Epistemolojik Bir Problem Olarak; İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme/İnsan Zihni Üzerine Yeni Bir Deneme

Kutsi KAHVECİ


Özet

"Bilginin elde edilmesi konusunda, İlkçağdan beri filozoflar iki kaynağın önemini tartışı gelmişlerdir. Birincisi, gözlem ve deney, ikincisi zihin. Bazı filozoflar bilginin elde edilmesinde gözlem ve deneyi esas kaynak olarak görürken, bazıları da bu konuda önceliği zihne vermişlerdir. Bunun sonucu olarak bilginin kaynağı sorusuna filozofların vermiş olduğu yanıtlar birbirine zıt iki doktrini oluşturmuştur: Ampirizm ve Rasyonalizm. Ampirizmi savunanlara göre, insan sahip olduğu bütün bilgiyi duyu organları aracılığıyla dış dünyadan edinir. Doğuştan insan zihninde herhangi bir bilgi bulunması mümkün değildir. Rasyonalistlere göre ise, duyu organlarının insana bütün bilgileri kazandırması mümkün değildir. İnsan doğarken bir takım bilgileri beraberinde getirmektedir. Bu çalışmamızda l7.Yüzyıl filozoflarından Ampirizmin tipik savunucusu John Locke ve Rasyonalizmin önde gelen temsilcilerinden Gottfried Wilhelm Leibniz’in, bu dönem içerisindeki tartışmalarını incelemeye çalıştık."


                                                                          ------



Sosyal Bilimler Dergisi Journal of Social Sciences
CiltVolume 4, SayıNumber 32, HaziranJune 2004, ss 167-186


Suje obje ilişkisinin bir sonucu olarak kabul edilen bilgi, varlığın zihindeki bir yansıması olarak kabul edilen kavramlarla dile getirilir. Kavramlaştırma insana özgü bir durumdur. İnsan dış dünyayı algılayıp, çeşitli safhalardan geçirerek kavrama ulaşır. Öyle ki, her bir varlık, her bir konu, onun zihninde bir kavramla karşılanır. Fakat rasyonalist anlayış
açısından bakıldığında kimi temel kavramların ve dolayısıyla bazı ilkelerin doğuştan zihnimizde varoldukları sonucuna ulaşırız.

Demek oluyor ki, dış dünyaya ilişkin bir bilginin meydana gelebilmesi için sadece duyumlar yeterli olmamakta; aynı zamanda bu duyumları analiz ve sentezleyerek zihnin kendisinden kaynaklanan bir takım niteliklerinde bu duyumlara eklenmesi gerekmektedir. Bu da ancak zihinde, deneyden kaynaklanmayan ve deneyden önce bulunan kavramlar aracılığıyla mümkündür. Çünkü kavramlar olmaksızın duyumlar darmadağınık ve anlamsız birer yığından ibarettir.

Öyle görünüyor ki, insan için duyusal deneyimimizin nesnelerine ilişkin olmayan kavramlarla nesnelerin bilgisini elde etmek mümkündür. Bu tür nesnelerin kavramları, mantıksal içerikleri gereği, duyusal deneyimimizden soyutlama yoluyla elde edilen deneysel kavramlar değildirler. Çünkü onlar bizim duyusal olarak algılayabileceğimiz nesnelere ilişkin değildirler. Bu tür kavramlar a priori kavramlardır ve onların nesnel bir geçerliliğe sahip olduklarında, her türlü deneyden bağımsız olarak geçerli olmaları gerekir. Bu kavramlar aracılığıyla bizim için bilgisi mümkün olan ve biricik dünya kabul edilen duyular dünyasının ötesine geçilmiş olur. Bu durumda insan, bilgisinin kaynağı açısından duyular dünyasıyla yetinmeyip, zihnin kendisinin de gerekli olduğunu ortaya koyar.

İşte bilginin kaynağı söz konusu olduğunda bilindiği üzere karşımıza iki farklı yaklaşım çıkar. Ampiristler duyumsal izlenimlerin bilginin tek kaynağı olduğuna inanırlar. Bilgi edinmede düşüncenin rolünü yadsımamışlar, ama ilke olarak onun bilgiye hiçbir şey katmayacağını savunmuşlardır. Ampirizm de en tipik tutum, insan zihninin bir “Tabula Rasa” - boş levha - olduğunu öne süren John Locke’unkidir.
Buna karşın diğer düşünürler tersine, aklın yada düşüncenin bilginin kaynağı olduğunu, duyular aracılığıyla elde edilen bilgininse gerçeğe uygun olmadığını savunuyorlardı. Felsefede bu akım rasyonalizm olarak bilinir. Önde gelen temsilcilerinden birisi de Gottfried Wilhelm Leibniz’dir. Aynı zamanda bilgi edinmenin, nesnelerin özünü kavrayabilme yeteneğinde olan insan aklının etkinliğiyle olanaklı olduğunu ve duyularımızın bizlere dünyanın yanlış bir görünümünü sunduklarını savunan rasyonalistler, duyu bilgisinin değerini de inkar etmemektedirler.

John Locke, ampirizmini temellendirdiği ana yapıtı olan “An Essay Concerning Human Understanding” - İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme - de doğuştan fikirlere karşı bir tartışma ile işe başlamaktadır. Locke; bu yapıtında amacının insan bilgisinin kaynağının, kesinliğinin, genişliğinin ele alınması, insan zihninin yapısının ve işleyişinin çözümlenmesi ve özne olarak nesneleri bilip
bilemeyeceğimizin araştırılarak bilgimizin sınırlarının saptanması olduğunu belirtmiştir.1

Bu amaç doğrultusunda Locke, aynı zamanda bu yapıtla bir önyargıyı değiştirebileceği kanaatindedir. O, “...kimi insanlarda ruhun başlangıçta kazanmış olduğu ve kendisiyle birlikte dünyaya getirdiği bir takım birincil kavramların, öz niteliklerin, sanki insan zihnine kazılmış gibi bulunduğu görüşü yerleşmiştir. Eğer insanların yalnızca doğal yetilerini kullanarak, herhangi doğuştan izlenimlerin yardımı olmadan bütün bilgilerini nasıl elde edebildiklerini gösterebilirsem, bunun önyargısız okurları bu kabulün yanlışlığına inandırmaya yeteceğini sanıyorum”2 demektedir.

Öte yandan Locke’un bu yapıtında doğuştan fikirlerin olamayacağını söylemesi, Leibniz’in “New Essays On Human Understanding” -İnsan Anlığı Üzerine Yeni Bir Deneme- adlı yapıtını yazmasına neden olmuştur. Bu yapıt Locke’un eleştirilerine bir yanıt niteliğindedir.

Bilginin kaynağı probleminde, zihnin boş bir levha mı? yoksa dış nesnelerin bazı vesilelerle uyandırdığı bazı ilkelerle bir çok kavramlara kaynağı itibariyle sahip mi? olduğu konusunda Locke; “...zihnin bütün öz niteliklerinden yoksun, hiçbir idesi olmayan, özel deyimiyle beyaz kâğıt olduğunu düşünelim. Bu zihin nasıl donatılacaktır? İnsanın o devingen o sınırsız imgeleminin, hemen de sınırsız bir değişiklik içinde ona işlediği bu geçiş, birikim nereden geliyor? Zihin, usun ve bilginin bütün gereçlerini nereden edinmiştir? Bunu tek sözcükle ‘deney’den diye yanıtlayacağım. Bilgimizin tümünün temelinde deney vardır ve o gereçlerin hepsi de oradan türetilmiştir.”3 demektedir.

Aynı zamanda Locke’a göre; “Duyular önce tikel ideleri içeri alır, henüz boş olan odayı döşemeye başlar. Zihinde adım adım onların bir bölümünü tanıdıkça onları belleğe yerleştirir ve adlandırır. Daha sonra zihin daha da ileri gider, onları soyutlar ve adım adım genel adları kullanmayı öğrenir. Bu yoldan zihin üzerlerinde kendi mantıksal yetisini uygulayacağı gereçler olan ideler ve dil ile donanır. Usa kullanım sağlayacak olan bu gereçler arttıkça usun kullanılışı günden güne daha çok göze çarpar”4

Bu ifadelerden yola çıkarak Locke’un tavizsiz, katı bir deneyci olduğu izlenimine kapılabiliriz. Ancak Locke; “...Anlağımızı düşüncenin bütün gereçleriyle donatan şey, ya dışsal duyular şeyler üzerinde, ya da zihnimizin algıladığımız ya da düşündüğümüz şeylerle ilgili olarak yaptığı içsel işlemler üzerinde yaptığımız gözlemlerdir. Bunlar hem edinmiş olduğumuz hem de doğal olarak edinebileceğimiz bütün idelerin kendilerinden fışkırdığı iki bilgi kaynağıdır”5 demektedir. Bu da bize onun aşırı bir deneyci olmadığı kanaatini vermektedir.

Ahmet Cevizci “Onyedinci Yüzyıl Felsefe Tarihi” adlı yapıtında, Locke’un doğuştan fikirlere yönelttiği saldırının epistemolojik bir mesele olarak görülüp sadece rasyonalizme bir karşı çıkışla sınırlandırılmaması gerektiğine dikkat çekmekte, o, doğuştan fikirlerin varoluşuna karşı çıkarken, aynı zamanda yine bir bütün olarak modern düşünürlere özgü bir tarzda geleneğe skolastik düşünceye karşı tavır almaktadır demektedir.6

Bu düşünceler karşısında Gottfried Wilhelm Leibniz “...duyularımızla kazanmamızın imkansız olduğu doğuştan fikirlerin varlığına inanmış bulunuyorum”7 demektedir. Yine o, şöyle der; “...bu yeni sistem beni daha da ileri götürüyor ve – ileride göreceğiniz gibi – ruhumuzun bütün düşüncelerinin ve hareketlerinin kendi derinliklerinden kaynaklandığını ve kesinlikle duyularca kazandırılamayacağına inanıyorum. ... Dış duyular için – belirli bir anlamda – onların düşüncelerimizin sebeplerinin bir bölümü olduğunu söyleyebilirim.”8

Bu bağlamda Locke’un doğuştan fikirlere saldırısı karşısında Leibniz, doğuştan fikirlerin varlığını tartışmaktansa, onların neden varolduğunu, neden kendimizi onların içinde bulduğumuzu araştırmanın daha önemli olduğunu şu sözleriyle vurgulamaktadır; “Benim fikrime göre sorulması gereken sorular, duyularımız vasıtasıyla elde etmediğimiz fikirlerin neden varolduğunu, neden kendimizi şekillendirmediğimiz halde, kendimizi onların içinde bulduğumuzu ki, bunların farkına duyularımız vasıtasıyla varıyoruz sorularıdır”9

Bu sorulardan hareketle Leibniz, Locke’u şöyle tenkit eder; “Tahmin ediyorum ki, becerikli yazarımız insanların önyargılarını kaybetmemek ve onlar hakkında tartışmaya girmekten kaçındıkları zaman bunların tabi fikirler olduğu maskesi altında saklanmalarından dolayı doğuştan fikirler doktrinine düşman olmuştur”10
Aynı zamanda “...bilgilerimizin kaynağını, birbiriyle nasıl bağlantılı oldukları ve ne kadarlık bir kesinlik dereceleri olduğunu araştırmaktan kaçınan, doğuştan fikirlerin ve gerçeklerin aldatıcı bahanesini kullananların fikirlerindeki basitlikle ve tembellikleriyle savaşmak istemiş olmalıdır. Ben buna tamamen bu açıdan bakıyorum.”11

Diğer yandan; “...Analizimizde kendilerini çağrıştıran bütün terimlerin tanımlanmasında ve gösterilerimizde diğer insanların bu konu hakkında nasıl düşündüklerine ve konuya katılıp katılmadıklarına dikkat etmeksizin hiçbir sınırlama koymak istemiyorum. Bu tahmin edebileceğimizden de yararlı olacaktır.”12

Eleştirilerine devam eden Leibniz; “Fakat görünüşe göre yazarımız, amacı ne kadar övgüye değerde olsa, konuyu çok farklı bir yöne götürmüştür. Bana öyle geliyor ki, yazarımız kaynağı akıl olan gerekli bilgilerle, duyu deneyimleriyle, hatta bizimle beraber oluşan, elle tutulabilen gerçekleri yeterli derecede birbirlerinden ayırt edememiştir.”13

Görülmektedir ki, Leibniz bizim bir takım kıyaslar sonucu elde edebileceğimiz bilgiler için doğuştan olabilirlik, tümevarım vasıtasıyla elde edebileceğimiz bilgiler için ise duyumların gerekli olduğunu vurgulamaktadır. Bu ise bizlere, Leibniz’in bilginin kaynağı ile ilgili olarak ortaya koyduğu düşüncelerinin iki yönlü olduğunu göstermektedir.

Locke; “...insan ruhlarının ilk varlıklarında edindikleri ve kendi doğalarına bağlı herhangi bir yeti için olduğu gibi zorunlu ve gerçek olarak kendileriyle birlikte dünyaya getirdikleri değişmez izlenimlerin bulunması gerektiği düşünülür. ...Genel kabule dayanan bu uslamlamanın şöyle bir sakıncası vardır; eğer bütün insanların uylaştıkları konularda böyle genel anlaşmalara varmalarının bir yolu gösterilebilirse ki, ben gösterilebileceğini sanıyorum, o zaman bütün insanlığın üzerinde anlaştığı belli doğruların bulunduğu doğru bile olsa, bu, o doğruların doğuştan bilindiğini kanıtlamaz”14 düşüncesindedir.

Buna karşın Leibniz”...doğuştan prensiplerin kesinlik derecesini evrensel kabulle ölçmüyorum. ...bana göre esas aksiyomlar haricindeki bütün aksiyomları kanıtlamaya çalışmalıyız. ...Aynı zamanda size garanti verebilirim ki, insanlar üzerinde yayılacak bir transmisyonla evrensel olmasa bile genel bir birliğe ulaşılabilir”15 demekte ve bu konuda şu örneği vermektedir: ”Evrenin mucizeleri insanların o konuda düşünmelerini sağlamıştır. Doğuştan sağır ve dilsiz bir çocuk aya taparken görülmüştür ve başka topluluklarla karşılaşmamış olmalarına rağmen görünmez güçlerden korkan uluslar keşfedilmiştir”16

Şunu da belirtmek gerekir ki, “doğuştan” terimi, Leibniz felsefesi içinde özel bir anlama sahiptir. Yani ona göre doğuştan fikirlerle, doğuştan olmayanların özsel bir ayrımı yapılabilmelidir. Örneğin Leibniz; “...’tatlı acı değildir’ önermesi doğuştan gerçeklik ifadesinde kullandığımız anlamda doğuştan değildir”17 demektedir.
Leibniz’in burada, bu önermenin doğuştan gerçeklik olmadığını söylemesi, onun düşünceleri ışığında tatlılık ve acılık duygularının zihnin derin düşüncesinden çıkarılmayıp “...çünkü tatlı ve acının hissedilmesi dış duyulardan kaynaklanır”18 olmasındandır.

Buraya kadar ki değerlendirmelerden görünen odur ki, doğuştan olan fikirler ve doğuştan olmayan fikirler arasındaki ayrım burada bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Leibniz bu fikirler arasında yapılabilecek bir ayrımında öze ait bir ayrım olması gerektiği kanaatindedir.

Bu bağlamda Leibniz, doğuştan olan ve olmayan ayrımını ve ikincil nitelikler olarak kabul edilen kavramların hangi bilgi edinme kaynağına dayandırılabileceği sorununu, genelde bütün felsefesinin temelini oluşturan töz anlayışı ile çözümlemeye çalışmaktadır. Dolayısıyla biz, yapılabilecek olan bu ayrımı monadlara ve onların yetisi olarak etkileşim sürecine dayandırabiliriz. Aynı zamanda bu ayrımı bulabilmemiz ve ortaya koyabilmemiz için Leibniz’in etkileşim konusundaki düşüncelerini göz önüne almamız gerekmektedir.

Leibniz’in monadlar teorisine baktığımızda hakim monadın açık algıları olduğunu görürüz ve bu durumda etkin olduğu söylenebilir. Ama aynı zamanda karışık algıları da olabilir ve bu durumda da edilgindir. Böylece bu durum hakim monaddaki karışık algılar için a priori nedenlerin insan bedenini oluşturan monadlardaki değişimlerde bulunacak olması burada edilgenliğin sebebi olarak gösterilebilir. Bununla ilgili basitce diyebiliriz ki, belli düşünceler duyumdan türetilirler ve dışımızdaki şeylerin duyu organlarımız üzerindeki eylemine bağlıdırlar.19

Aynı zamanda Leibniz, üstümüzdeki anlam objelerinin hareketinden söz eder ve bazı şeyler, duygularımızı kesin düşünceleriyle sınırlayan daha ayrıntılı –özel – sebepleri açıkladığı veya kapsadığı için, dışarıdan gelen bilgiyi zihnimizde anlamayla şekillenene benzer kabul edebiliriz der. Böylece zihnimizde şekillenen fikirler, anlam düşünceleri, bizim pasif olduğumuz düşüncelerdir. Bunlar tekrar karıştırılırlar, ayrıca dış dünyayı da anlatırlar.20

Bu bağlamda Leibniz”...Çünkü ruh küçük bir dünyadır ki, onda seçik düşünceler Tanrı’nın ve karışık düşünceler evrenin birer tasarımıdırlar”21 demektedir.
Demek ki, Leibniz karışık duyu düşüncelerinden bahsederken, tatlı, acı, kırmızı, vb. şeyleri dışsal nitelikler olarak düşünmektedir. Daha öncede bahsedildiği gibi “tatlı acı değildir” önermesi doğuştan bir gerçeklik olamaz. Çünkü tatlı ve acı karışık düşüncelerdir ve dolayısıyla da bu karışık düşünceler görmekteyiz ki, dışsal duyulardan gelmektedirler.

Bilindiği gibi 17.yüzyıl filozoflarından pek çoğu ikincil nitelikler problemine dikkat çekmişlerdir. Bu dönem içerisinde yine Locke ve Leibniz’in görüşleri oldukça önemlidir. Locke; gerçek ve nominal –adsal-
özü birbirinden ayırt etmeye çalışarak bu kavramları tanımlamaya ve analiz etmeye çalışmıştır. Gerçek öz tabiatta bulunan çeşitliliklerin farklı oluşumlarına tekabül ederken, nominal öz ise oluşumları bazı maksatlar için gruplara ayırdığımız cisimlere atfettiğimiz bir özelliktir ve bize ait olan genel isimlerle adlandırılırlar22 demektedir.

Leibniz’de iki öz nitelemesi arasında bu ayrımdan hareketle, özün varlığının kabul edilmesi neticesinde eşyanın tabiatında bütün gerçekliklerin bulunabileceğini söyler. Eğer aksi mümkünse, yani eğer eşya hiçbir öze sahip değilse, onlara taklidi bir şekilde yanlış özü atfedebiliriz ve bundan dolayı niteliklerin varolmayacaklarını söyleyebiliriz. Örneğin; altının özü, onu neyin oluşturduğunu bize gösterir. Bu yüzden altının mantıki niteliğinin algılanmasında (mahiyetinin algılanmasında) bir açıklık ve seçiklik olmamasına rağmen, parlayan sarı rengine bakarak, ağırlığını hissederek tabiatını ve niteliklerini kavrayabiliriz ve özünü algılayabiliriz.23 Anlaşılıyor ki, bizler altının mantıki niteliğini algılayarak onu diğer cisimlerden ayırabiliriz. Aksine biz yine bir çok yönden altını nominal olarak da belirleyebiliriz.

Leibniz, ikincil niteliklerin ve onların nereden ve nasıl kavrandıkları ile ilgili olarak, varlıkların özünün kavranması ve saptanması neticesinde bizde anlamlandırılabileceklerini belirtir. Zihin bu aşamadan sonra oluşturduğu bu kavramları kullanarak diğer varlıklar hakkında da nitelikler tasvirlemesi yapabilir. Çünkü Leibniz cisimlerin oluşumlarına dayanan nitelikler algılandığı zaman, onların artık bu aşamadan sonra mantıki niteliklerinin olabileceğini söyler.24

Bu bağlamda, artık algılanan nesneye ait oluşum özellikleri zihne ait olmakta, yani zihinsel hale getirilmiş olmaktadır. Fakat Leibniz aynı niteliklerin belirgin bir şekle veya anlaşılabilir bir hale getirildiklerinde, bizim onları birincil nitelikler (mantıki nitelikler) olarak isimlendirdiğimizi de belirtir. Bununla birlikte Leibniz’e göre, cisimlerin oluşumu hakkında bütün mantıki nitelikleri meydana getiren doğruluklar fikri gerçek olmasına rağmen, bizim tarafımızdan bu işleyiş tam olarak algılanamaz. Fakat bunu duyularla veya duyulardan farklı olarak düşünce ve akıl neticesinde üretilen teoriler sonucunda onları algılamadan saptayabiliriz. Bundan dolayı bir insan duyular olmaksızın pek çok yönden duyarlı niteliklerin kavramlarını kullanabilir. Çünkü Leibniz’e göre kavram kendi kendine bir izlenimi içermez ve kırmızıyı diğer renklerden ayırt edecek belirli bir tasvir bilinmemesine rağmen, kırmızı özelliğini ifade etmek için tek bir terime sahip olmak yeterlidir.25

Yukarıda da söz konusu edildiği gibi, Leibniz’e göre; genel olarak bizde veya bilincimiz dışında varoldukları kabul edilen ikincil nitelikler, bize varlıkların özünün saptanması neticesinde ve duyular sayesinde ulaştırılırlar. Leibniz genel olarak kendi felsefesinin karakterini yansıtan eklektik anlayışını burada da söz konusu ederek, duyulabilir veya ikincil niteliklerin ne olduklarının ve neden oluştuklarının duyulardan ziyade, aklın ürünü olan mantıki analiz sayesinde saptanabileceğini belirtir.26

Demek ki, biz burada mantıki analiz ve teoriler sayesinde ikincil niteliklere karşılık gelen veya onlara atfedilen ifadelendirme ve kavramlaştırmalarda bulunabiliriz ve görünen o ki, zihinde yapılan bu kavramlaştırma duyumdan farklı gerçekleşiyor ve ruhun düşünme gücüne bağlıdır.

Diğer taraftan Leibniz algılara konu olanların kavranılması veya algılanmasından oluşan ifadelerin sınırlanması düşüncesindedir. Örneğin; uzay düşüncesi dış dünya tarafından bize verilir ve bununla beraber bu karışık bir duyu düşüncesidir. Fakat deney ve gözleme ve dolayısıyla kanıtlanmaya açık olduğu için seçik bir uzay düşüncemizin olması da mümkündür. Bunun yanı sıra yine dış dünya tarafından verilen açık seçik düşüncelere de sahibizdir. Nitekim Leibniz; ”Seçik bir uzay düşüncemiz olabilir ve ayrıca örneğin; hareket ve sükun gibi seçik düşüncelerimiz de olabilir ki, bunlar sağduyudan, başka bir ifadeyle zihnin kendisinden gelmektedir. Çünkü saf anlağın düşünceleridirler ve tanımlanma ve kanıtlanmaya açıktırlar”27 demektedir.
Bununla birlikte belli düşünceler zihnin kendisinden türetilirler, dışsal duyulardan değil. Örneğin; karelik ve çembersellik düşünceleri zihnin kendisinden türetilmektedirler. Yine ruh; varlığı, tözü, birliği, özdeşliği, nedeni, algıyı, aklı ve duyuların veremeyecekleri daha başka bir çok kavramı kapsar.28

Bu düşünceler derin düşünmeden türetildikleri için doğuştan fikirlerdir. ‘Kare bir çember değildir’ önermesini ele alırsak, aklın bir doğuştan gerçekliği olan çelişmezlik ilkesi duyulardan değil, ama zihnin kendisinden türetilen düşüncelere uygulanmaktadır. Öyleyse biz bu önerme için ‘doğuştan gerçekliktir’ diyebiliriz. Fakat bundan ‘tatlı acı değildir’ önermesinin de, çelişmezlik ilkesinin burada tatlı ve acı düşüncelerine uygulanması zemininde bir doğuştan gerçeklik olduğu sonucu çıkmaz. Çünkü bu düşünceler doğuştan değildirler. Önerme; “...bir karışık sonuçtur ki, onda aksiyom duyulur bir gerçekliğe uygulanmaktadır.”29

Bu noktada Bertrand Russell şöyle der; biz burada şunu sorabiliriz. Acaba Leibniz ‘tatlı’ ve ‘acı’ gibi dışardan gelen anlamlarla, zihnimdeki bir
anlamayla şekillenen ‘kare’ ve ‘daire’ fikirlerini nasıl ayırt etmektedir? Bir kere diğer bazı filozoflarında kabul ettiği gibi Leibniz, anlamayla şekillenen düşüncelerin –fikirlerin- dışardan etki altına alındıklarına inanmaz. Ayrıca Leibniz anlamayla zihnimde şekillenen fikirlerin şeyleri gösterebildiğine ve dünyanın doğru bir bilgisinde bulunmayacaklarına da destek vermez.30 Aynı zamanda “...Anlamayla şekillenen fikirler dış nedenlere yapılan bir anlatımla değil, kendi doğalarıyla ayırt edilmelidirler”31 diyen Russell, Leibniz’in bu noktada çok fazla açık olmadığı kanaatindedir.

Bu bağlamda felsefe tarihçisi Frank Thilly; “...önermeler, yani deneyden kaynaklanan veya tümevarım ile ulaşılan önermeler, evrensel ve zorunlu olarak istenmektedirler. Ancak bunlar, evrensel ve zorunlu bilgiyi ortaya koymazlar. Aksine bir oluşumun çok sayıda örneğini ortaya koyabilirler. Bunlarla olayın her zaman ve zorunlu olarak meydana geleceği kanıtlanamaz. Fakat Leibniz’e göre biz duyumların tanıklığına bağlı olmayan bilgiye de sahibiz. Bunlar matematik doğruları örneğinde olduğu gibi, diğerlerinin aksine evrensel ve zorunlu olan önermelerdir.”32 demektedir.
Bunun yanı sıra eğer mantık ve matematik doğuştan iseler, çocukların neden mantık ve matematiğin önermelerinin bir bilgisi ile doğmadıkları sorusuyla karşılaşabiliriz ki, bu gerçekten bir güçlükle karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Zaten Locke’un, rasyonalistlerin doğuştan fikirler öğretisine getirdiği temel eleştirilerden biri de bu noktadadır.

Locke şöyle der; “...eğer çocukların ve budalaların üzerinde böyle şeylerin basılı olduğu ruhları, zihinleri varsa, onların bunu kaçınılmaz biçimde algılamaları ve bu doğruları zorunlu olarak bilip onaylamaları gerekir. Bunu yapmadıklarına göre bu tür izlenimlerin olmadığı da açıktır. Çünkü bunlar doğal olarak basılmış kavramlar değilse, nasıl olurda doğuştan olabilirler? Eğer basılmış kavramlarsa, nasıl bilinmez olabilirler?”33

Bu bağlamda Leibniz; “...çocukların ve vahşi insanların beyinlerinin geleneklerle bozulmadığı doğrudur. Fakat onlar aynı zamanda insanı dikkatli yapan eğitimden mahrum olduklarından düşünceleri az gelişmiştir. ... Parlak fikirlerin, parlak olmayan ya da dumanlı beyinlerde ortaya çıkması hiçte adil olmazdı. ... Eğitilmiş ve zeki insanlar cahilliğe ya da barbarlığa hayran olmamalıdırlar. Böyle bir hareket Tanrı’nın insanlarını küçümsemek olurdu.”34 demektedir.
Bununla ilgili olarak felsefe tarihçisi Frederich Copleston’da; “... Leibniz’in zaten çocukların mantık ve matematik önermelerin bilgisiyle doğdukları yolunda bir iddiası yoktur. Aksine bu önermelerin bilgilerinin zihnin kendisi tarafından türetilmesi, başka bir ifadeyle insan zihninin bu
yapıda olması anlamında bunlar doğuştandır. Zihnin yapısı ise her insanda aynıdır. Ancak bundan zihnin bir bakıma bir doğuştan fikirler ya da gerçeklikler stoku ile başladığı ya da giderek her zihnin kendisinden türetilebilir olan tüm gerçekliklerin belirgin bir bilgisine ulaşılabileceği sonucu da çıkarılmamalıdır. Aksine zihnin kendisinin böyle bir potansiyel güce sahip olduğu anlaşılmalıdır”35 düşüncesindedir.
Bunun içinde Leibniz, aynı zamanda deneyin doğuştan fikirler ve gerçekliklerin bilinçli bir ayrımına ulaşabilmek için zorunlu olabileceğini reddetmemektedir. Ancak bu herkes için ortak olan bir takım içgüdü gerçekliklerinin de yok olduğu varsayımına götürmez. Zira; "...bazı içgüdü gerçeklikleri vardır ki doğuştandırlar ve onları doğal bir içgüdü yoluyla kullanırız. Örneğin; herkes bilincine varmaksızın (mantık ilkelerinin ne olduklarını bilmeden) da mantık yoluyla çıkarsama kurallarını kullanır.”36

Denilebilir ki, bundan dolayı hepimizin mantık ilkelerine, özellikle çelişmezlik ilkesine ilişkin içgüdüsel bir bilgisi bulunmaktadır. Bu ilkeyi kullanmamız bizim onu zorunlu olarak açık ve seçik bir bilgisine sahip olduğumuz anlamına gelmemektedir.Sadece hepimizin bu ilkeyi içgüdüsel olarak kullandığımız hemen hemen hayatımızın her safhasında açıkça gözlenmektedir.Bu da mantık bilimine değil, mantıklı dediğimiz düşünme tarzına sahip olduğumuzu gösterir. Şunu da ilave etmeliyiz ki, bazen çelişmezlik ilkesinin tam ve yalın bir bilgisine sahip olabilmemiz için deneyimde gerekli olabilir iddiasında olanlar, buna güzel bir örnek olarak da geometri öğrenme kurallarını gösterirler.

Bu bağlamda Leibniz, deneyim ve tecrübenin doğuştan fikirlerin ve gerçeklerin bilinçli bir şekilde fark edebilmemiz için zorunlu olabileceklerini kabul etmektedir. Çünkü ona göre tecrübe alanına ait olan bir takım nitelik ve fikirler için ilk ilke ve gerçeklikler duyum ve tecrübe tarafından bir ön gerektirmeye –üstünlük- sahiptirler. O, geometri ile alakalı olarak “...her doğuştan gerçekliğin her zaman ve herkes tarafından bilindiğini ya da kişinin öğrendiği her şeyin doğuştan olmadığını”37 kabul etmiyordu.

Leibniz’in düşünceleri doğrultusunda bir çocuk tahtaya bir şeklin veya çizginin çizilmesi durumunda geometrik bir teoremin açık bir bilgisini kazanabilmektedir. Ama bu demek değildir ki, o, bir üçgenin düşüncesini duyular aracılığıyla kazanmaktadır. Çünkü burada geometrik bir üçgen görülemez. Tahtada ki üçgen o zaman geometrik bir üçgen değildir. Aynı zamanda bizler için geometrik bir üçgeni duyular aracılığıyla tanımlamak veya tahtadaki üçgeni duyular alanına indirgeyerek geometrik bir üçgen olduğunu kanıtlamak imkansız gibidir.

Leibniz açısından düzgün bir şekilde bilgi diye adlandırılan şey, açık, kesin, yeterli ve sezgiye dayalı bir idea veya bir dizi ideadır. Bu bizde doğuştan bir prensibin varlığına dayalı olarak çıkmaktadır.38 O, bu konuda ‘New Essays’ da şöyle der; “...insanlar arasında genel olarak kabul görmüş olması bir fikrin doğuştan olmasının bir göstergesi değil, bir işaretidir ve bu prensiplerin titizlikle kanıtlanmış olmalarının göstergesi bizimle beraber olmalarıdır.”39

Ruhta, ruhun algıladığı –ayırt ettiği – işlenmiş gerçeklerin olması bir çelişkidir şeklinde ampirist bir yaklaşım karşısında Leibniz; “...önyargıya sahipseniz doğuştan fikirleri reddetmenize şaşırmamak gerekir. Fakat varlığından haberdar olmadığımız sonsuz çokluk bilgiyi bildiğimizi fark etmemiş olmanıza şaşırıyorum. Bu bilgileri depolamak ve ihtiyacımız olduğunda tekrar hatırlatmak hafızanın bir fonksiyonudur. Peki şimdi bunları yadigar olarak mı tanımlayacağız? Çünkü hatırlamanın yardıma ihtiyacı vardır. Bildiğimiz her şeyi her an aklımızda tutamayacağımız için beynimizdeki bilgi topluluğu içinden ihtiyacımız olan bilgiyi ayırt etmeye yardım edecek bir şey ya da birisi olmalı”40 demektedir.

Yine Leibniz; “...bir açıdan bakıldığında aritmetiğin ve geometrinin tamamı doğuştan kabul edilmelidir. Öyle ki, geometri ve aritmetik potansiyel bir biçimde içimizde vardırlar. Dikkatli ve metotlu bir şekilde ele alındıklarında deneyim yoluyla ya da başka insanların yardımı ile öğrendiklerimize başvurmadan açığa çıkarılabilirler”41 der ve şöyle devam eder; “...Eflatun bunu bize Sokrates’e bir çocuğa hiçbir şey öğretmeden, değişik sorular sordurup çocuğu soyut gerçeklere vardırarak göstermiştir. İnsan bu tür deneyleri kendi araştırmalarında da yapabilir ve eğer bir insanın hayatında hiçbir şey görmemiş, ya da hiçbir şeye dokunmamışsa beyninde herhangi bir nesnenin şeklini oluşturmasını çok zor olmasına rağmen görmeden ya da dokunmadan dahi gerekli gerçeklere varabilir.”42

Leibniz bu görüşleri ile bilgi sorununu çözdüğüne inanır. Fakat Ruth Lydıa Saw aynı kanaatte değildir. Zira o, “Leibniz” adlı yapıtında şu düşünceleri ileri sürmektedir; “...Biz onunla şu konuda aynı fikirde olabiliriz; hiçbir tecrübe evrensel matematik doğrusunu kurmaya yeterli değildir. Bu son olabilirlik hakkında tatmin edici olmayan şey şudur; gelişme sistemimizdeki idealar arasındaki ilişkiyle tatmin olabiliriz. Yani sonuçlarımızın şartlı gereksinimi ile. Fakat öncüller hakkında basit doğruyu kurabilene kadar bu sonuçların doğru olduğunu söylemeye karşı çıkabiliriz. Yani matematiksel sonuçlarımızın kesinlikle doğru olduğuna, ilk tanımları verdiğine hemfikir olabiliriz. Fakat onların herhangi bir şeyin doğrusu olduğunu kesinlikle bilemeyiz.”43

Saw, Leibniz’in düşüncelerinden hareketle yukarıdaki pasajdaki eleştirilerine Leibniz’in yanıtının şöyle olabileceğini düşünmektedir; “...onların kesinliği, onun bize verdiği mükemmel bilginin işaretleriyle açıktır ve onlar dünyanın doğrusudur. Çünkü kendimizde keşfettiğimiz ilk idealar nesnelerin mahiyetinin bir yansıması değil, onlar Tanrı’nın zihninde bir yansımasıdır. Tanrı ki, ezeli ve ebedi doğruları tasarlayıp onlara uygun dünyayı yarattı. Daimi doğrular, bütün mümkün dünyaların ve bu sebeple dünyanın da doğrularıdır ki, bu olabilirliklerin birinin gerçekleşmesidir. Dünya bilgisini ele geçirmenin bir yolu olduğunu, bunun gerçek tecrübeyle olduğunu ileri süren felsefeciler bizim mâkul bilgimiz ne kadar tatminkârsız olursa olsun bu konuda avantaja sahiptirler. Bizim tecrübelerimizin bir kaydı kesinlikle doğru olursa, o kesinlikle dünyanın doğrusudur. Akla dayalı bilginin kesinlikle doğru olduğunu söyleyebiliriz. Fakat tecrübelerimizin kesinlikle dünyadan gelmesine rağmen onun dünyanın dünyası olduğundan emin olamayız.

Tecrübelerimize dayanan çıkarsamalardan emin olamayız.”44 Kuşkusuz bu yanıt, bizce de Leibniz’in anlayışına uygun düşmektedir.
Öte yandan Leibniz; “Makul bir şeye ihtiyacı olmayan soyut düşüncelerimizin – ki bunlar harflerin ya da seslerin şekilleri dahi olabilir – olmayışı doğanın hayran olunacak bir ayarlamasıdır.”45 Demektedir ve yine o, “...eğer mâkul izler gerekli olmasaydı ileride size, hakkında daha detaylı açıklama fırsatı bulacağım, daha önceden kabul edilmiş olan beden ve ruh uyumu oluşmazdı. Fakat bu aklın gerekli gerçekleri kendinden elde etmesini engellemez. Aklın hiçbir yardımı olmadan doğal mantık ve aritmetikte ne kadar ileri gidilebileceği bazen açığa çıkıyor. Örneğin; tam olarak hatırlıyorsam, bu doğal aritmetiği hiçbir hesaplama metodu, hatta okuma yazma dahi öğrenmemiş olmasına rağmen, karışık hesapları hemen kafadan yapabilen İsviçre’li çocuğu gösterebiliriz.”46

Demek ki, Leibniz için doğuştan fikirler potansiyel –gizil– anlamda doğuştandırlar. Bu yalnızca zihnin belli düşünceleri oluşturma ve sonra aralarındaki ilişkileri algılama gücü vardır demek değildir. Çünkü doğuştan fikirler görüşüne karşı çıkanlar bile bunu kabul edeceklerdir. Aksine bu aynı zaman da; “...zihnin bu düşünceleri kendi içinde bulma gücü vardır”47 anlamına gelmektedir.

Bu bağlamda Leibniz; “...farkına varma safhasına gelmeden önce potansiyel olarak içimizde ne vardı sorusuna yanıt arayanlar en basit olandan başlamalıdırlar. Çünkü genel prensipler düşüncelerimizin iç kısmı ve harcı olarak giriyorlar beynimize. Onlara dikkat etmesek bile onlar kasların ve tendonların yürümeye gerekli oldukları kadar düşüncelerimiz için gereklidirler. Akıl tamamen bu prensiplere dayanır. Fakat o prensipleri teker teker ayırt etmekte zorlanır. Çünkü hangisinin hangisi olduğunu belirlemek çok büyük bir dikkat ister, bu da her zaman verilemez”48 demekte ve;
“...maddenin doğasıyla beynin doğası birlikte hareket ederler. Beyinde varolanların farkına varılmasıyla maddenin incelenmesini karşılaştırdığınızdan dolayı oluşan itirazlarınız sizin ve arkadaşlarınızın doğuştan gerçekleri, karışık bir yolla da olsa içgüdü ile kabullenmiş bilgiler olarak görmenizden kaynaklanıyor. Böyle gerçekler vardır. ...Fakat doğanın ışığı açık bilgilerle çalışır. Sık sık eşyaların doğası üzerinde düşünmenin aklımızın doğasının ve o doğuştan fikirlerin bilgisinden başka bir şey olmadığını, bunları bulabilmek içinde dışarıda aramanın gereksiz olduğunu fark ediyoruz.”49 şeklinde düşüncelerini ileri sürmektedir.

Aynı zamanda; “...böylece ben fark edilmek için sadece öyle bir inceleme gerektiren gerçekleri doğuştan olarak kabul ediyorum. Beynin bu bilgileri kendi içinde bulma yeteneğine ek olarak onlar hakkında dikkatlice düşünme ve onları kabul etme yeteneği – eğilimi – vardır.”50

Gerçekler asla farkında olmadan yerleştirilebilirler. Böylece kökleri söz konusu olduğunda bunlarla, sonradan öğrenilenler arasında hiçbir fark görünmüyor şeklindeki ampirist bir yaklaşım karşısında Leibniz;”Akıl sadece onları bilmeye değil aynı zamanda kendisi içinde bulmaya da kadirdir.Sahip olduğu tek kabiliyet bu bilgi kaynaklarına ulaşmak olsaydı – ki balmumunun ilk olarak boş bir kağıda sonrada kelimelere ulaşması gibi pasif bir güç olurdu- gerekli gerçeklerin kaynağı olamazdı. ...Duyuların kendi gerekliliklerini göstermede yetersiz oldukları saklanamaz.Bu yüzdende aklın onları kendi derinliklerinden çıkarmaya bir eğilimi vardır.-Aktif ya da pasif olarak- Yine de aklın dikkatinin bu yöne çevrilmesi ya da işlevi için fırsat verilmesi için duyulara ihtiyaç vardır”51 demektedir.

Diğer yandan; “...içimizdekilerin farkında olabilmek için dikkatli ve metotlu davranmalıyız. Şimdi çocukların duyuların nosyonlarına daha dikkatli yaklaşmaları sadece mümkün değil, aynı zamanda uygundur. Çünkü dikkat ihtiyaçla yönetilebilir. Buna rağmen doğanın bizi doğuştan olarak bilgi parçacıklarıyla yüklemesinin sebepsiz olmadığını düşünüyorum. ...Çünkü bu bilgi kırıntıları olmasaydı görsel bilimlerdeki gerekli gerçeklerin aktüel bilgisine ulaşmak ya da gerçeklerin sebeplerini öğrenmek imkansız olacak, bizimde hayvanlardan farkımız kalmayacaktı.”52

Öte yandan kendisi üzerine düşünme yoluyla zihin töz düşüncesini kavramaya başlar. Öyle anlaşılıyor ki, “zihinde ve ruhta duyulardan gelmeyen hiçbir şey yoktur” şeklindeki felsefi görüşe karşılık, Leibniz’in düşüncelerine uygun olarak zihinde ve ruhta “ruhun kendisi ve yatkınlıkları dışında” duyulardan gelmeyen bir şey yoktur demek gerekiyor. Böylece Leibniz’in, Locke’un zihnin “boş bir levha” – tabula rasa – olduğu şeklindeki düşüncesini kınadığı da açıkça görülmektedir.

Bu görüşü desteklemek için düşünür Genevıeve Rodis Lewis, Leibniz’in, Locke’a karşı ampirizme şunları eklemektedir der; “ ...duyulardan gelmeyen hiçbir şey ruhta mevcut değildir. Ancak ruhun kendisi bunun bir istisnasıdır. Eğer ruhun şu ya da bu düşünceleri belirlemesi için deney gerekiyorsa o, varlık, töz, birlik, kendilik, neden gibi kavramları kendi öz temellerinden alır ve evrensel bir gerçeğe ulaşabilen bazı özel deneyler akıl tarafından atfedilen zorunluluğu bilmeden tümevarımla onu her zaman elde edemezler.”53

Anlaşılıyor ki, duyu izlenimlerinden bir bilgi, bir doğru ortaya çıkacaksa, akıl tarafından atfedilen zorunluluğun bilinmesi şarttır. Ayrıca Leibniz’in bu düşünceleri Aristoteles’in metafiziğe ait bir görüşü olan kuvve – fiil ( güç ve fiil ) ayrımının bilgi teorisine aktarılması izlenimini vermektedir. Bilindiği gibi Aristoteles’e göre her şey madde ve şekilden veya bir güç ve fiilden ibarettir. Cansız şeylerden insana kadar bütün varlıklar maddeden şekle, güçten fiile geçiş halindedir. Tıpkı bunun gibi doğuştan fikirler önce güç halinde iken sonra fiil haline geçerler. Fakat bu geçiş kendiliğinden olmamaktadır. Bunun için fiile geçiren bir müdahaleye, tecrübeye ihtiyaç vardır. Öyle anlaşılıyor ki, Leibniz’in bilgi anlayışında akılcılık kadar, tecrübeciliğinde yeri vardır ve bilginin doğuşunda ve oluşumunda bu iki görüşün karşılıklı bir takım rolleri ve birbirlerini tamamlamaları söz konusudur.

Bu bağlamda Hilmi Ziya Ülken ; “Leibniz’e göre insanlar doğarken ilmimizin temeli olacak bir takım fikirlerle geliyorlar. Fakat bu fikirler tecrübenin uyandırdığı duyumlarla doğrulanmadıkça kullanılması imkansız olarak dış şuurda kalıyorlar”54 demektedir.

Ülken, aynı zamanda ; “...Leibniz uzlaşmaz görünen bu iki doktrini uzlaştırma gayretleri taşımaktadır. Leibniz doğuştan fikirleri iki prensibe irca ediyor: Çelişmezlik ve yeter sebep prensipleri. Birincisi sırf mantıki ilişkilere aittir. İkincisi bir akıl ilkesi olmakla beraber olaylar arasındaki sebeplik münasebetini ve determinizmi açıklar. Bu suretle Leibniz akılcılıktan tecrübeciliğe geçişi ve bu iki doktrini uzlaştırma çabalarını daha prensiplerden itibaren ortaya koymaktadır.”55 düşüncesindedir.

Öte yandan, eğer hafızada şimdiye kadar hiç bilmediği bir bilginin varolduğu söylenirse, bu durumun tek açıklaması ; hafızanın bütün şeyleri bilmek için bir bölümü ya da kapasitesi olduğudur şeklindeki ampiristlerin ileri sürdüğü sav karşısında Leibniz şöyle demektedir. “...Eğer elde edilmiş bir bilgi hafızada saklanabiliyorsa, neden doğa orada bir dizi öğrenilmemiş bilgiyi saklayamasın? Kendini bilen düşünen bir madde kendi doğasına ait bütün bilgileri doğrudan bilmek zorunda mıdır? Ruhumuzun her an her

yerde varlığının farkında olamayacağımız değişik bölümleri ve durumları olamaz mı?”56
Nitekim Heinz Heimsoeth, onun bu düşüncelerini yorumlarken şöyle diyor; “Leibniz, John Locke’un daha önce duyularımızda bulunmayan hiçbir şey, anlayış yeteneğinde bulunamaz cümlesine üç kelime daha katmaktadır. Anlayış yeteneğinde özel düşünme yetenekleri, görüş kaynakları vardır. Anlayış yeteneği, anlama ve görüş gibi yetenekler duyuların bir verisi olarak bize verilmeden öncede bizde vardırlar. Anlayış yeteneğinde duyulara dayanmayan özel bir yetenek vardır. Tasavvurlar elde etmek, onları geliştirmek ve birbirlerine bağlamak bu yeteneğin işidir. Bu tasavvurlar daha çok tam ve güvenli olan kavramlardır. Bu kavramlar yargılar şeklinde birleşirler. Böyle yargıların hakikati bizim için kesin ve bütün zamanlar için geçerlidir.”57

Öte yandan; değişik görüşteki insanlar gerekli ya da ezeli gerçeklerle deneysel gerçekler arasındaki mana yönünü düşünememişlerdir şeklindeki yaklaşım karşısında Leibniz; “Gerekli gerçeklerin asıl kanıtı sadece anlayıştan kaynaklanır ve diğer gerçeklerin kanıtlanması da deneyimle ya da duyuların gözlenmesiyle olur. Aklımız her iki tür gerçeği bilmeye kadirdir. Fakat birincisinin kaynağıdır. Evrensel gerçekler ne kadar tecrübe edilirse edilsinler, akıl yoluyla bunların gerekli olduğuna karar vermeden her zaman geçerli olduklarını bilemeyiz.”58 demektedir.
Bu bağlamda yine; ‘eğer anlayıştan kaynaklanır, anlayışın içindedir’ sözlerinin herhangi pozitif bir içeriği varsa, o zaman bu anlayış tarafından anlaşılmış ya da algılanmış anlamını vermez mi? şeklindeki soru karşısında Leibniz; “...onlar bize çok farklı şeyin anlamını veriyor. İfade anlayışın içinde ne varsa orada bulunabilir ve tartıştığımız gerçeklerin kaynaklarının ya da asıl kanıtlarının ‘anlayış içindedir’ anlamına geliyor. Duyular bu gerçekleri ima edebilir, doğrulayabilir ve haklı çıkarabilirler. Fakat onların şaşmaz ve daimi kesinliklerini hiçbir zaman gösteremezler.”59 düşüncesindedir.

Yine Leibniz; “...gerekli gerçeklerin dayandığı akla dayalı fikirler duyulardan kaynaklanmazlar ve sizlerde kabul edersiniz ki, bazı fikirler beynin kendi üzerinde yoğunlaştığında ki, yansımasından kaynaklanmaktadırlar. Gerçeklerin doğasının ikisi de açıkça oluşmadan önce fikirlerin doğasına bağlı olduğu gibi, gerçeklerin açık bilgisi fikirlerin açık bilgisini takip eder ve duyulardan gelen fikirler bağlı olan gerçeklerin kendileri dahi kısmen duyulara bağımlıdırlar. Fakat duyulardan gelen fikirler ve kısmen de bu fikirlere bağlı olan gerçekler karışıktır. Buna karşılık akla dayanan fikirler ve bu fikirlere bağlı olan gerçekler belirlidir ve hiçbirisi
duyulardan meydana gelmez. Yine de duyularımız olmaksızın bunların farkına varamayacağımız doğrudur.”60 demektedir.

Aynı zamanda Leibniz, rakamlarında akla dayalı fikirler olup olmaması konusundaki güçlüklere de şöyle yanıt verir; “...gerçekleri açıkça oluşturmaktaki zorluk, fikirleri açıkça oluşturmaktaki zorluktan kaynaklanır. Buradaki durum zaten oluşturulmuş fikirleri kullanmaktan kaynaklanıyor. Çünkü l0’a kadar saymayı öğrenmiş olan herkes onların belirli bir tekrarıyla l8, l9 ve 37’nin ne olduğunu, yani bir ya da üç çarpı l0 artı 8, ya da 9, ya da 7 olduğunu kolayca anlayacaktır. Fakat l8 artı l9’un 37’ye eşit olduğunu anlamak gerçekte sadece 3’ün tanımlanmasına yol açan 2 artı l’i anlamaktan daha zordur.”61

Buna rağmen aklın operasyonlarını azıcık dikkatle inceleme zahmetine katlanan herkes, aklın bazı gerçekleri kabul etmeye olan hazırlığının, insan beyninin yeteneğine bağlı olduğunu fark edecektir şeklindeki felsefi yaklaşım karşısında Leibniz şöyle diyor; “Evet tabi. Fakat beynin o gerçekleri kabul etme yeteneğinin işini kolaylaştırıp doğallaştıran etken insan aklının o gerçeklerle olan özel yakınlığıdır. Bizde bu yüzden onları doğuştan olarak adlandırıyoruz. Böylece bu etken o gerçekleri anlama yeteneğinden oluşan basit bir yetenek değil, ruhumuzun içinden çıkarılabilecekleri çıkaran bir karakter, yetenek veya bir preformasyondur. Aynı bir taşa ya da bir parça mermere keyfi olarak verilen şekillerle heykeltraşın yararlanmak istediğinde uslubunu belirten ya da belirtmeye eğilimli olan şekillerin arasındaki farklara benzer.”62

İşte bu bağlamda Leibniz, ‘tabula rasa’ – zihin boş bir levha -düşüncesine katılmazken “ ...eğer bu gerçeklerin bizde tıpkı Herküles’in yontusunun, bu yontunun ya da bir başkasının üstlenilmesine bütünüyle ilgisiz mermerde olduğu gibi olmaları demekse, bu daha çok damarlı bir mermer parçası gibidir”63 demektedir. Biz burada Herküles’in yontusunu potansiyel – gizil – olarak onda kapsandığını söyleyebiliriz. Bu ise mermerden heykel yapabilmek için, o mermerin verilecek şekle yatkın ve eğilimli olmasını gerektiren özelliklerin mermerde bulunmasını ifade etmektedir. “ ...böylece düşünceler ve gerçeklikler bizim için eğilimler, yatkınlıklar, alışkanlıklar ya da doğal yönelimler ölçüsünde doğaldırlar. Her ne kadar bu gizilliklere her zaman onlara karşılık düşen ve çoğu kez duyumsanmayan kimi eylemler tarafından eşlik ediliyor olsa da .”64

Öte yandan Leibniz’in doğuştan fikirlerle ne anlatmak istediğine dair büyük zorlukların mevcut olduğunu ileri süren Bertrand Russell, Leibniz’le Locke arasında geçtiğini varsaydığı şu diyalogla sorunu ortaya koymaya çalışmaktadır. “ ...Locke sorar; ‘fikir düşüncenin objesidir’ doğru değil mi?
Leibniz ise bu soruya ‘iç objeyi eklemek koşuluyla’ kabul ederim der. Ayrıca yanıtına şöyle devam eder; fikir, düşünce yapısıyla kendisine benzeyen gerçek düşüncelerle ortaya çıkacak ve sona erecektir. Fakat obje olma, düşüncelerden önce veya sonra gerçekleşebilmektedir. Dolayısıyla fikir akılda bulunmasına rağmen ne bilgidir nede istektir. – arzudur – Ayrıca düşünce de değildir. Fakat düşünce, ne hakkında düşünür.”65

Yine Russell; “...bu açıklamalar Leibniz’in ‘fikirler akılda vardır’ söyleminin sebebini algılamamızda bize yardım etmektedirler. Bu da fikirlerin akıl dışında varolmamalarına dayanmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, Leibniz fikirlerin varlık için neden bütünüyle ele alınmaları gerektiğini, ya da onların zihinsel varolmalarında düşünülen zorluğu pek aklına getirmemişe benziyor”66 demektedir.

Eleştirilerine devamla Russell şunu da dile getirir; “ ...2 fikrini düşünelim. Leibniz bunun bir yandan kendine ait 2 fikri olmadığını, diğer yandan da düşüncesi hakkındaki bir şey olduğunu anlatmaktadır. Fakat bu şey akılda vardır ve başka birisinin düşündüğü 2 ile aynı değildir. Dolayısıyla farklı insanların düşündüğü kesin bir 2 sayısı vardır diyemeyiz. Sonuç şudur; herkesin aklı kadar 2 sayısı vardır. Bütün zihinler genelde bir şeye sahiptirler. Bu bir şey, hiçbir şey olabilir. Fakat bir başka fikir olamaz. Fikir ise düşüncelerden meydana gelecektir. Böylelikle yapılan açıklamalar bizi bir karanlığa iterler.”67

Öte yandan Leibniz’de mantık ilkeleri ve matematik kurallar yanında ‘Tanrı’ fikri de doğuştandır. O, doğuştan Tanrı fikrini kabul edip savunduğunu şu sözlerle ifade eder; “... Descartes’ın da kabul ettiği doğuştan Tanrı fikrinin varlığına her zaman inanmışımdır ve şu anda da bu fikri kabul ediyorum.”68

Ona göre insan zihninde mantık ilkeleri ve geometrik prensipler gibi öğrenime ihtiyaç duymayan bir takım fikirler vardır. İşte “... Tanrı fikri de öğrenilmemiş olmasına rağmen ruhumuzun derinliklerinde vardır. Tanrı, bir çeşit içgüdü ile ruhumuza yerleştirilmiştir.”69 Böylece Tanrı fikrinin doğuştan olduğunu söylemenin, her iki filozof içinde – Leibniz ve Descartes – anlamının şu olduğu kanaatindeyiz; Tanrı fikri zihnin deruni bir düşüncesidir ve Tanrı vardır önermesinin gerçekliği de burada yatmaktadır.

Bu bağlamda yine Leibniz ; “ ... Tanrı fikrine karşı olan eğilim, insan doğasının bir parçasıdır. Bu fikrin ilk öğrenilmesi açığa vurmaya bağlansa da insanların bu fikri kabule hazır oluşları dahi ruhlarının doğasından gelmektedir.”70

Öte yandan Tanrı fikrinin doğuştanlığını kabul etmesine rağmen, bütün insanların açık-seçik bir Tanrı fikrine sahip olmadığını belirten Leibniz’e göre; “ ... doğuştan olan ilk, böyle açık ve seçik olarak bilinmez. Onu algılayabilmek için çoğu kez büyük bir dikkat ve çaba gereklidir. Öğrenciler bunu her zaman yapmazlar. Herkesin yaptığını söylemekse daha da güçtür.”71

Leibniz’in anlayışında bununla beraber Tanrı, yetkinliğinden dolayı her şeyi - ve dolayısıyla kendisini - birdenbire açık ve seçik olarak ifade etmesini ve tam olarak, açık ve seçik fikirlerin dolaylı nedeni olması neticesi ile ruhta gerçekleşir.72

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; Leibniz monad kuramını bir kenara bıraksak bile, bilginin duyumlardan gelmediğinin kanıtlanabileceğini belirtmektedir. Eğer öyle olsaydı evrensel bilgi imkansız olurdu. Leibniz açısından empirik doğrular olarak adlandırılanlar rastlantısal önermelerdir. Çünkü onun açısından konuya baktığımızda evrensel ve zorunlu önermelerin duyumlardan kaynaklanmadıklarını görürüz. Demek ki, zihnin kendisinde bunların yerleri ve çıkış noktaları vardır.
Leibniz’de evren, aklın yorumlayabileceği matematiksel – mantıksal bir düzendir. Ruh monadı hiçbir dışsal nedenin etkide bulunmayacağı bir oluş olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu olmadan bilgiye ulaşamayız. Fakat bununda ruhun içinde yer alması gerekmektedir. Bu durumda ruh, Locke’un söylediği gibi üzerine karakterlerin yazıldığı boş bir levha olamaz. Bilgilerimiz zihnimizde üstü kapalı bir şekilde yer almakta olup, deneyimin onu yaratması mümkün değildir. Ama onları ortaya çıkarır ve açıklar.

Notlar

John Locke, İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme, çev: Vehbi Hacıkadiroğlu, Ara Yayıncılık, İstanbul l992, s.57
A.g.e. s.6l
A.g.e. s.85
A.g.e. s.66
A.g.e. s.85
Ahmet Cevizci, Onyedinci Yüzyıl Felsefe Tarihi, Asa Kitabevi, Bursa 200l, s.l92
Gottfried Wilhelm Leibniz, New Essays On Human Understanding, Trans: and ed: Peter Remnant and Jonathan Bennett, Cambridge University Press, Cambridge l989, s.74
A.g.e. s.74
A.g.e. s.74 0 A.g.e. s.74
A.g.e. s.74 2 A.g.e. s.74

Kutsi KAHVECİ / Journal of Social Sciences 4(32), 2004, 167-186 185
13 A.g.e. s.74
14 Locke, a.g.e. s.6l
15 Leibniz, a.g.e. s.75
16 A.g.e. s.76
17 A.g.e. s.82
18 A.g.e. s.82
19 Frederick Copleston, Felsefe Tarihi, Kıta Ussalcılığı, Cilt: 4, Bölüm:B, Çev: Aziz Yardımlı,
İdea Yayınları, İstanbul l99l, s.226
20 Bertrand Russell, A Critial Exposition of the Philosophy of Leibniz, Redwood Press Ltd.
Melksam l992, s.99
21 Leibniz, a.g.e. s.l09
22 Hide Ishuguro, Leibniz’s Philosophy of Logic and Language, Cornell University Press,
Ithaca, New York l972, s.65
23 A.g.e. s.66-67
24 A.g.e. s.67
25 A.g.e. s.68
26 A.g.e. s.69
27 Leibniz, a.g.e. s.l29
28 A.g.e. s.lll
29 A.g.e. s.83
30 Russell, a.g.e. s.99
31 A.g.e. s.99
32 Frank Thilly, Felsefe Tarihi, Kitap: 2, Çev: İbrahim Şener, Sistem Yayıncılık, İstanbul l995,
s.25
33 Locke, a.g.e. s.62
34 Leibniz, a.g.e. s.88
35 Copleston, a.g.e. s.228
36 Leibniz, a.g.e. s.88
37 A.g.e. s.88
38 Ruth Lydıa Saw, Leibniz, U.S.A, Penguin Inc. Harmond Sworth l954, s.l95
39 Leibniz, a.g.e. s.76
40 A.g.e. s.77
41 A.g.e. s.77
42 A.g.e. s.77
43 Saw, a.g.e. s.l96
44 A.g.e. s.l96
45 Leibniz, a.g.e. s.77
46 A.g.e. s.77
47 A.g.e. s.75
48 A.g.e. s.84
49 A.g.e. s.84
50 A.g.e. s.84
51 A.g.e. s.79-80
52 A.g.e. s.87
53 Genevıeve Rodis – Lewis, Descartes ve Rasyonalizm, çev: Haldun Karyol, İletişim
Yayınları, İstanbul l993, s.81
54 Hilmi Ziya Ülken, Genel Felsefe Dersleri, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları,
Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara l972, s.63
55 A.g.e. s.63
Leibniz, a.g.e. s.79 Heinz Heimsoeth, Felsefenin Temel Disiplinleri, çev: Takiyettin Mengüşoğlu, Remzi
Kitabevi, İstanbul l986, s.73-74 Leibniz, a.g.e. s.80 A.g.e. s.80 A.g.e. s.8l A.g.e. s.82 A.g.e. s.80 A.g.e. s.46 A.g.e. s.74 Russell, a.g.e. s.l02 A.g.e. s.l02 A.g.e. s.l02 Leibniz, a.g.e. s.70 A.g.e. s.76 A.g.e. s.76 A.g.e. s.70 Gottfried Wilhelm Leibniz, İmanla Aklın Uygunluğu Üzerine Bir Konuşma, çev: Hüseyin
Batu, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul l986, s.7

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP