HAKİKAT VE YANILSAMA HAKKINDA

Deleuze & Guattari, Philip Goodchild,
Çeviri: Rahmi G.Öğdül

Yasalarımız bilinmez herkesçe, bizi yöneten o küçük soylular grubunun elinde bir sırdır. Bu eski yasalara tıpatıp uyulduğundan kuşkumuz yok, ama bilinmeyen yasalara göre yönetilmek gene de enikonu rahatsız edici bir şey... Belki bizim ele geçirmeye çalıştığımız yasalar diye bir şey yoktur hiç. İçimizde küçük bir topluluk gerçekten bu düşüncede ve kanıtlamaya çalışıyor ki, bir yasa varsa, şudur ancak: Soylular ne yaparsa, yasa odur (Kafka, Şarkıcı Josefine ya da Fare Ulusu. 1988: 437-8).

Bugün soylularımız kimlerdir?

Bir hakikat nosyonu, pratik yaşam için gerekli. Ancak hakikat, kendinden menkul bir şey değildir: Belirli bir önermenin hakikat değeri, totolojiler ve özçelişkiler dışında tüm durumlarda, önermenin içeriğinden bağımsızdır. Bu tür tamamen analitik önermelerden (ve bir önermenin gerçekten de analitik olduğunu kim yargılayacak?) ayrı olarak, bir önerme, kendi ilişkisini, gösterdiği duruma belli etmez. Eğer bilgi, bir hakikat nosyonuna bağlanırsa, felsefe, düşünce ile varlığın arasındaki boşluğu kapatmak için hakikatin üretildiği koşulları garanti edecek aşkın bir terime başvurmak zorundadır; felsefe kendisini, hakikati garanti etmek için icat ettiği metafizik temellerle kısıtlamamıştır. Yine de, bu tür temellerin hakikatine ilişkin problem baki kalır — ve sonsuz bir gerilemeye yol açar; ayrıca, düşüncenin varlığa uyup uymadığına ilişkin problem de baki kalır.

Burada matematik ve mantık, bir problemle karşılaşmaz, çünkü araştırma alanlarını tümüyle kendileri oluşturur. Aynı şekilde bilim, kuram ile gözlem arasındaki uyuşuma izin verecek şekilde, hem laboratuarın kapalı ortamında hem de teknolojik ürünlerin korunmuş ortamında sonuçların yinelenmesini sağlayarak, nesnel dünyanın davranışını yeterince yönetebilir. Bilimin hem araştırma materyali hem de kuramsal söylemi, evrenin kimi gizlerinin doğanın yasalarını açığa çıkartmasını sağlayacak şekilde başarılı biçimde yönetilir. Beşeri bilimler fizik bilimlerini kendilerine örnek almaya çalışabilirler; fakat daha zor bir görevleri de vardır: Çoğu insan düşüncesi ve davranışı, kolaylıkla bireyleştirilemeyen ve yalıtılamayan, karşılıklı olarak bağımlı çok çeşitli değişkenler tarafından koşullandırılır. Olguların ve enformasyonun görece olarak tartışmasız olmalarına karşın, bu tür olguların üretildiği süreçler kendilerini kolaylıkla açığa çıkarmazlar.

Nietzsche sonrası Fransız düşüncesini okumayanlar arasında bazen karşılaşılabilen, bu düşünceye ilişkin popüler bir karikatür vardır Bize söylendiğine göre, Fransızlar hakikatin olmadığına inanırlar ve bu tür bir inancın özünde varolan özçelişkinin ya farkında değillerdir ya da her halükarda hakikat diye bir şey olmadığı için onunla ilgilenmezler. Ancak Fransız düşüncesini okuyanlar, bu tür bir mesele ile nadiren ilgilenirler. Çünkü Nietzsche tarafından ortaya atılan sorun, hakikatin varoluşu sorunu ya da hakikat istencinin varoluşu sorunu değil, “hakikat istenci” için motivasyon sorunudur (Deleuze, 1983: 95; Nietzsche, 1973: 15).

Kafka’nın öyküsü, yasadan tüm içerik etmenini uzaklaştırarak, yasaya göre yaşamanın neye benzediğini açığa çıkarır; benzer şekilde Nietzsche, hakikatten tüm içeriği uzaklaştırarak, hakikati arayarak yaşamanın neye benzediğini de sergilemiştir. Böyle bir Nietzsche’ci araştırmanın gerekçesi şudur: Doğa yasaları, adalet ya da hakikat arayarak nasıl yaşadığımız, bu tür yasa, adalet ya da hakikatin doğasından çok daha fazla öneme sahiptir. Kişinin hakikatin aranması sırasında ne yaptığına ilişkin etik ve politik sorunlar, hakikatin varoluşuna dair epistemolojik sorudan daha önemlidir.

Bir önerme, iki bileşene ayrılabilir:

1. Belirli bir hakikat değeri taşıyan, nesnelere, kişilere ve anlamlara gönderme yapan içeriği;
ve
2. belirli bir ahlaki değer taşıyan, yazıldığı ya da konuşulduğu biçemden oluşan, ifade tarzı.

İfade tarzlarını biçimlendirerek, matematik, mantık ve bilim sadece hakikat değerine yoğunlaşmak üzere düşünceyi disipline ederler; bu tür biçimlendirmenin ahlaki statüsü sorusu ve sonuç olarak doğa ile toplum üzerindeki etkisi, bilimsel söylemi aşar. Etkilerinin gözlemlendiği belli bir bağlam dışında, bu tür bir biçimlendirmenin, herhangi bir ahlâki statüye sahip olduğu açık değildir. Çünkü ifade tarzı sadece bir biçem, bir sözdizimidir — söylem öğelerinin seçilmesinde ve oluşturulmasında kurala uygunluktur.

Ancak, ahlâki soru, belirli bir biçimlendirme aracılığıyla disipline sokulabilen ve ifade edilebilenden daha çok, biçimlendirmeden kaçarak, temsil edilmemiş ve anlaşılmaz olarak kalanla ilişkilidir.

Konuşmaksızın ya da konuşulmaksızın, düşüncede eyleme geçen güçler, kolaylıkla değerlendirilemez ya da direnişle karşılaşamaz; konuşmaksızın ya da konuşulmaksızın, harekete geçirilen güçler, kolaylıkla savunulamaz.

Önermeler, onlardan bağımsız olan bir içeriğe gönderme yaparlar. Eğer güneşin yarın doğacağını öne sürersem, bu olayın meydana gelmesinin, benim öne sürmemden tümüyle bağımsız olduğunu anlayabilirsiniz. Foucault’nun “önermeler” dediği söylem bileşenleri ise, aksine, konuşuldukları zamanda kendi nesnelerini, kavramlarını ve öznel sözceleme mevkilerini kurarlar (Deleuze, 1988d: 8, 18). Önermeler sadece, ifade tarzının, belirli yinelenmeler ve düzenler sayesinde düzenlenmesiyle ilgilidirler. Yine de önermelerin düzenleyici işlevi sayesinde çok çeşitli kendilikler üretmek mümkündür. Kafka’nın öyküsünde, yasanın içerikleri asla bildirilmemiş ya da nihai olarak çıkarsanamayacak nitelikte olsa bile, soylulara ait önermelerin düzeni, sadık biçimde işletilen gizli bir yasa mefhumu üretmek için yeterlidir. Önermeler anlamlamayan göstergeler [asignifiying sign] olarak iş görürler, çünkü içerikleri asla açığa çıkarılmaz.

Benzer şekilde, algıya ait anlamlamayan göstergelerin düzenlenişi, çok çeşitli kendilikler kurabilir. Bu tür göstergeleri düzenlemenin dört farklı yolu vardır ve bu tür düzenleme stratejilerinin her biri görünürlük, bir görme biçimi oluşturur, çünkü algıda içkindir.

*
Farklı ışık algılarını ilişkilendirerek, ortak kaynak olarak güneşin belirtici göstergesi oluşturulabilir, bir nesne olarak güneş fikri üretilebilir.
*
Güneşle ilişkili olan ekinlerin büyümesini seçerek, güneş ile büyüme arasındaki bir korelasyonun soyut göstergesi, büyüme nedeni olarak güneş fikri üretilebilir.
*
Bir ilişkilendirmenin sonucu olan bu korelasyonu sabit olarak ele alarak, kendi zorunlu ya da doğal yasasına boyun eğen güneşin, ekinleri büyütmek amacıyla parladığına dair zorunlu bir gösterge kurulabilir.
*
Son olarak, evrendeki çeşitli amaçsal eylemleri ilişkilendirerek, güneşin ekinleri büyütmek için parladığını buyuran bir metafizik varlık ya da hayali kutsal yasa koyucunun yorumbilgisel göstergesi kurulabilir (krş. Deleuze, 1993: 173-4).

Sonuçta, güneşin yarın doğacak olduğuna inancımın hakikati, kıyametin en azından bir gün daha ertelenmesindeki ilahi takdire bağlıdır.

Anlamlamayan göstergeleri ilişkilendiren bu tür işlemler, bir dünyayı nesneler, mantıki ilişkiler, ahlaki amaçlar ve metafizik varlıklar ile doldurabilir. Nedensellik ve amacın nihai metafizik kaynağının, doğal dünya, yasa koyucu özne ya da Tanrı olup olmaması fark etmez. Ayrıca, bu tür ahlaki amaçların doğru olup olmadıkları ya da bu tür metafizik varlıkların gerçekten var olup olmadıkları da fark etmez.

Belli nesneler, fikirler, ahlaki değerler ya da metafizik kendiliklerin varoluşu hakikatine yönelik bu tür bir analizle hiçbir şeye karar verilemez. Bu tür konular üzerindeki doğru görüşleri boş inançtan ayırt etmek için;


* daha eksiksiz bir düşünüş,
* özeleştirel düşünüm
* ya da konsensüse ulaşacak iletişim gibi,

ilişkilendirme alışkanlıklarının düzenlenmesine başvurulabilir (1994: 6). Bu işlemlerin her biri, başka bir görüş yardımıyla bir görüşü sınar ve hakikat için sağlam bir dayanak sağlamaz.

Bu tür koşullar altında hangi görüş hakim olacaktır?

Düşüncenin gerçeklikle karşılaştığı yerde, mutlak olanın durumları olarak kendilerini açığa çıkarabilen, özdüzenleme yeteneği olan, kimi fikirler mevcuttur. Batı felsefesi tarihi, bunlarla kalbura çevrilmiştir: Bir, Tüm, Bütün, Platon’cu İdea, Aristoteles’in Saf Edim’i, Anselmus’un Kendisinin Nedeni, Deskartes’çı, Kant’çı ve Husserl’ci Özneler, Hegel’ci Tin ve Heidegger’ci Varlık bunların sadece birkaçıdır. Yakın zamanlarda ise, Tarih, Gösteren, Kapital, Üretim, Arzu, Olasılık, Enformasyon, İletişim ve Kültür bu tür bir rolü yüklenmişlerdir.

Bunların özdüzenleyici yapıları, üç basit öğeden oluşur.

1- Birincisi, bir önermedeki ifade ile içerik arasındaki ayrım türünün ardından, kendilerinden farklılaşma yeteneği gelir:
*
bir ile onun birliği;
*
tüm ile onun evrenselliği;
*
bir düşünce ile onu düşünme;
*
varolan bir şey ile onun varoluşu;
*
tarihsel olaylar ile tarihsel süreçler;
*
varlıklar ile Varlık;
*
bir gösteren ile onun anlamı;
*
kullanım değeri ile değiş tokuş değeri

arasında kişi ayrım yapar.

2- İkinci olarak, kişi,

*
birin birliğine,
*
tümün evrenselliğine,
*
bir düşüncenin düşünmesine,
*
bir varolanın varoluşuna,
*
tarihin tarihselliğine,
*
varlıkların Varlığına,
*
gösterenin anlamına,
*
yararın değerine

dikkat çekerek, düşünümsel olarak birincisini nitelendirmek için ikinci belirlenimi kullanır

Bu evre, sonsuz geri çekilme halindeki yinelenme tehlikesinin habercisidir. Yine de bu tür bir geri çekilme, metafizik bir keşif anında birden bire kavranabilir: Düşünümsel mefhum, kendi belirlenimine uygun düşenleri bir gerçeklik malzemesi olarak seçmek suretiyle, içindeki gerçekliği kapsar (bkz. 1994: 38- 41).

Mutlak gerçeklik, kendisini birleştiren Bir, kendisini kapsayan Tüm, kendisini düşünen bir düşünen töz, kendine neden olan bir kendisinin nedeni, kendisini anlatan bir tarih, kendi hakikatini ortaya çıkaran bir Varlık, aşkın bir Gösteren ya da paraya değer biçen Kapital olarak kendisini felsefi sezgiye açık eder. Bu tür özdüzenleme işlemleri aracılığıyla bir mefhum kendisini, daha öte eleştirel bir sınavdan ve diğer mefhum olan ilişkilerinden bağımsız kılarken, kendisini, tüm diğer görüşlerin değerlendirilebildiği bir hakikat ölçütü olarak sunar. Kendisini bir mutlak olarak oluşturur ve çoğaltır.

Mutlakların çokluğu kişiyi dört tercihle baş başa bırakır:

1- Diğerlerini dışarıda bırakarak, bir mutlağa bağlılık sözü vermek;

2- mutlağın tüm belirtilerini reddetmek;

3- daha yüksek bir birlik içinde sentezlemeye çalışmak;

4- mutlakların kurulduğu süreçleri araştırmak.


Bu tür mutlakların aklın yanılsamaları olmalarından kuşkulanılabilir. Bu mutlaklar, sadece kendisini etkileyen aşkın bir uygulamaya ulaşmak için teoloji ve felsefe söyleminde hakimiyet kazanırlar; bu söylemde düşünce, özgül sorunlarla ve bedenlerle bütünleştiği pratik kullanımdan sökülüp çıkarılır. Yine de, etkileri, kökenlerinin çok ötesine uzanır, çünkü bir “hakikat istenci”ne uygun olarak hakikat ve değer soruları ortaya atıldığı zaman, birtakım düzeltici ölçütlere başvurulması gerekir. Eğer kişi felsefeci değilse, kendi kavramlarını yaratmıyorsa, o kişinin düşüncesi, başka birinin düşünceleri tarafından düzenlenecektir düşüncenin biçimi, kullanabildiği kavramlarda kendi topolojik kıvrımlarını ve açıklıklarını bulur. Burada insanların söyledikleriyle yaptıkları arasında yine ayrım yapmamız gerekir: Kişinin konuşmasının içine metafizik varsayımın işlemesi için, metafizik hakkında konuşması gerekmez.

Bu tür metafizik mutlaklara ya da “büyük anlatılar”a başvurmak asla gerekli olmamıştır. Çünkü edimsel önermelerin nihai görüşlere dayandırılmalarına gerek yoktur; edimsel önermelerin etkisi, insanlar onlarla uyum içinde hareket ederlerse hissedilir. Bir önerme sadece, örtük varsayımlara, içkin edimlere ya da ifade ettiği cisimsiz dönüşümlere uygun olarak değerlendirilebilir ve yeni beden biçimlenimleri ortaya koyabilir (1988: 83).

Bir önermeler söylemi, toplumsal varsayımlarının temsil edildiği kurumlardan ayrılamaz. Bir önerme, “kurmacalar” olarak ðkendi nesnelerini, ðöznelerini ve ðanlamlarını üretir; söylem dışı bir alanda varsayımlarına inanıldığı ve bu varsayımlar harekete geçirildiği sürece, önerme görevini yerine getirir. Söylemle etkileşen kurumsal pratik, sözcükler alanı ile şeyler alanı arasında bir eşbiçimcilik ya da denklik üretmeye kalkışmadığı zaman, hakikat sorusu, uygunluğunu ve anlamını yitirir.

Şeylere ve sözcüklere yapışıp kaldığımız sürece, gördüğümüz şeyi konuştuğumuza ve konuştuğumuz şeyi gördüğümüze ve bu ikisinin bir biriyle bağlantılı olduğuna inanabiliriz: Bu şekilde, ampirik alıştırma düzeyinde kalırız. Fakat sözcükleri ve şeyleri açınca, tümceleri ve görünürlükleri keşfedince, sözcükler ve görünüş, a priori olan daha yüksek bir uygulamaya yükseltilir.... (Deleuze, 1988d: 65)

Suçlu, deli, hastalıklı ya da ölü oldukları söylenenler, suçluluklarının, deliliklerinin, hastalıklarının ya da ölü olduklarının aslına dair bir inceleme yapılmaksızın, toplum tarafından farklı biçimde muamele göreceklerdir: Bir söylem ve bir dizi pratik, ayrıntılı gerekçelendirme olmadan, düzenlilik aracılığıyla ilişkilendirilebilir. Sonuçta, tüm önermeler, toplumsal varsayımları ifade eder; ancak bu tür varsayımlar, kendilerinde ve kendileri için belirtilemezler: “Genellikle yasalarımız bilinmiyor; bizleri yöneten küçük soylular kümesi tarafından gizli tutuluyorlar”. Toplumsal varsayımlarımız, fark edilmez, dilsiz ve kör erkler kümesi tarafından üretilir ve sürdürülür.

Eğer soyut halde alırsak, kuşku yok ki erk ne görür ne de konuşur. Sadece, tüneller ağı içinde kendi yolunu, çoklu deliğini bulan bir köstebektir: “Sayısız noktaya göre hareket eder”; “aşağıdan gelir”. Fakat kesinlikle, konuşmadığı ve görmediği için, bizleri gördürür ve konuşturur (Deleuze, 1988d: 92).



Deleuze, Gilles (1983) Nietzsche and Philosophy (1962) ,çev.Hugh Tomlinson. Londra: Athlone.

Nietzsche, Frederich (1973) Beyond Good and Evil(İyinin ve Kötünün Ötesinde), Harmondsworth, Penguin.

Deleuze, Gilles (1988, d) Foucault (1986) çev. Sean Hand: Minneapolis: Minnesota University Pres

Deleuze, Gilles (1993) Critique et clinique. Paris: Minuit.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP