından incelenmeleri kültür ilimleri olmalarına sebep olur. Bununla beraber kültürümüzle ilgisi son derecede azalmış olan eski eserlerin incelenmesi mümkün olduğu gibi, eski ile ilgisi meydana çıkarılamamış olan kültürümüze ait eserlerin de incelenmesi mümkündür. Böylece tarihi - kültürel ilimlerin yanıbaşında yalnızca tarihi ve yalnızca kültürel olan bilgi dalları da meydana gelmiştir. Filoloji (mukayeseli filolojiler) dillerin asillarını, ilgisini araştırır. Arkeoloji eski medeniyetlerin enkazını meydana çıkarıp onları (Jeoloji yardımı ile) canlandırır. Siyasi ve medeni tarih doğrudan doğruya tarihi birer bilgidir. Paleoetnoloji (Paleontoloji yardımı ile) yazısı olmayan tarihten önceki kavimlerin hayatını canlandırır. Linguistik bugünkü dillerin bünyesini ve münasebetlerini tetkik eder.

Tarihi-Kültürel ilimler de normatif ilimler gibi değerlerimize aittir; insanidir. Fakat onlardan farklı olarak muhtevalıdır. Yalnızca kuralları, olması lâzım geleni değil, insani değerlerin muhtevalarını, ne olduklarını incelerler. Fakat bu incelemeyi (genel olarak) bugün mevcut olan bütün çeşitleriyle değil, geçmişte olmuş ve yaşanmış olan müfret ve hususi manzaralaıyle incelerler. Bundan dolayı da normatif ilimler gibi bunlar da tabiat ilimlerinin kadrosuna giremezler. Fakat türlü şekillerde onların yardımı ile gelişirler: Meselâ Arkeoloji'nin çalışmaları jeoloji, coğrafya, jeodesi sayesindedir. Filoloji ve linguistik'in çalışmaları phonatique yani hançereden çıkan seslerin bilgisi (Fizikin bir dalı) sayesindedir.

3 — Nihayet insana ait olan ilimlerden bir kısmı da yarı tabii ilimlerdir. Bunların kurallarını herhangi şekilde fizik veya biyoloji'den çıkarmaya imkân yoktur. Çünkü konuları doğrudan doğruya insandır ve insan dışında tabiatla hiçbir kısmmı ilgilendirmezler. Fakat bu ilimler ne normatif ilimler gibi mücerret ve ideal kurallarla uğraşırlar; ne de tarihi - kültürel ilimler gibi değer muhtevalarının tarihi gelişmesinin münferit manzaralariyle uğraşırlar. Konuları yalnız tabiatla münasebeti bakımından insan ve kültürdür. Onlar adeta kültürle tabiat arasındaki müşterek hat üzerinde doğmuşlardır. Bundan dolayı bir cepheleriyle tabiata öteki cepheleriyle insana ve kültüre aittirler. Eğer onları kültür ve insana ait manzaralarından tecrid etmek mümkün olsa doğrudan doğruya birer tabiat ilmi gibi ele alınabilirlerdi. Fakat bu mümkün de ğildir. Çünkü o zaman asıl hedeflerini kaybetmiş olurlar. Beşeri coğrafya, etnoğrafya, etnoloji, kültür antropolojisi, demografya v.s. bu ilimlerdenir. (Bu kadro içerisine psikoloji ve sosyolojiyi de koymak mümkündür. Fakat her iki ilmin saha çatışmaları bakımından büyük iddiaları vardır. Onları ayrıca ele almalıyız.)

Coğrafya münferit hallerin mekâni hal ve şartlarını umumî kanunlar vasıtasiyle açıklayan bir tabiat ilmidir. (Kant'ın "Oecologie" tarifi). Fakat beşeri coğrafya fiziki coğrafyadan ayrılarak iştimai morfoloji ve ecologie ile beraber insan ilimleri kadrosuna girer ( Amerikada Ecologie sosyolojinin bir dalı sayıldığı halde Fransada daha coğrafi ilimler kadrosuna girmektedir. ). Etnografya'nın tasvir ve sınıflama derecesinde yaptıklarını etnoloji, psikoloji, coğrafya ve antropoloji yardımı ile açıklamaya çalışır. Kültür antropolojisi biyolojinin bir dalı olan antropolojiden ayrılarak insanın maddi ve manevi' kültürünü, temel şahsyetini açıklamaya çalışır. Demografya nufus kanunlarını istatistik (ihtimaller hesabı) yardımı ile araştırır. Görülüyor ki yarı tabii ilimler esasında insana ve kültüre ait oldukları halde metodlarını matematikten almakta ve açıklamalarında tabiat ilimlerinden faydalanmaktadırlar. Bundan dolayı yarı tabii denen ilimler "insan ilimleri"ni tabiat ilimlerine doğrudan doğruya bağlamak isteyenlere cesaret vermiştir. Comte'dan sonra Spencer de ve bugün de mühim bir kısım Amerikan sosyologlarında (Dodd, Arnold Rose v.s.) Matematik metodun kullanılması, içtimai ilimlerin başka tabiat ilimleri arasında incelenmesi bu temele dayanmaktadır. Onlar tarihi ilimlerle normatif ilimleri bu üçüncülere ait açıklamalara bağlamak istemektedirler. Bunun ne dereceye kadar başarılı olacağını ilerde göreceğiz. 

Comte'dan sonra Spencer insan ilimlerini "içtimai ilimler" kadrosu altında toplamaya devam etti. Yalnız Comte insana ait esaslı ilimlerden olan psikolojiyi, hadiselerinin ya fizyolojiye, yahut sosyolojiye irca edilebilmesi (yani aşağı dereceden ruhi hâdiselerin biyolojik, yukarı dereceden ruhi hadiselerin sosyolojik olduğu) iddiasiyle sınıflaması dışında bırakmıştı.

Spencer ilimleri; A) Abstre (Mücerret), B) Abstre-konkre (mücerretmüşahhas), C) Konkre (Mü şahhas) olarak üç guruba ayırdıktan sonra astronomiden sosyolojiye kadar belirli ve konkre tabiat hadiselerini inceleyip ilimleri son guruba koymaktadır. Ona göre ruhi fenomenler de biyolojik olanlarla içtimai olanlar arasında yer alırlar. Amerika'da Giddings bu görüşü kısmen devam ettirdi. Insanla veya insani kültürün türlü manzaralariyle uğraşmakta olan bilgileri tabiat ilimleri metoduna göre incelemek
mümkün olduğunu kabul eden bu görüşe Naturalisme diyebiliriz.  

Kaynak: Hilmi Ziya Ülken - Felsefeye Giriş-2




  

Cambridge'li Platoncular

16. yüzyılın ortasında altı kişiden oluşan bir İngiliz filozoflar grubu Hobbes ve Descartes'a karşıt bir konumda duruyorlardı. En önemlisi Ralph Cudworth ( 16 17-1688) olan beşi Cambridge Emmanuel College'dan, altıncı kişi Henry More ( 16 14- 1687) da Cudworth'un otuz yıldır hocalık yaptığı Cambridge Christ College'dan mezun olmuştu. Gruptakilerin hepsi de Platon, Plotinus ve onların erken dönem Kilise Pederleri arasındaki takipçilerine karşı bir hayranlık besliyorlardı. Onun için grup çoğunlukla 'Cambridge'li Platoncular' olarak adlandırılır.

Cambridge'e olan mensubiyetlerine rağmen, grup üyeleri Sivil Savaş sürecinde kasaba ve üniversitede baskın olan Püritanizme karşı düşmanca bir tavır sergilediler. Onlar Kalvinist kader doktrinlerini reddedip, insanın özgür olduğunu kabul ederek dini hoşgörünün faziletlerini öğütlediler. Fakat gösterdikleri hoşgörü ateistleri için geçerli değildi ve düşmanlıklarının merkezinde Hobbes bulunuyordu, zira onun, materyalizmi ateizmden farklı görmediğini düşünüyorlardı. I. Charles'in hükümdarlığı döneminde, Püritanların Anglikan hiyerarşisine karşı duyduğu düşmanlığı, hükümdarın tahtan indirilmesi ve idam edilmesi izledi. Cambridge'li Platonculara göre 'Piskopos Yok, Kral Yok' siyasi sloganının felsefedeki karşılığı şuydu: 'Ruh Yok, Tanrı Yok.' Kimse aynı anda hem materyalist hem de ateist olamazdı.

Bu noktaya kadar Cambridge'li Platoncular zihin-madde ayrımına vurgu yaparak Hobbes'a karşı Descartes'ın tarafında yer aldılar. More Antidote Against Atheism [Ateizme Karşı Panzehir] ve Immortality ofthe Soul'de [Ruhun Ölümsüzlüğü]; Cudworth'da The True Intellectua.l System of the Universe'de [Evrenin Doğru Akli Sistemi] ruhun ölümsüz ve Tanrı'nın varlığının ruhsal olduğunu ispatlamaya çalıştı. More'a göre 'bir insan duyular ve akılla ve de dünyevi maddeyi insan şekline sokacak bir güçle donatılmış  olarak yaratılan bir ruhtur.' Descartes gibi Cudworth'da Tanrı'nın varlığının, içimizdeki Tanrı düşüncesiyle ispatlanabileceğini iddia ediyordu:

'Eğer Tanrı olmasaydı ne siyasetçiler ne şairler ne filozoflar ne de başkaları mutlak ve sonsuz derecede mükemmel Varlık düşüncesini iddia edemez veya uyduramazdı.' Tanrı düşüncesi tutarlıdır, 'dolayısıyla o, öyle ya da böyle bir tür varlık sahibi olmak zorundadır, ister gerçek ister potansiyel olsun. Tanrı mümkünlü bir varlık değildir, dolayısıyla onun varlığı gerçektir.'

Descartes gibi Cambridge'li Platoncular da doğuştan gelen düşüncelerin varlığına inanıyordu: Zihin duyuların yazdığı boş bir sayfa değil, duyuların açtığı kapalı bir kutuydu. More'a göre nasıl ki müzik çimler üzerinde uyuyan bir müzisyenin zihninde varsa, doğuştan gelen düşünceler de zihinlerimizde vardır (Antidote, 17). Doğuştan gelen düşünceler içinde insan zihni için ilk belirginleşenler temel ve reddedilmesi mümkün olmayan ahlaki ilkelerdir. More 23 maddelik bu ilkelerin listesine 1668'de bir el kitabında yer verdi. Cudworth'a göre, Hobbes adalet ve adaletsizliğin insani etkileşimin sonucu olarak ortaya çıktığı konusunda oldukça hatalıydı. Bireylerin kendilerinin bile sahip olmadığı yaşam ve ölüm hakkını bir hükümdara vermesi mümkün değildi.

Cambridge'li Platoncular temel ahlaki ilkelerin kökenleri konusunda Descartes'tan ayrıldılar. Ahlaki ve diğer daimi hakikatlerin kadir-i mutlak Tanrı'nın buyruğuna bağlı, dolayısıyla ilkesel olarak değişmez olduğunu söylemenin çok yanlış olduğundan yakınıyordu Cudworth. 1647'de Avam Kamarası'ndaki bir vaazında 'Yaratılmışlardaki erdem ve kutsiyet, Tanrı onları sevdiği ve onları öyle gördüğü için İyi değil, kendileri iyi olduğu için İyidirler.'

Platonculann Descartes ile olan anlaşmazlıkları, maddi dünya hakkındaki düşüncelerine gelince çok daha keskinleşir. Onlar bilimdeki gelişmelere karşı değillerdi -Cudworth ve More'un her ikisi de Kraliyet Cemiyetine üyeydiler- fakat fenomenlerin madde ve hareket açısından mekanik bir şekilde izah edilebileceği düşüncesini reddettiler. Derscartes'ın aksine onlar hayvanların bilince ve hayvani bir ruha sahip olduklarına, ağır bir cismin düşüşünün bile maddi olmayan bir ilkeyle açıklanması gerektiğine inanıyorlardı. Bu demek değildir ki, Tanrı her şeyi kendi eliyle yapar gibi doğrudan yapar. Bu O'nun fiziksel dünyayı düzenli ve teleolojik bir şekilde davranan bir aracıya, dünya-ruhuna yakın, 'biçim verilebilir bir doğaya' emanet etmesi demektir. Teleolojiyi reddeden Descartes gibi Cambridge'li Platoncular da salt 'mekanik teistlerdi' ve materyalist Hobbes'dan çok az iyilerdi. 

Kaynak: Anthony Kenny - Batı Felsefesinin Yeni Tarihi 3. Cilt
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP