Akademi

Bilim, edebiyat ve sanat kurumu.

1.Antikçağ: Platon okuludur. Akademos bahçesinde kurulduğu için bu adı almış, sonradan bütün yüksek yetkeli bilim ve sanat kurumlarını adlandırmıştır. İ.Ö. 387 yılında Atina’da kurulmuştu. Zamanla Platon öğretisi de bu adla anılmıştır. Eski, orta ve yeni Akademi olmak üzere üç evre geçirmiştir. İ.S 5. yüzyılda Yeniplatonculuğun merkezi olmuş, 529 yılında Roma imparatoru Justinianus tarafından kapatılmıştır. Orta ve yeni Akademiler Platonculuğu şüphecilik ve olasıcılıkla bağdaştırmaya çalışmışlardır.

2.Rönesans: 15. yüzyılın ikinci yarısından sonra İtalya’da çeşitli akademiler kurulmaya başlamıştır. Bunların en önemlisi Floransa’da kurulan Marsilius Ficinius’un Platoncu akademisidir. Bu akademi yüz yıla yakın bir süre Platonculukla Aristotelesçiliği bağdaştırmaya çalışmıştır. Venedik’te Alde Manuce, Roma’da Pomponius Laetus vb. tarafından da bu nitelikte akademiler kurulmuştur. Ne var ki bu akademiler felsefe dışı öğretilerle ve sanatlarla da uğraşmaya başlamışlardır. Örneğin Laetus’un akademisi arkeolojik araştırmaları amaçlamış, Arcadia akademisi şiir çalışmaları yapmıştır.

3.Yeniçağ: Bilimsel ve sanatsal akademiler bütün Avrupa’da yaygınlaşmıştır. Akademi deyimi, bu kurumlarla, Platon öğretisi dışında, bilim ve sanat kurumu anlamını kazanmıştır. Bu yeni akademilerin en ünlüsü ve ilki Fransa’da 1570 yılında kral Charles 11. buyruğuyla kurulan şiir ve müzik akademisidir. Ünlü Fransız Akademisi (Fr. Academie Française) başbakan kardinal Richeliu’nun buyruğuyla kurulmuştur. Bütün bilim ve sanat dallarına ulusal bir yön vermek ve çeşitli armağanlar ve yarışmalarla bilimcileri ve sanatçıları yüreklendirmek amacını güden bu akademinin üye sayısı kırk üyeyle sınırlandırılmıştır.

Anımsama

[Alm. Anamnesis ] [Fr. reminiscence ] [İng. reminiscence ] [Yun.anamnesis ] [es. t. nim-tahattür ] :

Platon felsefesinin çekirdek kavramı olarak, ruhun bedene girmeden önceki varlığında görmüş olduğu ideaların bilince dönüşü. Bu anlamda, bilgi öğretisi bakımından anımsama, ruhbilimsel anımsama ile eşanlamlı değildir. Platon'da anımsama, her türlü deneyden bağımsız bir ilk-bilgi olarak ruhta baştan beri bulunan bilgiyi yukarı çekip çıkarmaktır. Anımsama, bilgide önsel olan için Platon'un ortaya koyduğu bir kavramdır.

Algı

[Alm. Wahrnehmung ] [Fr., İng. perception ] [Lat. perceptio ] [es. t. idrak ] :

Bir şeye dikkati yönelterek, duyular yoluyla o şeyin bilincine varma. Bir nesne duyular aracılığıyla algılanır, ancak algı duyusal izlenimlerden daha fazla bir şeydir, bilinçli bir farkına varmadır, duyumları bilince ileten bir olaydır.

Algıda: a. algı olayı, b. algı içeriği, c. algı nesnesi ayırt edilir.

Algılar şu iki türe ayrılabilir. :

1- Dış algı : Dışdünyadaki nesnelere yönelen, onlarla ilişkili olan algı,

2- İç algı : İçdünyanın gerçeklerine (ruhsal durumlar, ruhsal edimler, ruhsal içerikler) yönelen ve onlarla ilgili olan algı.

Evrimci Düşüncenin Gelişmesi: Charles Robert Darwin - 1

Olumcu görüşlerin gelişimine koşut olarak XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra dönüşümcü ya da evrimci düşünce büyük bir etki alanı yarattı. Daha önce de gördüğümüz gibi canlı varlıkların dönüşüm geçirerek birbirlerinden türemiş oldukları fikri XVIII. yüzyılda ortaya atılmış ve Lamarck'ın görüşleriyle belirginlik kazanmıştı, bu yüzden Lamarck dö­nüşümcülüğün babası olarak nitelendirilmişti. Dönüşüm fikrine en bü­yük açıklığı getiren ingiliz bilim adamı Charles-Robert Darwin olmuştur.

Güney Amerika'da ve Pasifik adalarında büyük bir bilimsel geziye çıkıp çeşitli türler üzerinde araştırmalar yapan Darwin kendi deyişiyle büyük bir giz olan ya da "en büyük filozoflarımızın deyişiyle gizlerin gizi olan" türlerin kökenindeki bilinmezliği çözmeye çalışmış, bu alanda yararlı değişimler, doğal ayıklanma, en güçlülerin varlığını sürdürmesi gibi gö­rüşler geliştirmiştir. Onun bu araştırmalarından elde ettiği bilgileri ve bu bilgilere dayanarak ortaya koyduğu görüşleri sergileyen ve dönüşümcülüğün temel kitabı sayılan "On the Origin of Species by Means of Natural Seection" (Doğal ayıklanma yoluyla türlerin oluşumu) [I859] önemini bugün de korumaktadır.

Üreme Organlarının Değişimi

Bu kitabının başlarında Darwin vahşi durumda da evcil durumda da canlı varlıkların değişimlerini sürdürdüklerini bildirerek şöyle der: "Değiş­ken bir biçimin evcil durumda değişimine son verdiğini gösteren tek örnek yok: buğday gibi en eski kültür bitkilerimiz bugün de yeni çeşitler ortaya koyuyorlar; en eski evcil hayvanlarımız her zaman gelişimlere ve hızlı değişimlere yatkın durumdalar. " Darwin değişkenliğin nedenini üreme organlarındaki değişime bağlamaktadır: "Şunu benimsemeye çok yatkı­nım: değişkenliğin en sık görülen nedenleri erkeğin ve dişinin üreme organlarının döllenme ediminden önce azçok bir etki altında kalmış olması­dır. Birçok neden beni bu inanca götürüyor, bunların başlıcası yalıtılmanın ve yetiştirilmenin üretim dizgesinin işlevleri üzerindeki büyük etkisidir; bu dizge yaşam koşullarındaki değişikliklerin etkisine bedenin herhangi bir parçasından daha duyarlı görünüyor." Darwin'e göre kısırlığa uğramış pekçok canlı vardır ve kısırlık bahçecİl iğin en büyük düşmanı­dır, buna karşılık değişkenlik bahçelerdeki en güzel ürünlerin kaynağıdır.

Öte yandan bazı varlıklar doğaya en uyarsız koşullarda da üreyebilmektedirler. Tavşanlar ve gelincikler kafeste de beslenirler. Bazı bitkiler evcilleştirilme koşullarına rahatça uyarlar. Bu durumlar onların üreme organlarında büyük bir değişimin olmamasıyla açıklanabi lir. Bahçecilerin deli ağaç dediği bazı bitkiler son derece arsızdırlar, kol salarak büyürler ve anne bitkiye benzemeyecek kadar çeşitlilenirler. Bu durum vahşi bitkilerde görülmez, buna karşılık evcil bitkilerde çok sık görülür.


Katıtım Etkeni: Benzer Benzeri Oluşturur

Darwin yaşam koşullarının değişmesiyle canlıda ortaya çıkan değişimleri ve bu değişimierin kalıtıma katılışını ele alır. Der ki: "Çiçeklenme döneminde bir iklimden bir başka iklime götürülmüş bitkiler üzerinde alışkanlık değişimleri büyük bir etki yaratır. Hayvanlar arasında bu etki daha görünür bir etkidir. Vahşi ördeklerden çok evcil ördeklerde iskeletİn genel ağırlığına göre kanat kemiklerinin daha az ağır, kalça kemiklerinin daha çok ağır olduğunu gördüm örneğin. Bu değişimin nedenini şuna bağlayabiliriz: evci1 ördek vahşi ördekten daha az uçar, daha çok yürür."

Öte yandan evcil hayvanların sarkık kulakları oluşunu onların kulak kaslarını çalıştırmamalarına bağlayabiliriz; bir tehlikeye karşı uyarılmayan kulakların kasları zayıf kalmaktadır. Embriyondaki ve larvadaki bir deği­şiklik yetişkin hayvanda da yeretmektedir. Hayvan yetiştiriciler uzun bacaklı hayvanların uzun kafalı olduğunu kural gibi benimsemişlerdir. Mavi gözlü beyaz kedilerin genellikle sağır olduğu bilinmektedir. Başı açık köpeklerin dişleri biçimsizdir. Tüyleri uzun ve sertolan hayvanların uzun ve çok sayıda boynuzu vardır. Küçük gagalı kuşlar küçük ayaklıdır, uzun gagalı kuşlar büyük ayaklıdır. Bu bağlantı örnekleri çoğaltılabilir. Bu durumda değişiklikleri kalıtıma geçen değişiklikler ve kalıtıma geçmeyen değişiklikler olmak üzere ikiye ayırmak gerekir: "Kalıtım yoluyla geçirilemeyen her değişim bizim için önemsizdir. Fizyolojik önemi küçük olsun büyük olsun, kahtımla geçen tüm değişimler pekçoktur ve hemen hemen sonsuz bir çeşitlilik göstermektedir.

Darwin kalıtım konusunu bize şöyle açıklar: "Hiçbir yetiştirici kalıtsal eğilimlerin gücünü gözardı etmez. Benzer benzeri yaratır: onların temel beliti budur. Yalnızca kuramcı yazarlar onun mutlak değerinden kuş­kuludurlar. Bir yapı değişikliği sık sık görüldüğünde, hem babada hem anada görüldüğünde, bu değişikliğin onların birinde de öbüründe de aynı nedenlerin etkili oluşuna bağlı olup olmadığını bilmemiz olası değildir. Ama görünüşte aynı koşullara uğrayan bireyler arasında çok az görülen ve koşulların olağanüstü etkisiyle ortaya çıkan bazı değişiklikler, aynı etkiler altında bulunan milyonlarca bireyde görülmeyip tek bir bireyde görüldüğünde ve sonra da yavruda yeniden ortaya çıktığında yalnızca olumsallık hesapları bizi onun kalıtımsal olarak görüneceği düşüncesine götürmektedir.(..) Öyleyse garip ve az görülür yapı değişiklikleri gerçek olarak kalıtımla geçiyorsa, daha az olağandışı olan ve hatta ortak olan değişimierin katıtımla geçtiğini rahatça söyleyebiliriz. Belki de sorunu en güzel biçimde özetlemek için, özyapıların kalıtımla geçişini kural, geçmeyişini olağandışılık olarak atabiliriz."Avusturyalı bilim adamı Johann Mendel'in ( 1822-1884) 1866'da açıkladığı ve ancak 1900'den sonra ilgi uyandırmış olan kalıtım yasaları Darwin için de bir bilmece olduğundan Darwin "Kalıtım yasaları tümüyle bilinmeyen yasalardır" der, gene de bu yasalarla ilgili öngörülerde bulunur, bu arada ayıklanma ilkesini tasarlar.

Ayıklanma ilkesi: Yaşam İçin Savaş

Ayıklanmayı açıklayabilmek için at gibi, güvercin gibi evcil hayvanların özelliklerini gözlemler: "Evcil hayvanlarımızın en belirgin özelliklerinden biri şudur: gerçekten onlarda hayvanın ya da bitkinin kendi yararına olmayan, tersine insanın yararına olan bazı uyarlanmalar görülür, bunlar insanın hevesi ya da yararı için uyarlanmışlardır." Darwin'e göre en önemli sorunlardan biri insanın doğal yaşama getirdiği çeşitliliktir: doğa kendince çeşitlilikler yaratır, insan bununla yetinmez, hevesi ve yararı için do­ğaya yeni çeşitlilikler ekler ve böylece kendisi için evcil ırklar yaratır.

Doğal ayıklanmanın temel ilkesi canlı varlıklar arasındaki yarışmada aranmalıdır. İki aç etobur bir et parçasını kapabilmek için kıyasıya yarışır. Ökseotu elma ağacına ve bazı başka ağaçlara tırmanır, bu onun bu ağaç­larla savaşı gibi düşünülebilir. Böyle birçok asalak bir ağaca sarılsa ağaç ölüp gidecektir. Aynı dalda yer alan ökseotu toplulukları birbirleriyle çekişme içindedirler. Ayrıca ökseotunun yayılması kuşlara bağlıdır, bu da bir savaş ya da yarışma anlamı taşır: bu otlar meyvalarını kuşlara sunarak büyük bir alana yayılma olanağı elde ederler, kuşlar dışkılarındaki ökseotu tohumlarını kondukları ağaçlara bırakarak ökseotu yayılırnma katkıda bulunurlar.

Yaşam için yarışın ya da yaşam savaşının (strugglefor lifo) kaynağı varlıkların hızlı çoğalma eğiliminde aranmalıdır. Yaşamlarının doğal akışı içinde birçok yumurta, birçok tohum veren varlıklar bir zaman sonra yıkıma uğrarlar; bu yıkım olmasa bunlar hiçbir yere sığamayacak kadar çoğalacaklardır. Yaşayabilecek olandan daha büyük sayıda birey ortaya çıktığına göre, hem aynı türün bireyleri arasında hem de değişik türlerin bireyleri arasında bir yaşam kavgası olması olağandır. Bu yaşam kavgası yaşamın fiziksel koşullarıyla yıkışma biçiminde de kendini gösterir. Malthus yasasının genelleştirilmesi, tüm canlı varlıklara götülrülmesi olarak düşülnülebilir bu. Çoğalması çok yavaş olan insan bile, yıkım sözkonusu olmasa, yirmi beş yılda tüm dünyayı doldurabilecektir. Çoğalmayı önleyici en büyük yıkım tohumların ve yavruların yokolmasıdır. Bu işte iklimin de çok büyük bir payı vardır. Çok sıcak ve çok soğuk mevsimler yokolmanın en büyük etkenleridir. Öyleyse temelinde bu savaşın, yaşam için savaşın bulunduğu doğal ayıklanma nedir? Darwin bunu şöyle tanımlar: "Uygun çeşitlerin saklanması ve zararlı çeşitlerin elenınesi yasasına doğal ayıklanma diyorum." Darwin 'e göre zararlı çeşitler ayıklanırken, yararı olmayan çeşitler, bireylere ya da türe yıkıcı etkide bulunmayan çeşitler bu yasadan etkilenmeyecektir. Ayrıca ayıklanmada insanın büyük katkılarından da sözetmek gerekir. İnsanoğlu yöntemli ya da bilinçsiz ayıklama usUlleri kullanarak çok önemli sonuçlar almıştır, bu sonuçlar elbette doğal ayıklanmayla sağlanan sonuçlardan daha etkilidir. Bu durumda doğal ayıklanmanın önemi biraz azalıyor mu? Hayır. "İnsan ancak görünür ve dış özellikler üzerinde etkili olabilir. İnsan ancak kendi yararına göre seçer, doğa yalnızca yöneldiği varlığın yararını gözeterek seçer.

1 - 2

Evrimci Düşüncenin Gelişmesi: Charles Robert Darwin - 2

Doğal Ayıklanma Her An Etkindir

Doğal ayıklanma tüm dünyada her an etkindir. Etkinliğiyle kötüyü harcar, iyiyi saklamak üzere ayırır, böylece o 'duyulmaz bir biçimde ve sessizlikte çalışır, her yerde ve her zaman çalışır". Biz bu yavaş dönü­şümü göremeyiz, sezemeyiz. Ancak bir şey bizim için çok açıktır: bugü­nün canlıları dünün canlılarından çok başkadır. Doğal ayıklanma en genel dönüştürücü güçtür. Bazı önemsiz özellikler ve önemsiz organlar bile onun etkisinden kaçamaz. O bir uyarlayıcı güçtür. "Doğal ayıklanma bir böceğin larvasını, o böceğin yetişkin bireyinin yaşayacağı koşullardan çok daha başka koşullara yöneltip uyarlayabiiir." Birkaç saat yaşayan ve bu birkaç saat içinde hiç besin almayan böceklerin değişimi larva deği­şimlerine bağlı olmalıdır. Öte yandan, toplu yaşayan hayvanlarda doğal ayıklanma her bireyi toplum yararına yöneiten bir etki gücü taşımaktadır. "Ancak doğal ayıklanmanın yapamadığı tek şey, bir türü ona özellikle bir başka türün yararına bir katkı sağlamaksızın biçimlemektir." Bu arada bir cinsel ayıklanmadan sözetmek de olasıdır: "Evcil durumda bazen cinslerden birinde görülen bazı özellikler yalnız bu cins için kalıt oluşturmaktadır." Aynı durum evcil olmayanlar için de geçerli olabilir.

Böylece Darwin bize türlerin evrimini ayrıntılarıyla açıklamış oldu.

Bu çok yeni bir açıklamaydı, düşüncede bir devrim etkisi yarattı. XVIII. yüzyılın bu fikre yüzde yüz yabancı olduğunu söylemek elbette yanlış olur. Ünlü fransız doğabilimeisi Buffon ( 1707- 1788) türlerin evrimiyle ilgili ilk görüşleri ortaya koymuş, Lamarck'ın ve Darwin'in geleceği yolda ilk adımları atmıştı. O bir filozof olmaktan çok bir düşünür ve bir bilimciydi. "Bir dizge tasarlamak bir kuram ortaya koymaktan daha kolaydır" diye düşünüyor, "Doğa tarihinin araştırılmasında birbirinden tehlikeli iki yanılgı vardır: birincisi hiçbir yöntemi olmamak, ikincisi herşeyi özel bir dizgeye indirgemek istemektir" diyordu. Darwin elbette Buffon ve Lamarck'ın açtığı yolda çok daha ileriye gitti, bir kuramcı olmaktan öteye bir gözlemci olmayı ve dönüşümle ilgili görüşlerini büyük ölçüde doğrulamayı başardı. Öte yandan Malthus'un nüfus artışıyla ilgili görüşlerini "yaşam için savaş" fikriyle değişik bir boyuta ulaştırdı. Darwin canlının sürekli olarak çoğalımını engelleyen gücün yaşam için savaş olduğunu bildirdi, bu bildirisiyle Malthus'daki korkunun biraz aşırı bir korku oldu­ ğunu ortaya koydu.


İlkel Tipierin Gelişimi


Darwin'e göre bugün varolan çeşitli canlı türleri tek bir tiple, en azından bazı ilkel tiplerie açıklanabilirdi, bu tipler sonradan gelişmiş ve çoğalmış­lardı, gelişimi ve çoğalımı sağlayan da yukarıda gördüğümüz gibi ayıklanma yasasıydı. Buna göre yaşama en uygun olan korunuyor, yaşama uygun olmayan ayıklanıyordu. Canlının çeşitli organları dış dünyanın etkisiyle ya da dış dünyada yapılan deneylede gelişmeye yatkındı, bu geli­şimde canlının ortaya koyduğu yaşamsal gereksinimin de büyük payı vardı. Buna göre bazı organlar gelişiyor bazıları kütleşiyordu, hatta yeni gereksinimler yeni organların oluşumunu sağlıyordu. Bu durumda organizmada ortaya çıkan değişiklikler ardıllara yani gelecek kuşaklara kalı­tım yoluyla ulaşıyordu.

Darwin'e göre her özellik ardıllara geçmekteydi, ardıllara geçmeyen pek az özellik olabilirdi. Böylece Darwin dönüşümü açıkladı ve onun bir kuram olmadığını, bir bilimsel doğru olduğunu deği­şik pekçok örnekle belirledi. Böylece Darwin'cilik XIX. yüzyıl olumculuğuna büyük bir katkı sağladı. O basitçe ortaya konulmuş herhangi bir kuram değildi, doğrudan doğruya yapılmış sayısız deneye dayanıyordu, ayrıca daha önce yapılmış çeşitli gözlemleri de tartışıyordu. Onun en büyük yararı dönüşüm fikrini bilimselleştimesi oldu.

Özetleyecek olursak, Darwin'in çıkış noktası, hayvan yetiştiricilerin çeşitler elde etmek üzere uyguladıkları ayıklamadır, ayıklamadır. Ancak hayvanlarda bu çeşitlemeler kuşaktan kuşağa kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Gerçekte hayvan yetiştiricilerin uyguladığı ayıklama doğanın uyguladığı ayıklamanın içinde yer alır. Doğal ırklarda da evcil ırklarda da bir değişim gücü vardır, bu değişim gücü giderek atalara benzemeyen bireylerin oluşmasını sağlar. Ayrıca bu çeşitlenmeler son derece raslantı­sal ya da değişken görünen çeşitlenmelerdir. Raslantısal değişimlerin bir bölümü yaşam kavgası için uyarlı, bir bölümü uyarsız olabilir. Ancak uyarlı değişimler geçirenler bu kavgada üstün olacaklardır. Türlerin kö­keninde, insan türünün kökeninde de bu vardır. İnsanın özellikleri, bedensel ve ruhsal özellikleri böyle oluşmuştur ve böyle saklanmaktadır ya da dönüşmektedir. Öyleyse türlerin durağan ya da değişmez özelliklere sahip olduğu görüşü değişimin yavaşlığından gelen bir yanılgıdır. Bir görüş olmakla kalmayan, jeoloji ve paleontoloji bilimleriyle de doğrulanan bu bilgiler Copernicus devrimine benzer bir devrimi gerçekleştirmiştir. Lamarck dönüşümü yalnızca gereksinmelere, ortama uyma çabasına bağlıyordu, Darwin'cilikle birlikte tüm yaşam insan için ve öbür türler için bir sürekli dönüşüm anlamı kazanmıştır. Ayrıca bir takım metafizik yorumlada bulandırılan insanın kökeni fikri açıklık kazanmıştır. Böylece yüzyıllardır süren sonuçsal neden fikri yani yaratanın yaratıkları bir amaca göre yaratmış olduğu fikri iyice gerilemiş, elbet bu arada türlerin ayrı ayrı yaratılmış olduğu savı da çürütülmüştür.

Kaynak: Afşar Timuçin - Düşünce Tarihi

1 - 2

Bağnazlık ya da Fanatizm

Ateşli hastalıkta sayıklama, öfkede kudurma ne ise, boş inanda da bağnazlık odur. Coşku içinde kendinden geçen, birtakım hayaller gören, düşleri gerçek, kuruntularını keramet sayan insan bir meczuptur; çılgınlığını cinayetle destekleyen de bir bağnaz. Nüremberg'e çekilerek Papanın Apocalypse deki Deccal olduğuna, canavarın belirtisini taşıdığına iyiden iyiye inanmış olan Jean Diaz bir meczuptan başka bir şey de­ğildi; Roma'dan kalkıp kardeşini ermişçe, öldürmeğe giden ve onu gerçekten Tanrı adına öldüren Bartelemy Diaz da boş inanın yetiştirdiği en iğrenç bağnazlardan biriydi.

Dinsel bir tören günü, tapınağa gidip heykelleri, tören süslerini devirip kıran Polyeuktos, Diaz kadar iğrenç bir bağnaz değilse de, budalalıkta ondan geri kalmaz. Guillaume'un, kral III. Henri'nin, IV. Henri'nin, daha birçoklarının katilleri, Diaz'daki aynı kudurganlığa tutulmuş çılgın hastalardı.

En tiksindirici bağnazlık örneği de Katolik ayınine gitmeyen hemşerilerini, Saint-Barthelemy gecesi öldürmeğe, boğazlamağa, pencerelerden aşağı atmağa, paramparça etmeğe koşuşmuş olan Paris burjuvalarının bağnazlığıdır.

Bir de soğukkanlı bağnazlar vardır. bunlar kendileri gibi düşünmemekten başka suçu olmayan insanları ölüme mahkum eden yargıçlardır: bu yargıçlar daha da suçludurlar, insanoğlunun lanetini daha çok hak etmişlerdir, çünkü Clement'lar, Chatel'ler, Ravaillac'lar, Damiens'ler gibi delilik nöbeti içinde olmadıklarından aklın sesini pekâlâ dinleyebilirlerdi.

Bağnazlık insanın beynini sarmayagörsün, artık hastalık şifasız gibidir. Ermiş Paris'in mucizelerinden söz ederken, ellerinde olmadan, gitgide ateşlenen cezbeliler gördüm: gözleri alev saç­maya başlıyor, her yönleri titriyor, öfkeden suratları çarpılıyordu; hani kendilerine bir itiraz eden olsa, zavallıyı öldürebilirlerdi.

Bu salgın hastalığa karşı gitgide yayılarak, sonunda insanların ahlâkını yumuşatan, hastalığın bunalımlarını önleyen felsefi düşünceden başka ilâç yoktur; çünkü, bu hastalık ılerledikçe kaçmak, havanın temizlenmesini beklemek gerekir. Ruh vebalarına karşı ne yasalar, ne de din yeterlidir; din, onlar için kurtarıcı bir besin olmak şöyle dursun, çürümüş beyinlerde zehir halini alır.

Bu sefillerin kafalarında hep, kral Eglon'u ölüdüren Aod'un; Holophernes'in koynuna girerek başını kesen Judith'in; kral Agag'ı kıtır kıtır doğrayan Samuel'in örnekten vardır. Antik çağda saygıya değer bir yönü olan bu örneklerin; zamanımızda iğrenç bir şey olduğunu görmezler; kudurganlıklarını, bu günahları hiç de hoş görmeyen aynı dinden bulup çıkarırlar.

Bu kuduz nöbetlerine karşı yasalar henüz çok güçsüzdür; bu, kaçığın birine kurul kararı okumaya benzer. Böyleleri içlerine dolan kutsal ruhun yasalardan üstün olduğuna, coşkunluklarının dinlemeleri gereken biricik yasa olduğuna inanırlar.

Bağnazlara yol gösterenler, onların eline bıçağı tutuşturanlar genellikle düzenbazlardır; onlar, söylentiye göre, aptallara cennetin zevklerini tattıran, adlarını vereceği kimseleri öldürürlerse, kendilerine, önceden biraz tattırdığı bu zevkterin sonsuzluğunu vadeden Şeyhülcebel'e ( İsmailî hükümdarlarına verilen unvandır. Fransızlar bunu dillerine çevirerek Vieux de la Montagne demişler. Ama Avrupa'da bu adla, kimi zaman da Aladin adiyle anılan yedinci hükümdar lll. Alâüddin Mehmet'tir; Voltaire de onu kastediyor. Bu hükümdar 1221 den 1255 tarihine kadar hüküm sürmüş ve işlettiği siyasal cinayetlerle tarihe bir dehşet örneği olarak geçmiştir. ) benzerler. Dünyada bağ­nazlıkla lekelenmemiş bir tek din çıkmış, o da Çin ediplerinin dini. Filozofların kurduğu tarikatlar, o zaman, bu vebadan yalnız bağışık olmakla kalmamış, onun ilacı da olmuşlar; çünkü felsefenin etkisi ruhu dirliğe, rabata kavuşturmaktır, oysa bağ­nazlık dirlikle bağdaşamaz. Kutsal dinimiz çoğu zaman bu cehennemlik öfkeyle bozulmuşsa suçu insanların çılgınlığında aramak gerekir.

Kaynak: Voltaire - Felsefe Sözlüğü 2.cilt

Kanunların Doğası

Marcus Tullius Cicero

Kanun, yapmamız gereken şeyleri emreden, yapmamamız gerekenleri yasaklayan ve doğada bulunan en üst düzeydeki akıl yürütmedir. Bu akıl yürütme, insan aklında tam olarak geliştirildiğinde ve doğru bir şekilde kararlaştırıldığında, kanun olur. Bu nedenle en bilgili insanlar, doğal işlevi doğru eylemler yapmayı emretmek, yanlış yapmayı yasaklamak olan bir zeka olduğuna inanırlar. Bu niteliğinin, dilimizdeki ve Yunanca’daki her insana bahşedilen fikir anlamındaki kavramdan çıkarıldığı zannedilmektedir. Ben, ‘tercih etmek’ teriminden isimlendirildiğine inanıyorum. Kanun kelimesine adalet mevhumunu isnat ettiklerinden dolayı, her iki mevhum da kanuna ait ise de, bizler de bu kelimeye bu ayrımı veriyoruz. Benim genel olarak öyle zannettiğim gibi eğer bu doğru ise kanun doğal bir kuvvet olduğundan, adaletin kökeni hukukta bulunabilir. Adalet ve adaletsizliği tespit eden zeki insanın aklı ve muhakeme gücüdür.

Kanun, ne insanların fikirlerinin bir ürünüdür ne de halkın bir kararıdır, aksine yasak ve emirlerdeki dirayeti ile bütün evrene hükmeden ebedi ve ezeli bir şeydir. Kanun, her şeyi cebren ya da yasaklarla tanzim eden Tanrı’nın asıl ve en son iradesidir. Bu nedenle, Tanrı’nın insan ırkına bahşettiği kanunlar, hak ettiği biçimde övülmelidir, zira o emir ve yasaklara uygulanan bir bilge kanun koyucunun aklı ve muhakemesidir.

......Değişik şekillerde ve zamanının gerektirdiği ihtiyaçları karşılayan ve ulusların idaresi için formüle edilen bu kurallar kanun unvanını taşırlar. Bu ada gerçekten layık olan her kanun gerçek anlamda övülmeye layıktır, zira aşağıdaki varsayımın doğruluğunu ispat eder. Kanunların vatandaşların güvenliği, devletlerin korunması ve insanların mutluluğu ve huzuru için icad edildiği ve bu tip kuralları ilk defa uygulamaya koyan kişilerin kendi halkını bu tip kanunların yürürlüğe konulması suretiyle onlara şerefli ve mutlu bir hayat sağlamayı mümkün kıldıklarını söyleyerek ikna ettikleri ve bu tip kurallar oluşturulduktan ve uygulamaya konulduktan sonra insanların onlara “kanunlar” dedikleri kabul edilmektedir. Bu bakış açısından olaya bakıldığında, sözlerini ve anlaşmalarını bir kenara iterek, uluslar için kötü ve adil olmayan kuralları formüle edenlerin “kanunlar”dan başka bir şeyi uygulamaya koydukları kolayca anlaşılabilir. Bu nedenle “kanun” teriminin doğru bir şekilde tanımlanmasında doğru ve adil olanı seçme ilke ve fikrinin tabii olarak var olması gerektiği aşikardır.

Ulusların uygulamaya koydukları öldürücü ve ahlak bozucu kanunlar nelerdir? Bunlar, bir soyguncular çetesinin mecliste geçirdiği kurallar yerine kanunlar denilmesini hak etmemektedirler. Eğer cahil ve yeteneksiz insanlar ilaçlarla şifa vermek yerine ölümcül zehirleri salık verirlerse buna, muhtemelen, doktorların tedavisi denemez. Yıkıcı bir düzenleme olmasına rağmen bir ülke onu kabul etse bile bir ülkedeki bu tip bir kural kanun olarak adlandırılamaz. Bu nedenle, kanun, her şeyin en kadimi ve aslı olan doğa ile ve iyiyi savunan ve kötüyü cezalandıran doğanın standartlarıyla uyum içinde olmak koşuluyla, adil olanla adaletsiz olan arasındaki ayrımdır.

Kaynak: Can Aktan - Özgürlük Yazıları
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP