Bilginin Empirist ve Rasyonalist Yorumları
|
Sevgi Yıldırım
Bilgi nedir, var mıdır, varsa kaynağı, değeri ve sınırları nelerdir gibi sorular binlerce yıldır düşünürlerin cevaplamaya çalıştığı sorulardır. Sokrates öncesi kozmologlar daha çok ontolojik tartışmalar yürütürken, Sokrat sonrası filozoflar epitemolojik tartışmalar yürütmeye başlamışlardır. Bu dönemde –ki tartışmaları iki bin yılı aşkın bir süredir hala canlılığını koruyan- Platon ve Aristoteles bilginin, özellikle de bilimsel bilginin ne olduğu, kaynağının neler olduğu gibi sorulara ortak noktaları bulunsa da farklı cevaplar vermişlerdir. Ve bu verilen cevaplar günümüzde rasyonel ve empirik düşüncenin temellerini oluşturmuşlardır.
Platon teorisinde, evreni “episteme ve doxa” olarak ikiye ayırmaktadır. (Skirbek,Gilje;2004:80) Doxa olarak nitelediği alan, duyularımızla algıladığımız ve dolayısıyla bu sayede eksik ve mükemmel olmayan bilgiler veren gördüğümüz ve dokunabildiğimiz dünyadan bahseder. Bu dünya öylesine sahte ve yanıltıcıdır ki tüm gerçeklik ve mükemmel bilginin kaynağı episteme yani formlar alemindedir. Platona göre bedensel ölümün gerçekleşmesiyle ruh özgürleşerek ait olduğu yer olan idealar dünyasına döner. Orada tüm ideaları görebilmekte ve bilgisine sahip olabilmektedir. Ruh yeniden bedene bürünüp fiziki anlamda var olduğunda doxa da gördüğü her şeyin bilgisine sahip olarak doğmaktadır. Dolayısıyla zihin bu dünyadaki nesnelerin bilgisine tamamiyle sahiptir. Bu yüzden nesneleri olduğu gibi kavrar, bilgisini bilir. Analojileri ve idealar teorisiyle Platon, bilginin kaynağının zihin olduğunu belirtmiş ve günümüz rasyonel düşüncesinin geçmişte bilinen epistemolojisini sistematikleştirmeyi başarmış ilk düşünürdür denilebilir.Platon’un öğrencisi Aristoteles, hocası gibi bilginin kaynağının tam olarak zihin olduğu konusunda aynı fikirde değildir. Aristoteles, bilginin kaynağında zihnin de rolünü reddetmeden, duyu algılarımızla yani deney ve gözlem sonucunda elde ettiğimiz bilgilerinde güvenilir bilgiler olabileceği konusunu tartışmaya açmıştır. O’na göre bu dünyanın bilgisine empirik yolla ulaşılabilir. Yani bilginin kaynağı olarak duyuları işaret etmektedir.Öyle ki Aristoteles “ bir duyusunu kaybeden bir evreni kaybetmiş” demektedir. (Arslan; 2001:42) Dolayısıyla bilgi Plato’na göre “hatırlama”, Aristo’ya göre ise kurgulamadır denebilir.
Duyularımız bize özel ve tikel olanı verir. Oysa bilimsel bilginin amacı, bizim her zaman genel geçer veya genel ve değişmez olanı bilmemizdir şeklinde tanımlanmıştır. Görüleceği gibi bu genellemelere duyularımız aracılığıyla ulaşabilmemiz mümkün olamamaktadır. Bu yüzdendir ki Aristoteles “bilgi duyumla başlar; ancak duyum değildir” demiştir. Dolayısıyla bilimsel bilginin meydana gelebilmesi için duyular ve aklın tek başlarına bilginin kaynağı olmaktan ziyade ikisi olmadan olamayacağı ortadadır. Aristoteles bilimdeki genellemelere, salt akılla ulaşılması yerine, bu genellemelerin duyusal dünyanın içinde aranması gerektiğini savunmuştur. O, duyuları bilimin kendisi olarak kabul etmez, duyuları, bilimin hareket noktası olarak kabul eder. Görüldüğü gibi Aristo duyu ve aklın bir tür sentezinden bahsetmektedir.Empirik bilginin elde edilmesinde deney önemli bir yere sahiptir. Öyle ki deneyci filozof Locke, İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme adlı yapıtında, zihni beyaz bir kağıda benzeterek, zihnin bilgiyi oluşturmak için tüm malzemeleri tek bir yerden aldığını ve onun da deney olduğunu belirtmektedir. Locke’ye göre tüm bilgiler a posteriori bilgilerdir. Yani insan zihninde doğuştan gelen herhangi bir bilgi yoktur. Edinilen tüm bilgilerin kaynağı ve aracı deneydir. Fakat şunu da özellikle belirtmek gerekir ki Locke, bilginin oluşum sürecinde zihnin her hangi bir işlevi olmadığını düşünmez. Locke zihnin duyularla elde edilen bilgileri işlediğini reddetmez. O zihni duyumlara indirgememiştir.
Locke’un bu yaklaşımına karşın rasyonalist düşünür Leibniz “gerçekten de zihinde deneyden gelmeyen hiçbir şey yoktur; yalnız zihnin kendisi müstesna” diyerek deneyciliği de gözardı etmeden, akılcılığı ön plana çıkarmaya çalışmıştır. Rasyonalistlerin bilgi türüne apriori bilgi denilir. Bu bilgi empirik bilgiden farklı olarak deneyden gelmeyen, deney öncesi bir bilgidir.
Rasyonalistler nedensellik ilkesinin kaynağının akıl olduğunu söylemektedirler. Öyle ki doğada herşey bir neden sonuç ilişkisinde gelişir; fakat deney yapılırken nedenler duyularla saptanamamakta, nedensellik süreci akıldan kaynaklı bir bilgi olarak karşımıza çıkmaktadır denilmektedir.
Binyıllardır Antik Yunan öncesi ve sonrasında, Aydınlanma döneminde ve Modern dönemde tartışılan bilginin öncelikli kaynağının duyuların mı yoksa aklın mı olduğu tartışmalarına karşı çıkan ve bu tartışmanın yanlış zeminde yürütüldüğünü düşünen filozoflar da olmuştur. Bunların en önemlilerinden filozof Sekstus, bilginin kaynağının akıl ve duyularda aranmaması gerektiğini savunmuştur. Ona göre Platon ve Aristo dogmatik, mutlak doğru bilgiye ulaşma çabasında yanılmaktadırlar. Öyle ki bu durumu şöyle açıklamaktadır.Bir şeyin mutlak biçimde doğru olduğunu belirtmek için bir kanıta ihtiyaç vardır. Dolayısıyla bulunan her kanıtta bir başka kanıta ihtiyaç duymaktadır. O’na göre kanıtlar sonsuza kadar gidemez ve böylesi bir tartışma yürütmek düşünceyi geriletmekten başka bir işe yaramayacaktır. Olanaksız olarak gördüğü bir unsur daha vardır ki oda ölçüt sorunudur. Bir şeyin ölçütü, bir başka ölçüte dayanmak durumunda olacağından bu da düşünceyi geriletecek bir durum olarak görülmektedir. Roderick Chisholm bu durumu şöyle özetler: “Neyi bildiğimizi bilmek için, nasıl bildiğimizi, nasıl bildiğimizi bilmek için de neyi bildiğimizi bilmek gerekir. Bu da bizi bir döngüselliğe götürür.” (Öymen;2000:138) Sekstus’a göre mutlak ve nesnel bir bilgi olamadığı gibi ortaya atılan bütün iddialar aklın ve duyuların bir dışavurumudur.
Tüm bu karşıt görüşlere rağmen, bilgi konusunda tartışmalar, genelde empirik ve rasyonel düzlemde gerçekleştirilmektedir. Öyle ki duyu, akıl ilişkisi sürekli vurgulanmakta ve döneme göre yeniden yorumlanarak tartışmaya açılmaktadır. Sekstus’tan yüzlerce yıl sonra Aydınlanma döneminde Kant, duyu ve akıl ilişkisi üzerine yeni bir yorum geliştirerek yeni tartışmalara yol açmıştır. Kant bilgiyi tek kaynağa indirgeme girişiminde bulunarak –kendinden önceki bir çok düşünürde olduğu gibi- “empirik bilgiyi rasyonel bilgi üzerinde temellendirmeye” çalışmıştır.(Özlem;2003:43) Platon, kavramını bilmek nesneyi bilmektir derken; O’na karşılık Kant, nesneyi insan aklının kurguladığı bir şey olarak yorumlar. Kant’a göre zihinde on iki kategori vardır ve bu kategoriler duyumlarımızla elde ettiğimiz verileri -ki bu veriler karmaşık bir şekilde zihne yansır- düzenleyerek onları sistemli bir şekilde düşünmemizi sağlar.
İnsanlar nesneleri oldukları gibi kavrayamazlar ve akıldaki söz konusu on iki kategori nesne de bulunmaz. Kant’ın, düşünce tarihindeki en önemli özelliği, düşünce tarihindeki “Copernicus” devrimini gerçekleştirmiş olmasından kaynaklanmaktadır denilebilir. Bilindiği üzere Copernicus devriminde evrenin merkezinin dünya olmadığı ortaya konulmuş ve bilimsel tartışma zeminin seyri böylelikle değiştirilmişti. Kant’ın düşünce tarihinde yarattığı devrim ise kavramların yer değiştirmesi olarak belirtilebilir. Yani Kant öncesi filozofların öncülleri olan kategorilerin, nesnede mevcut olduğu düşüncesi, Kant’ la beraber zihne atfedilmiştir. Söz konusu kategorilerin (ilişkisellik, nedensellik, vb) nesne de değil akılda olduğu savı ortaya atılmıştır. Evrensellik niteliği taşıyan tüm bu kategoriler bütün insanlarda bulunur, dolayısıyla herkes bu zihinsel perspektiften baktığı şeyi, aynı görmektedir. Fizik ötesinin Newton’u olmaya çalışan Kant, uzay ve zaman kavramlarının, Hume’un belirttiği gibi deney sonucu elde edilmiş bilgiler olduğu fikrine katılmamaktadır. Kant’a göre fizik bilimleri (empirik bilimler) empirik olmayan uzay ve zaman kavramlarını-ki bu kavramlar empirik yöntemle kanıtlanamayan kavramlardır- öncül olarak kabullenmeden empirik yöntemle bilgiye ulaşamamaktadırlar. Dolayısıyla bunlar bizim göremediğimiz; ama düşünebileceğimiz kavramlar olarak tanımlanmaktadır. Kant’a göre uzay ve zaman birer bilgi değil öngörüdür. Uzay ve zaman kavramları nesnelerden önce varolan veya nesneden bağımsız kavramlar değillerdir. Uzay ve zaman bizim görülerimizin öznel koşullarından başka bir şey değildir, bu yüzden de nesnelerden önce böylece de önsel olarak tasarımlanabilirler. ( Akarsu;1998:31)
Görüldüğü gibi empirik ve rasyonel bilginin yorumları yaşanılan dönemin keşifleri, üretimleri genel olarak değişen niteliklerinden bağımsız olarak tartışılan ve değişik savlar öne sürülen tartışmalar değillerdir. Bilginin kaynağının biçiminin ve değerinin sınırlarının belirlenimi duyular ve akıldan kaynaklı elde edilen malzemelerden bağımsız olamamaktadır. Ve günümüzde genel kanaat getirilen düşüncenin bu doğrultuda olduğu savunulabilmektedir.
Kaynakça:
1. G. Skirbek, N. Gilje, Felsefe Tarihi, Afyon Kocatepe Üniversitesi Yayınları,2004.
2. Chris Horner & Emrys Westacott, Felsefe Aracılığıyla Düşünme, Çev: Ahmet Arslan, Phoenix Yay., Ankara, 2001.
3. Özlem, Doğan, Bilim Felsefesi(Ders Notları), İnkılâp Kitabevi, İstanbul,2003.
4. Akarsu, Bedia, Mutluluk Ahlakı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1998.
Bilgi nedir, var mıdır, varsa kaynağı, değeri ve sınırları nelerdir gibi sorular binlerce yıldır düşünürlerin cevaplamaya çalıştığı sorulardır. Sokrates öncesi kozmologlar daha çok ontolojik tartışmalar yürütürken, Sokrat sonrası filozoflar epitemolojik tartışmalar yürütmeye başlamışlardır. Bu dönemde –ki tartışmaları iki bin yılı aşkın bir süredir hala canlılığını koruyan- Platon ve Aristoteles bilginin, özellikle de bilimsel bilginin ne olduğu, kaynağının neler olduğu gibi sorulara ortak noktaları bulunsa da farklı cevaplar vermişlerdir. Ve bu verilen cevaplar günümüzde rasyonel ve empirik düşüncenin temellerini oluşturmuşlardır.
Platon teorisinde, evreni “episteme ve doxa” olarak ikiye ayırmaktadır. (Skirbek,Gilje;2004:80) Doxa olarak nitelediği alan, duyularımızla algıladığımız ve dolayısıyla bu sayede eksik ve mükemmel olmayan bilgiler veren gördüğümüz ve dokunabildiğimiz dünyadan bahseder. Bu dünya öylesine sahte ve yanıltıcıdır ki tüm gerçeklik ve mükemmel bilginin kaynağı episteme yani formlar alemindedir. Platona göre bedensel ölümün gerçekleşmesiyle ruh özgürleşerek ait olduğu yer olan idealar dünyasına döner. Orada tüm ideaları görebilmekte ve bilgisine sahip olabilmektedir. Ruh yeniden bedene bürünüp fiziki anlamda var olduğunda doxa da gördüğü her şeyin bilgisine sahip olarak doğmaktadır. Dolayısıyla zihin bu dünyadaki nesnelerin bilgisine tamamiyle sahiptir. Bu yüzden nesneleri olduğu gibi kavrar, bilgisini bilir. Analojileri ve idealar teorisiyle Platon, bilginin kaynağının zihin olduğunu belirtmiş ve günümüz rasyonel düşüncesinin geçmişte bilinen epistemolojisini sistematikleştirmeyi başarmış ilk düşünürdür denilebilir.Platon’un öğrencisi Aristoteles, hocası gibi bilginin kaynağının tam olarak zihin olduğu konusunda aynı fikirde değildir. Aristoteles, bilginin kaynağında zihnin de rolünü reddetmeden, duyu algılarımızla yani deney ve gözlem sonucunda elde ettiğimiz bilgilerinde güvenilir bilgiler olabileceği konusunu tartışmaya açmıştır. O’na göre bu dünyanın bilgisine empirik yolla ulaşılabilir. Yani bilginin kaynağı olarak duyuları işaret etmektedir.Öyle ki Aristoteles “ bir duyusunu kaybeden bir evreni kaybetmiş” demektedir. (Arslan; 2001:42) Dolayısıyla bilgi Plato’na göre “hatırlama”, Aristo’ya göre ise kurgulamadır denebilir.
Duyularımız bize özel ve tikel olanı verir. Oysa bilimsel bilginin amacı, bizim her zaman genel geçer veya genel ve değişmez olanı bilmemizdir şeklinde tanımlanmıştır. Görüleceği gibi bu genellemelere duyularımız aracılığıyla ulaşabilmemiz mümkün olamamaktadır. Bu yüzdendir ki Aristoteles “bilgi duyumla başlar; ancak duyum değildir” demiştir. Dolayısıyla bilimsel bilginin meydana gelebilmesi için duyular ve aklın tek başlarına bilginin kaynağı olmaktan ziyade ikisi olmadan olamayacağı ortadadır. Aristoteles bilimdeki genellemelere, salt akılla ulaşılması yerine, bu genellemelerin duyusal dünyanın içinde aranması gerektiğini savunmuştur. O, duyuları bilimin kendisi olarak kabul etmez, duyuları, bilimin hareket noktası olarak kabul eder. Görüldüğü gibi Aristo duyu ve aklın bir tür sentezinden bahsetmektedir.Empirik bilginin elde edilmesinde deney önemli bir yere sahiptir. Öyle ki deneyci filozof Locke, İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme adlı yapıtında, zihni beyaz bir kağıda benzeterek, zihnin bilgiyi oluşturmak için tüm malzemeleri tek bir yerden aldığını ve onun da deney olduğunu belirtmektedir. Locke’ye göre tüm bilgiler a posteriori bilgilerdir. Yani insan zihninde doğuştan gelen herhangi bir bilgi yoktur. Edinilen tüm bilgilerin kaynağı ve aracı deneydir. Fakat şunu da özellikle belirtmek gerekir ki Locke, bilginin oluşum sürecinde zihnin her hangi bir işlevi olmadığını düşünmez. Locke zihnin duyularla elde edilen bilgileri işlediğini reddetmez. O zihni duyumlara indirgememiştir.
Locke’un bu yaklaşımına karşın rasyonalist düşünür Leibniz “gerçekten de zihinde deneyden gelmeyen hiçbir şey yoktur; yalnız zihnin kendisi müstesna” diyerek deneyciliği de gözardı etmeden, akılcılığı ön plana çıkarmaya çalışmıştır. Rasyonalistlerin bilgi türüne apriori bilgi denilir. Bu bilgi empirik bilgiden farklı olarak deneyden gelmeyen, deney öncesi bir bilgidir.
Rasyonalistler nedensellik ilkesinin kaynağının akıl olduğunu söylemektedirler. Öyle ki doğada herşey bir neden sonuç ilişkisinde gelişir; fakat deney yapılırken nedenler duyularla saptanamamakta, nedensellik süreci akıldan kaynaklı bir bilgi olarak karşımıza çıkmaktadır denilmektedir.
Binyıllardır Antik Yunan öncesi ve sonrasında, Aydınlanma döneminde ve Modern dönemde tartışılan bilginin öncelikli kaynağının duyuların mı yoksa aklın mı olduğu tartışmalarına karşı çıkan ve bu tartışmanın yanlış zeminde yürütüldüğünü düşünen filozoflar da olmuştur. Bunların en önemlilerinden filozof Sekstus, bilginin kaynağının akıl ve duyularda aranmaması gerektiğini savunmuştur. Ona göre Platon ve Aristo dogmatik, mutlak doğru bilgiye ulaşma çabasında yanılmaktadırlar. Öyle ki bu durumu şöyle açıklamaktadır.Bir şeyin mutlak biçimde doğru olduğunu belirtmek için bir kanıta ihtiyaç vardır. Dolayısıyla bulunan her kanıtta bir başka kanıta ihtiyaç duymaktadır. O’na göre kanıtlar sonsuza kadar gidemez ve böylesi bir tartışma yürütmek düşünceyi geriletmekten başka bir işe yaramayacaktır. Olanaksız olarak gördüğü bir unsur daha vardır ki oda ölçüt sorunudur. Bir şeyin ölçütü, bir başka ölçüte dayanmak durumunda olacağından bu da düşünceyi geriletecek bir durum olarak görülmektedir. Roderick Chisholm bu durumu şöyle özetler: “Neyi bildiğimizi bilmek için, nasıl bildiğimizi, nasıl bildiğimizi bilmek için de neyi bildiğimizi bilmek gerekir. Bu da bizi bir döngüselliğe götürür.” (Öymen;2000:138) Sekstus’a göre mutlak ve nesnel bir bilgi olamadığı gibi ortaya atılan bütün iddialar aklın ve duyuların bir dışavurumudur.
Tüm bu karşıt görüşlere rağmen, bilgi konusunda tartışmalar, genelde empirik ve rasyonel düzlemde gerçekleştirilmektedir. Öyle ki duyu, akıl ilişkisi sürekli vurgulanmakta ve döneme göre yeniden yorumlanarak tartışmaya açılmaktadır. Sekstus’tan yüzlerce yıl sonra Aydınlanma döneminde Kant, duyu ve akıl ilişkisi üzerine yeni bir yorum geliştirerek yeni tartışmalara yol açmıştır. Kant bilgiyi tek kaynağa indirgeme girişiminde bulunarak –kendinden önceki bir çok düşünürde olduğu gibi- “empirik bilgiyi rasyonel bilgi üzerinde temellendirmeye” çalışmıştır.(Özlem;2003:43) Platon, kavramını bilmek nesneyi bilmektir derken; O’na karşılık Kant, nesneyi insan aklının kurguladığı bir şey olarak yorumlar. Kant’a göre zihinde on iki kategori vardır ve bu kategoriler duyumlarımızla elde ettiğimiz verileri -ki bu veriler karmaşık bir şekilde zihne yansır- düzenleyerek onları sistemli bir şekilde düşünmemizi sağlar.
İnsanlar nesneleri oldukları gibi kavrayamazlar ve akıldaki söz konusu on iki kategori nesne de bulunmaz. Kant’ın, düşünce tarihindeki en önemli özelliği, düşünce tarihindeki “Copernicus” devrimini gerçekleştirmiş olmasından kaynaklanmaktadır denilebilir. Bilindiği üzere Copernicus devriminde evrenin merkezinin dünya olmadığı ortaya konulmuş ve bilimsel tartışma zeminin seyri böylelikle değiştirilmişti. Kant’ın düşünce tarihinde yarattığı devrim ise kavramların yer değiştirmesi olarak belirtilebilir. Yani Kant öncesi filozofların öncülleri olan kategorilerin, nesnede mevcut olduğu düşüncesi, Kant’ la beraber zihne atfedilmiştir. Söz konusu kategorilerin (ilişkisellik, nedensellik, vb) nesne de değil akılda olduğu savı ortaya atılmıştır. Evrensellik niteliği taşıyan tüm bu kategoriler bütün insanlarda bulunur, dolayısıyla herkes bu zihinsel perspektiften baktığı şeyi, aynı görmektedir. Fizik ötesinin Newton’u olmaya çalışan Kant, uzay ve zaman kavramlarının, Hume’un belirttiği gibi deney sonucu elde edilmiş bilgiler olduğu fikrine katılmamaktadır. Kant’a göre fizik bilimleri (empirik bilimler) empirik olmayan uzay ve zaman kavramlarını-ki bu kavramlar empirik yöntemle kanıtlanamayan kavramlardır- öncül olarak kabullenmeden empirik yöntemle bilgiye ulaşamamaktadırlar. Dolayısıyla bunlar bizim göremediğimiz; ama düşünebileceğimiz kavramlar olarak tanımlanmaktadır. Kant’a göre uzay ve zaman birer bilgi değil öngörüdür. Uzay ve zaman kavramları nesnelerden önce varolan veya nesneden bağımsız kavramlar değillerdir. Uzay ve zaman bizim görülerimizin öznel koşullarından başka bir şey değildir, bu yüzden de nesnelerden önce böylece de önsel olarak tasarımlanabilirler. ( Akarsu;1998:31)
Görüldüğü gibi empirik ve rasyonel bilginin yorumları yaşanılan dönemin keşifleri, üretimleri genel olarak değişen niteliklerinden bağımsız olarak tartışılan ve değişik savlar öne sürülen tartışmalar değillerdir. Bilginin kaynağının biçiminin ve değerinin sınırlarının belirlenimi duyular ve akıldan kaynaklı elde edilen malzemelerden bağımsız olamamaktadır. Ve günümüzde genel kanaat getirilen düşüncenin bu doğrultuda olduğu savunulabilmektedir.
Kaynakça:
1. G. Skirbek, N. Gilje, Felsefe Tarihi, Afyon Kocatepe Üniversitesi Yayınları,2004.
2. Chris Horner & Emrys Westacott, Felsefe Aracılığıyla Düşünme, Çev: Ahmet Arslan, Phoenix Yay., Ankara, 2001.
3. Özlem, Doğan, Bilim Felsefesi(Ders Notları), İnkılâp Kitabevi, İstanbul,2003.
4. Akarsu, Bedia, Mutluluk Ahlakı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1998.