Albert Camus (7 Kasım 1913 – 4 Ocak 1960)



Çocukluğu ve gençliği

20. yüzyılın en güçlü Fransız yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913’te Cezayir’in Mondovi kasabasında doğdu. Yoksul bir aileden gelen Camus'nün babası bir Cezayir Fransız'ı, annesi ise İspanyol'du. Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1914'te babasını kaybetti. Annesi evlerde hizmetçilik yaparak oğlunu okutmaya çalıştı. Ancak Camus, daha bağımsız bir hayat sürebilmek için evinden ayrıldı. 1923'te liseye, ardından da Cezayir Üniversitesi'ne kabul edildi. Üniversite eğitimi sırasında sağlığı bozuldu ve 1930'da vereme yakalandı. Haslatığı yüzünden üniversite takımının kaleciliğini bırakmak zorunda kaldı. Bundan sonra çeşitli işlerde çalışmaya başlayan Camus, felsefe eğitimini ancak 1936'da tamamlayabildi.

1934'te Fransız Komünist Partisi'ne katıldı. Bu hareketinin kaynağı, Marksist-Leninist doktorinine desteğinden ziyade, İspanya'da daha sonra iç savaşla sonuçlanacak politik duruma duyduğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra, Stalinist komünizme yakınlığından kaynaklanan Troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. Camus 1934'te Simone Hie'yle evlendi. Simone bir morfin bağımlısıydı ve Camus'yle evlilikleri, Simone'nun sadakatsizliğine bağlı olarak son buldu. 1935'de "İşçinin Tiyatrosu"nu (Théâtre du Travail) kurdu fakat bu tiyatro 1939'da kapandı. Aynı yıl, verem hastası olduğundan Fransa ordusuna kabul edilmedi.

1940'ta piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlendi ve 5 Eylül 1945'te Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları oldu. Aynı yıl Paris-Soir dergisi için çalışmaya başladı. Daha henüz "Sahte Savaş" olarak adlandırılan İkinci Dünya Savaşı'nın ilk zamanlarında bir pasifist olarak kaldı. Ancak bu tutumu Paris'in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941'de, komünist gazeteci Gabriel Péri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da başkaldırmasına neden oldu. Paris-Soir ekibiyle Bordeaux'ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan "Yabancı" ve "Sisifos Söyleni"ni tamamladı. Camus, Bordeaux'yu 1942'de terkedip Cezayir'in Oran şehrine gitti ve ardından Paris'e döndü.

Edebiyat kariyeri

Camus İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler'e karşı oluşmuş Fransız Direnişi'ne katıldı ve bu direnişin bir parçası olarak "Combat" adında bir gazete yayımlaya başladı. 1943'te gazetenin editörü oldu; fakat 1947'de "Combat" ticari bir gazete olunca buradan ayrıldı. Jean-Paul Sartre ile tanışması burada gerçekleşmiştir.

Savaştan sonra, Sartre ve de Beauvoir gibi kişilerin buluştuğu Boulevard Saint-Germain'deki Café de Flore'u ziyaret etmeye başladı. Bu yıllarda, aynı zamanda Amerika'yı turlayarak Fransız varoluşçuluğu hakkında dersler verdi. Politik olarak sol görüşlere yatkın olmasına rağmen komünizme karşı çıkması, ona komünist partilerde arkadaş kazandırmadığı gibi Sartre'dan da uzaklaştırdı.

Camus, 1949'da vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve "Başkaldıran İnsan"ı yayımladı. Bu kitap, Fransa'daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de Sartre tarafından hoş karşılanmadı ve Sartre'la bütünüyle yollarını ayırdı. Kitabının tatsız yorumlarla karşılanması Camus'yü kitap yazmaktan tiyatro oyunları çevirmeye itti.

Camus, 1950ler'de kendini insan haklarına adadı. 1952'de Birleşmiş Milletler, Francisco Franco diktatörlüğündeki İspanya'yı üye olarak kabul edince UNESCO'daki çalışmalarını durdurdu ve kurumdan ayrıldı. Ayaklanmalarda insandışı bir sertlik kullanan Sovyet metodlarını eleştirdi. Pasifistliğini koruyan Camus, İdam cezasına karşı savaşını sürdürdü.

Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954'te başladığında, Camus kendini ahlaki bir ikilem içinde buldu. Bunun nedeni, Cezayir doğumlu Fransızlar'ı betimlemek için kullanılan bir sıfat olan "siyah ayak" olmasıydı. Ancak, sonunda, savaşta Fransa hükümetini savunuyordu. Kuzey Afrika'da başlayan isyanın, aslında Mısır önderliğindeki yeni-Arap emperyalizminin ve batıya saldıran Sovyetler Birliği'nin işleri olduğunu düşünüyordu. Cezayir'in özerk, hatta bir federasyon olmasını savunuyordu; fakat bütünüyle bağımsızlığını desteklemiyordu. Öte yandan, Araplar'la "siyah ayak"ların beraber yaşayabileceğini düşünüyordu. Bu kriz sırasında ölüm cezasına çarptırılan Cezayirliler'in kurtulması için gizlice çalıştı.

Camus, 1955 ve 1956 yıllarında Fransız "L'Express" dergisinde yazdı. Bunların ardından 1957 yılında Camus Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Genel yaklaşım bu ödülün bir önceki yıl yayımlanan "Düşüş" için değil, idam cezasına karşı yazdığı "Réflexions Sur la Guillotine" makalesi için verildiğidir. Stockholm Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşma esnasında Cezayir konusundaki hareketsizliğini savundu; fakat daha sonra Cezayir'de yaşayan annesinin başına ne geleceği konusunda meraklandığını bildirdi. Çelişkili sayılan bu durum Fransız sol entelektüelleri tarafından tepkiyle karşılandı.

Ölümü

Camus, 4 Ocak 1960'ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında "Le Grand Fossard" isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Daha sonra mantosunun cebinde bir tren bileti bulunmuştur. Büyük bir olasılıkla, Camus gideceği yere trenle gitmeyi planlamıştı; fakat arkadaşıyla birlikte arabayla dönmeyi tercih etti. İronik biçimde, Camus daha önce en absürt ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda, araba kazasında ölmeyi bunlardan biri olarak nitelendirmişti. Kazanın gerçekleştiği Facel Vega marka otomobilin sürücüsü ve yayımcı dostu da Camus'yle birlikte hayatını kaybetti. Camus Lourmarin Mezarlığı, Lourmarin, Vaucluse, Provence-Alpes-Côte d'Azur'de gömülmüştür.

Albert Camus, mezartaşı

Camus'nün ölümünden sonra telif hakları Camus'nün çocukları olan, Catherine ve Jean Camus'ye devredildi. Ölümünden sonra 1970'te "Mutlu Ölüm", 1995'te de öldüğünde hala bitmemiş olan "İlk Adam" yayımlandı.

Camus`ye göre saçma (absürt, uyumsuz) felsefesi

Camus'nün felsefeye en büyük katkısı, insanların ne berraklık ne de anlam sunan dünyada bunları aramalarının sonucu olarak oluşan "absürt" fikridir. Filozof bu felsefesini "Sisifos Söyleni"nde açıklayıp "Yabancı" ve "Veba" gibi romanlarında da işlemiştir.

Genelde varoluşçulukla birlikte ele alınan "Absürdizm" (Saçma, uyumsuzluk felsefesi) ile birçok yazar ilgilenmiş ve bu felsefi düşünce akımını kendine göre yorumlamıştır, Camus "saçma"`nın kurucusu değildir fakat bu düşünce akımında önemli bir yer tutar.

Camus, makalelerinde okuyanı dualizmle tanıştırır. Mutluluk ve keder, yaşam ve ölüm, karanlık ve aydınlık.. Hayatın çeşitli biçimlerde geçtiğini ve insanın ölümlü olduğu gerçeği de budur. Sisifos Söyleni`de bu dualizm bir çelişki halini alır: Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak "Absürt"`ün ta kendisidir. Eğer hayatımızın anlamsız ve boşuna olduğunu biliyorsak, kendimizi öldürmeli miyiz? Bu trajedik kısır döngü nasıl aşılabilir? Camus saçma kavramını burada kurar: yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan. Fakat Camus intihardan yana değildir, yaşamın anlamsızlığının yok edilemeyeceğinin bilincindedir fakat bununla savaşmaktan kaçınmaz.

Varoluşuluk ve absürdizm hakkındaki görüşleri

Bazı eleştirmenler Camus`yü kategorize etmeye çalışarak onun bir varoluşçu ya da absürdist olduğunu söyler. Eleştirmenlerin mi ya da Camus`nün kendi ifadesinin mi doğru olup olmadığı tartışılmakla birlikte, Camus etiketlenmeyi sevmediğini belirterek varoluşçu olduğu tanımına karşı çıkar:
"Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı Sisifos Söyleni`dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur.

Bir absürdist olup olmadığı hakkında da şunları söyler:

"Absürt kelimesinin kötü bir geçmişi var ve bunun beni rahatsız ettiğini itiraf ediyorum. Absürt`ü Sisifos Söyleni`de ele alırken, bir metod arıyordum doktrin değil. Sistemli bir şüphe pratiği yapıyordum. Daha sonra bir şeyler inşa edebileceği düşüncesiyle "tabula rasa" yöntemini kullanmaya çalışıyordum. Eğer hiçbir şeyin bir anlamı olmadığı varsayarsak, dünyanın absürt olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Fakat gerçekten hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok muydu? Bu noktada kalabileceğimize hiçbir zaman inanmadım."






1-Politik özgürlük kavramı; insanda, insan kavramının gelişmesini sağlar.

2-Özgürlük olgusu, insanın özgürlük bilincine oranla gelişmemiştir. Başkaldırı haklarının bilincine varmış kişinin işidir.

3-Kutsal, dinsel yapı başkaldıran insanın önüne bir engel olarak çıkmıştır.

4-Başkaldıran insan, kutsalın öncesinde yada sonrasında yer alan, bütün yanıtların insansal, yani akla uygun olarak belirlenmiş oldugu bir düzen isteyen insandır.

5-Kutsalın ve salt degerlerin ötesinde bir davranış kuralı bulunabilir mi? başkaldırının getirdigi soru budur.

6-İnsanların birbirine baglılıgı başkaldırı edimine dayanır.

7-İnsan varolmak için başkaldırmak zorundadır ama başkaldırının kendi kendinde bulundugu, insanların üzerinde birleştikçe varolmaya başladıkları sınıra saygı göstermesi gerekir. öyleyse başkaldırmış düşünce belleksiz edemez: o sürekli bir gerilimdir.

8-Başkaldırı anlayışında dünyanın uyumsuzlugu ve görünüşteki kısırlıgı vardır. Uyumsuz deneyimde, acı çekme bireyseldir.

9-Başkaldırıyoruz, öyleyse varız.

10-bazen insan kendi durumu içerisinde kendine biçilene karşı çıkarken bazı insanlar insan olarak kendisine verilene karşı çıkar yani ikincisinde insanı degersiz kılan herşeye başkaldırı sözkonusudur. birincisinde bireysellik, ikincisinde ise evrensellik söz konusudur.

11-İnsanlar, herkeste herkesçe benimsenen ortak bir degere dayanamıyorsa, insan için insan anlaşılamaz kalıyor demektir. ayaklanmış insan, bu degerin açıkça benimsenmesini ister, çünkü sezer yada bilir ki, bu ilke olmazsa yeryüzünde karışıklık ve cinayet egemen olacaktır.

12-Dogaya başkaldırmak, kendi kendimize başkaldırmakla birdir. Başını duvarlara vurmaktır.

13-Tutarlı olan biricik başkaldırı intihardır.

14-İnsanın karşı çıkışına anlam veren tek şey, her şeyin yaratıcısı, dolaysıyla herşeyden sorumlu olan kişisel tanrı kavramıdır. Böylece çelişkiye düşülmeden başkaldırının tarihinin batı dünyasında, hristiyanlık tarihinden ayrılamayacagı söylenebilir. Gerçektende başkaldırının geçiş düşünürlerinden, hepsinden daha derin bir biçimdede Epikuros ile Lukretius'ta dile gelmeye başladıgını görmek için ilk çag düşüncesinin son anlarını beklemek gerekir.

15-İnsanların bütün mutsuzlugu, kendilerini kalenin sessizliginden koparan, kurtuluş bekleyişi içinde surlara atan umuttan gelmektedir.

16-Tanrıları unutalım, hiç düşünmeyelim onları, o zaman " ne günün düşünceleri, nede geceki düşleriniz sıkıntı verir size."


-----------------------


1-En çok kuşkuyu duyan ruh, en büyük yazgıcılaga sarılacaktır.

2-Tanrının bir insan olması için, umudunu kesmesi gerekir.

3-Dinler tarihinde, öldürmenin bir tanrı ayrıcalıgı oldugu görülür.

4-Doga, yaratmak için yoketmek gerekir ilkesine göre işler.

5-Sınırsızca arzulamak, sınırsızca arzulanmayıda benimsemek demektir. Yok etme serbestligi, yok edeninde yok edilebilmesini içerir. Öyleyse çarpışmak ve buyruk altına almak gerekecektir. Gücün yasasından başka bir şey degildir bu. Dünyanın yasası, dünyayı güç istemi yönetir.

6-Hiçbir şey yokedilemez, bir kalıntı mutlaka kalır.

7-Cellatlar, gözleriyle birbirini tartarlar.

8-Başkaldıran insan, kendini suçsuz buldugundan kötülükle savaşmak için iyilikten vazgeçer ve kötülügü yeniden yaratır.

9-Romantikler, yanlızlıkta böyle güzel söz etmişlerse; yanlızlık gerçek acıları oldugu, katlanılamıyacak acı oldugu için sözetmişlerdir.

10-Faşizm ile Rus komünizminin ereklerini özdeşleştirmek dogru olmaz. Birincisi celladı celladın kendisinin göklere çıkarışını simgeler; ikincisi,daha acıklı bir biçimde celladı, kurbanların göklere çıkarışını. Birincisi, bütün insanları kurtarmayı hiçbir zaman düşlememiş, ancak geri kalanları boyunduruk altına alarak birkaçını kurtarmayı düşünmüştür. ikinci, en derin ilkesiyle bütün insanları geçici olarak köleleştirerek hepsini kurtarma eregini güder. yönelimindeki büyüklügü kabul etmek gerekir. buna karşılık, ikisininde seçtigi yolları siyasal aldırmazlıkla özdeşleştirmek yerinde olur. Her ikiside aynı kaynaktan aktöre yoksayıcılıgından çıkarmışlardır bu aldırmazlıgı.


-------------------


1-Bugün yoksayıcılar tahtlarda, devrim adına dünyamızı yönetmeye kalkan düşünceler, boyun egiş ülküleri oldu, başkaldırı düşüngüleri degil.İşte bu nedenle çagımız, kişileri ve kitleleri yoketme tekniklerinin çagıdır.

2-Devrim, yoksayıcılıga boyun egerken, başkaldırı kaynaklarının karşısına geçti, ölümden ve ölüm tanrısından nefret eden kişi olarak, ölümden sonra yaşamdan umudunu kesen insan, insan türünün ölümsüzlügünde kurtuluşa ermek istedi.ama topluluk dünyaya egemen olmadıkça, yine ölmek gerekir.

3-Yaşamın yüzü igrençse, ölümsüzlügün geregi ne?

4-Yıldırı, kin dolu yanlızların insan kardeşligine sundukları saygıdır.

5-Her devrimci ya ezen kişi yada sapkın olur sonunda. Seçtikleri tümüyle tarihsel evrende ,başkaldırıda, devrimde aynı ikileme çıkar; ya polislik ya çılgınlık.

6-Başkaldırı ilk gerçekliginde, tümüyle tarihsel hiçbir düşünceyi dogrulamaz.başkaldırı birlik ister, tarihsel devrimde tümlük. birincisi bir "evete" dayanan "hayır"dan yola çıkar, ikincisi salt yoksamadan yola çıkarak çagların sonuna atılmış bir "evet"i yaratabilmek için bütün kölelikleri bagrına basar. biri yaratıcıdır, öteki yoksayıcı.birincisi gittikçe daha çok varolmak için yaratmaya adanmıştır, ikincisi daha iyi yoksaymak için üretmek zorundadır. tarihsel devrim durmamacasına yıkılan şu bir gün varolma umudu içinde eyleme yönelir.

7-Bütün başkaldırmış düşünceler bir söz sanatı yada kapalı bir evren içinde belirlenir.

8-Sanatçı kendi hesabına tekrar tekrar yeniden kurar dünyayı. Sanatçı, doga kargaşalıgından kafa ve yürek için yeterli bir birlik çıkarır. Her sanatçı bu dünya taslagını yeniden yapmaya eksigini tamamlayarak ona bir "biçem" katmaya çalışır.

9-Sanat gerçege karşı çıkabilir ama gerçekten kaçamaz.

10-Sanat tüm çagların sanatı olamaz, tam tersine çagıyla belirlenir o.


----------------------


1-Tarih her türlü ilkenin dışında, devrimle-karşı devrim arasında bir savaştan başka bir şey degilse, bu iki degerden birisini benimsemekten başka çıkar yol yoktur, ölümde buradadır dirilişte.

2-Adalet istegi yüzyıllar boyunca devrim tutkusunu haklı çıkaran tek istek degildir devrim aynı zamanda herkese karşı bir acılı dostluk geregine dayanır. Adalet için ölenler, bütün çaglarda, birbirlerine "kardeş" demişlerdir. Şiddet, hepsi için ezilmişler toplulugu adına, yararına, düşmana yöneltilir ama devrim tek degerse, her şeyi ister, hatta hafiyeligi, dolaysıyla dostlugun kurban edilmesini bile bundan böyle şiddet, soyut bir düşünce yararına, dost-düşman demeden herkese yönelecektir.

3-İki insan ırkı, biri yanlız öldürür ve bunu canıyla öder. öteki binlerce cinayeti dogrular, buna karşılık onurlandırılmayı benimser.

4-Artık ne kölelik nede güç erişebilecek mutuluga, efendiler hırçın, köleler asık suratlı olacak.

5-Eylem adamları inançsız olunca, eylem devinisinden başka hiçbir şeye inanmamışlardı Hitler'in savunulamaz çelişkisi de sürekli bir devinim ve bir yadsıma üzerine degişmez bir düzen kurmak istemiş olmasıdır.

6-Herşeyden umut kesmiş olanlara inanç verebilecek olan şey uslamlar degil, yanlız tutkudur.

7-Tek deger devrim oldumu hak yoktur, görevler vardır yanlız.

8-Gelecek, ateistlerin biricik aşkınlıgıdır.

9-Çagdaş nihilizmin iki ayrı yüzü; biri burjuva, biri devrimci.

10-Yirminci yüzyılın gerçek tutkusu köleliktir.

Başkaldıran İnsan - Bölüm-2

Başkaldıran İnsan - Bölüm-3

6 Yorumlar

25 Mart 2008 14:00  

if there is not any reason to live , live in your own little world

Adsız
30 Mart 2008 23:16  

huge world ,depends on our littllle world

Adsız
25 Nisan 2008 21:36  

16 yıldır okuyorum bu kitabı..

Adsız
22 Mayıs 2009 23:17  

huge world doesn't need you

mustafa t
12 Aralık 2009 20:00  

herşeyden öte başkaldıran insan hayır demesini bilen insandır

22 Aralık 2010 01:59  

Maalesef bu laf butun hayati anlatiyor ve yetio bile

"artık ne köleleik nede güç erişebilecek mutuluga,efendiler hırçın,köleler asık suratlı olacak."

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP