Hermeneutik’i Anlamak Üzerine Bir Deneme

Sevgi YILDIRIM

Uygarlığın, bilimi, temel tezlerinin dayanağı olan özne nesne ayrımına dayandırdığı düşünülebilir. En azından günümüzün bilim anlayışının özneyi nesneden, nesneyi ise özneden koparıp bağımsızlaştırarak yeni bir düzen ve dünya inşa etme çabası yadsınamaz bir gerçekliktir. Bize bilimsel bakış açısının bu temelde ifade edilmesini sağlayanınsa pozitivist bilim anlayışında doruğa çıktığını söyleyebiliriz.

16. yy’dan sonra Aydınlanma dönemiyle birlikte Batı insanının bedenini ve zihnini bu dünyaya çevirdiğini ve sırasıyla Rönesans, Reform hareketleri, Fransız İhtilali ve en nihayetinde insanlık tarihinin neolitik devrimden sonra yaşadığı ikinci büyük kırılma süreci olan sanayi devrimini yaşadığı görülebilir.

16. ve 19. yy pozitivizmin kendini neredeyse başarılı bir şekilde tanımladığı, açıkladığı ve sosyal bilim dediğimizi yöntemi açısından etkisine alıp şekillendirdiği yıllar olarak düşünebiliriz. 300 yıl içinde yaşanan tüm ontolojik ve epistemolojik tartışmalardan gücünü ve dinamiklerini oluşturan pozitivizm 20. yy’a a kadar saygınlığını korumuştur. Yüzyıllar süren doğayı açıklama çabası onun yasalarının belirlenmeye başlanması çabasıyla insanlığı belki de tarihinde hiç olmadığı kadar hızlı bir değişim ve dönüşüm sürecine hazırlamıştır. Kopernik, Kepler, Galileo ve İsaac Newton doğa biliminin 20. yy’a kadar değiştirilemez olarak kabul edilen yasalarını açıklamışlardır. Sonuç; gizeminden sıyrılan, bilgisine ulaşılan, tanınan ve dolayısıyla kontrol edilebileceği düşünülen doğanın o güne dek hiç olmadığı kadar açıklanabilir olmasıdır. Yani doğanın kuralları vardır ve bu kurallar uygun şartlar altında doğayı deney ve gözlem tekniğiyle neden-sonuç ilişkisi içerisinde açıklamak mümkündür.

İnsan aklı karşısında gizemini yitiren ve açıklığa kavuşturulduğu düşünülen doğanın yasalarının keşfi, özellikle fiziğin ve matematiğin kurallarıyla sürdürülmüştür. Tüm doğa bilimleri arasında bu sayede sağlanan konsensüs, başından beri sosyal bilimler arasında kurulamamıştır. Doğa bilimlerinin ortak yöntemi, sosyal bilimlerde de bir konsensüs yaratma hayalleri kuranları etkilemiştir.

19. yy’da özellikle Comte önderliğinde doğa bilimlerinin her problemi çözümleyebilme gücüne sahip olduğu düşünülen yöntemini sosyal bilimlerin yöntemi olarak kullanma girişiminde bulunmuştur. Pozitivistler, sosyal bilimlerin de bir paradigması olması gerektiği görüşünü savunmuş ve meta-matematiğinden sosyal bilim paradigması yaratmada kendine ilham almıştır.

“Mantıksal pozitivistlere göre fizik, matematiksel mantığın formel paradigmasının yaklaştığı idi. Öyleyse sosyal bilim, dolayısıyla gerçeğin ölçütü de yaklaşığın yaklaşığı olmak zorundaydı. ” (Rabinow-Sullivan; 1990,7) Bu düşünce kültürel dünyayı formel bir biçimde açıklama çabasına itti ve sonuç olarak karışık, o dönem için belirsiz, tutarsız, bilinç dışı olan (kültürün barındırdığı) tüm unsurlar yadsındı ve toplum mantıksal tutarlılığa sahip kavramlar dizini yaratılarak açıklanmaya çalışıldı. Bu sayede mantıksal tutarlılığı olmadığı kabul edilen birçok kavram unutulmaya terk edildi. Yaşamdan çıkarılmaya çalışıldı.

Pozitivizmin olgunun oluşum süreciyle değil de, neden olabileceği sonuçlarla ilgileniyor olması onu darlaştırdı. Gücünü Newton fiziğinden alan pozitivizm 20. yy’da yine fizik biliminde yaşanan kuantum devrimi ve görelilik kavramı ile tüm gücünü yitirmiştir.

Pozitivistler bir insan bilimleri paradigması yaratmaya çalışmış ve başarısız olmuşlardır. Sosyal bilimlerde bir yaklaşımın paradigma olabilmesi için insan davranışlarının anlamlarının doğa bilimlerinde olduğu gibi belirli kurallar altında toplanması gerekmektedir. Doğa bilimlerinin yönteminin peşine takılmış bir sosyal bilim, araştırma konusu olan insandan sürekli uzaklaşmış ve tartışmaları kısırlaşmıştır. Karmaşık insan doğası göz önüne alındığında sosyal bilimlerin ortak bir paradigması olamayacağı savı güç kazanmaktadır. Ayrıca pozitivizmin yaptığı özne nesne ayrımına şiddetle karşı çıkan yorumbilimciler, özne ile nesneyi birbirinin karşıtı olarak görmezler ve tam da bu noktadan hareketle hermeneutik yaklaşım, kendini sosyal bilim yöntemi olarak önermektedir.

Hermeneutik (Hermeneuien) sanatı, yani bildirme, haber verme, çeviri yapma, açıklama ve açıklama sanatıdır. (Özlem, 1995, 11) Bin yıllar önce Hermes, tanrılardan aldığı mesajları, yaşadığı dönemin şartlarına ve diline uygun olarak ölümlülere aktarmış yani yorumlamıştır. Dolayısıyla Hermeneutik bir başka dünyanın bilgisinin yaşadığımız dünyaya çevrilmesi etkinliği olmuştur.

Günümüzde özellikle 1654 yılında Dannhauser’in Hermeneutik adlı kitabının ardından, hermeneutik eski anlamıyla yani Tanrı’nın buyruğunun bir ölümlü tarafından, yine ölümlüye uyarlanması anlamı, günümüz epistemolojisinde yer almamaktadır. Kavramda bir anlam kayması söz konusudur. Artık teolojik, filolojik, hukuksal yönelimli ve felsefi hermeneutikten bahsedilmektedir.

Teolojik hermeneutik, Hıristiyan dogmatizmine dayanan, Eski Ahit ve Yeni Ahit arasındaki uyuşmazlıkları ortadan kaldırmak için Augustinus tarafından geliştirilen bir yöntemdir.

Tarihsel metinlerin dogmatik anlamını ortaya çıkarmak için hermeneutik yöntemini kullanırken Schleiermacher, deha ve metin arasındaki sürekli yaratıcılığa dayanan ve hermeneutiği dogmatik yanından ayırarak evrensel bir anlama ve açıklama öğretisi yaratmıştı. O tin bilimlerinin dayanağını sadece metin yorumlaması olarak değil, insanların konuşarak birbirlerini anlamalarının dayanıklı zeminini oluşturmuş ve psikolojik yorumlama öğretisiyle Diltey’in tarihsel ve toplumsak alanın kapsayıcısı olan tin bilimlerinin yöntemi olarak hermeneutiği yorumlanmasına olanak sağlanmıştır.

Tarihselcilik özgül bir biçimde tinsel oluşuma bağlı olup ne doğa bilimlerinin yöntemiyle ne de sadece ussal başka yaklaşımlarla kavranabilir. Tarih tüm düşünceyi akışı içinde kuşatır. Söz konusu bu kavramdansa köktenci bir us dışıcılık ile çok az vurgulanmış bir görececilik türemektedir. (Bochenski, 1983, s:147) Olguculuktan yola çıkan tarihçi Dilthey, sonrasında usdışı bir görecelikle yaşamı insanı kuşatan bir bütün olarak ele almıştır. O’nun “temel sorunu yaşam ve yaşamın kavranılmasıdır” (Bochenski,1983, s: 148) O bilmeyi tinin bütünlüğü içerisinde gözlemle başardığımızı düşünmüştür. Bu Dilthey’in hermeneutik derken kastettiğidir. Dilthey’e göre hermeneutik kavramının üç ilkesi vardır. Bunlar; “….. anlamak ne açıklamaktır ne de ussal bir işlevdir, anlamak ruhun tüm duyusal güçleriyle gerçekleşir. Anlamak yaşamdan yaşama giden bir devinidir. Çünkü gerçeklik yaşamdır. Tümel uyumu ancak ruhun bütün güçlerinin işbirliği ve uyumuyla elde ederiz. (Bochenski, 1983, 148) Dilthey aklın yerine yaşamı koymuş ve hiçbir şeyin durmadığını ve her şeyin bir yürüyüş içinde olduğunu savunmuştur.

Yaşam felsefecisi Dilthey yaşamın anlamını ve maddeden ayrı ve farklı olan yanını gösterebilmiştir. Hermeneutik anlayış onu insan bilimlerinin yöntemi olarak tarihsel temele oturtan Dilthey şahsında olguyu sorgulamayan pozitivizmin aksine olgunun özgünlüğünün üzerinde yoğunlaşma durumunu geliştirmiştir.

Hermenutikçilerin sordukları ve cevabını bulmaya çabaladıkları en bildik sorulardan biri; insanların tek tek bilimsel olarak bilinip bilinemeyeceği konusudur. Bu önemli soruda zorluk tekil olanın nesnel anlamda kavranabilip kavranamayacağı sorunudur.Bizim dışımızdaki kişileri anlamamız davranışlarımıza bağlı olduğu gibi, mutluluğumuzda onların davranış ve psikolojilerine bağlıdır. Tekil olana nesnellik kazandıran bu anlayış tarihin günümüzde yaşadığı fikrine vurgu yapmaktadır. İşte doğa bilimlerinin yasalarından farklı olarak tin bilimlerinin temelinde anlamanın ve yorumlamanın olduğu bir yaklaşımla nesnel kavranıştan genel yasalar çıkarılabilir.

Tin bilimlerinin yasalarının, doğal biliminin yasalarından farklı olarak, nesnel olanı kavramanın dıştan değil içten gerçekleştiği savunuşu vardır. Bireyselliğinin bilincini yaratmak için kişi öncelikle içinde olanı anlayabilmek için dışındaki kişilerle ilişkiye geçmesi ve farklılıklarını fark etmesi ve kendinin farkına varması şarttır. Sonrasında özgünlüğümüzü nesnelleştirmek adına karşımızdaki kişiden gelen mesajları yani ses, davranış vs.’yi algılar ve tüm bunları içimizde olan özgünlüğümüzle bütünleştiririz. Ve karşıdakine aktarırız. Bu süreç bizim karşımızdaki üzerinde nesnel bilgi edinme sürecimizdir. Duyularımıza dışarıdan verilen göstergeler aracılığıyla içerdekini tanıma sürecine anlamak adını veriyoruz. (Akarsu, 1979, 209) Anlamak her şeyin kavranmasını içermektedir. Anlama sürecinin gerçekleşebilmesi için bir şeylere anlam yüklerken ortak koşullar ve kullanılan araçların ortak olması gerekmektedir.

Anlamanın ilk aşaması ilgidir. Karşıdakine duyduğumuz ilgi kadar onu anlamlandırırız. Dikkatin toplandığı, yani yoğun ilginin gösterildiği bir ilişkide karşımızdakinin iç yaşamına girmek için daha çok veri elde etmiş oluruz. Bu sayede anlayarak dışlaştırdığımız şeyi saptayabiliriz. Saptanan nokta üzerinden hareketle tekrar ona geri dönebiliyorsak bu süreç aynı zamanda denetlenebilir bir nesnellik özelliğini de kazanmış demektir. “Yaşamın değişmez bir biçimde saptanmış dışlaştırmalarını böyle sanatlı bir biçimde anlamaya açım ya da yorum diyoruz.” (Akarsu, 1979, 211) İşte tam bu noktada edebiyat, tarihi ve tinsel yaşamı anlamada en temel aracı olan dil sayesinde insanın iç durumunu, nesnel bir anlatıma kavuşturarak, anlama sanatındaki en önemli yanı, bireyselin yazıya geçen yanlarının yorumundadır. Tarihin içindeki insan eylemleri bizi her zaman yanıltabilir. Ama bir din adamının, filozofun veya ozanın yapıtı yaşadığı dönemin ruhunu, niteliklerini ve kendi yaşamını doğru anlattığı eseridir. Yorum sanatında kişisel temas yoluyla bir başkasına aktarım söz konusudur. Anlamacılara göre her sanatın yukarıda belirttiğimiz özellikten kaynaklı kurallara boyun eğen bir yanı vardır ve bu yan ona karşılaştığı güçlüklerle baş etmeyi öğretir. Kişisel sanatların bir sonraki nesile aktarılmasını sağlayan bu yanı onu yorumlamanın kurallarıyla buluşturur. Doğal olarak birbirinden farklı yorumların ortaya çıkmasından kaynaklı bir kurallar çatışması başlar. Bu çatışmayla beraber temel kurallara bir gereksinim doğar. Yazılı metinlerin yorumlanması sanatı olan hermeneutik işte bu gereksinmenin sonucunda ortaya çıkmıştır. Geçtiğimiz yüzyılın çağdaş insan yaratma projesiyle beraber, hermeneutiğin daha bir önem kazandığını belirtebiliriz. Öyle ki Marx’ın yapıtlarında genel olarak şu anlamı çıkarmak mümkündür. Marx’a göre araçlar artık amaç haline dönüşmüş ve bu sayede yaşam anlamını yitirmeye başlamıştır. İşte tam bu noktada hermeneutikçiler yaşadıkları dönemin şartları ve ihtiyaçlarına karşılık olacak şekilde anlamını yitirmeye başlayan yaşamın, yeniden anlamlandırılması noktasında etkin bir role sahip olmaktadırlar. Onların projeleri anlamını yitiren yaşamın yeniden anlamlandırılması çabasını içermektedir. Bunun için felsefenin sorunu olan insan bilimlerinin sadece yöntem açısından ele alınması onu darlaştırır. Oysa amaç felsefenin tüm imkanlarını sorgulayarak “doğanın ve tarihin olanaklı kıldığı gerçeğin temelini araştırmak” olmalıdır. (Rabinow-Sullivani, 1990,85) Gadamer’e göre anlamını yitirmeye başlamış çağdaş bir yaşamda pozitivizmin araştırdığı unsuru incelenecek alanından koparak açıklamaya çalışması incelenen unsurun yanlış anlaşılmasına yol açar. Tarihsel bir bilginin kendine özgü bir niteliği vardır. Bu niteliği, özgülüğü, tam olarak kavrayabilmemiz ve anlayabilmemiz için tümevarımcı yöntemin terk edilmesi gerekir. O tarihsel olanın özünü yanlış anlamamızı sağlayandır. Oysaki hermeneutik bir bilgi ve bilim olarak bizim tarihsel olanın özünü anlamamızı sağlayandır. Hermeneutik bilgi ve birikim nasıl oluşur? Öncelikle tarih bilinci insanların, devletlerin nasıl geliştiğiyle ilgilenmektense, tam tersi bir şekilde, tikellerin yani insanın, devletin, vs. neleri aşarak bulundukları noktaya geldikleriyle ilgilenir. Hermeneutik bilgi ve bilimi tamamıyla doğanın doğa bilimlerinin karakteristik özelliklerinden farklıdır. Pozitivizmin tarihe getirdiği yüzeysel açıklamanın aksine hermeneutik bilgi, tarihin derinliğinin incelenmesiyle elde edilen, tarihin her döneminin kendi bilgisidir.

Helmholtz doğa bilimlerinin etkisinde kalarak yine de onun sınırlarını aşmaya çalışan yorumlar geliştirmiştir. O’na göre; tümevarım iki türe ayrılır. “Mantıksal tümevarım ve içgüdüsel artistik tümevarım. Mantıksal tümevarımdan kasıt psikolojik bir ayrımın ifadesidir. Helmhotz’a göre insan bilimleri ve doğa bilimleri tümevarım yöntemini kullanır. Doğa biliminden farklı olarak insan bilimleri otorite kabulü, belleğin zenginliği gibi zihinsel duyumlara dayanmaktadır. İnsan bilimlerinde tümevarım bir bilinçaltına dayanır. Ve insan bilimlerinin bilimselliğinin dayanağı budur. Helmholtz’uni insan bilimlerinde ölçüt olarak tümevarımı seçmiş olması onun eleştirilen yanıdır.

Pozitivist bir açıklama olan doğa-tin karşıtlığı anlayışının yeniden ele alınması ve sorgulanması gerekliliğini vurgulayan Hussarl, “…. doğa bilimlerindeki bilgi türünü, anlamanın bir alt türü olarak görmüştür. Heidegger ise Hussarl ve Dilthey’in anlama derken kastettiklerini aşan bir görüş sergilemiştir. O’na göre anlama, somut olanı anlaşılmazlığı içinde kavrayarak gerçekleşir. Hermeneutik Heidegger ile beraber artık ontolojik bir tartışma zeminine kaymıştır. Heidegger’in hermeneutiği ontolojik açıdan tartışmaya açmasıyla geleneksel hermeneutik anlayışını aşmaya çalışan bir tavır sergilemiştir. Heidegger, Platon’dan bu yana varolan ve varlık nedir sorularının yanıtının hala verilemediğini belirtmiştir. Bu nedenle varlıkla ilgili soruların yeni baştan; ama bu kez “varlık anlayışının ufku olan zamanı” ölçü alarak sorulması gerektiğini savunmuştur. O’na göre Platon ve Aristo varolan üzerine düşünmekten, varlık üzerine düşünmeyi ihmal etmişlerdir: Aslında Aristo ve Platon varlık nedir sorusunu sormuş ve cevap aramışlardır. Bulduklarını sandıkları cevapların tatmin edici olmamasının nedeni bu soruyu “apiori” olarak görmelerinden kaynaklandığı iddia edilebilir. O’na göre varolan varlığın varlığıdır; düşünme ise, varlığa ait olan, varlığı kendi içinde olay haline getiren varlığın düşünmesidir. Heidegger’e göre “varlık varlığın kendisidir” (Heidegger, 1995, 14) ve bir tanrı nedeni değildir. Ayrıca düşünme, dil, özgürlük varlığındır. Düşünme varlığa aittir; dil, dilin kendisidir; özgürlüğüyse insanın ona sahip olduğu bir şey değil, insana sahip olan bir şey olarak belirtir.

Heidegger’in Dasein hermeneutiği anlaşıldığı üzere varlığın anlamını sorar. Daise’nin anlamını ortaya çıkarmak için, varlığı işaret ettikten sonra varlığın içindeki varolana yine varlık aracılığıyla görmek mümkün olabilir. O’na göre Dilthey yaşamın sorgulanması gerekliliğini savunmuş ve doğru bir öneride bulunmuştur; fakat eksik kalmıştır. Çünkü ontolojiyi felsefi tartışmalarına hiç katmamıştır. Dilthey’in problemlerini doğru bir temelde ifade edememesini buna bağlamıştır. Heidegger’e göre bütünselliği içinde, onunla ilişkili olan her şeyi barındıran ve doğruluğunu yansıtırken nesne olarak görünen ve tanrısal bir nedenmiş gibi algılanan, bu arada içinde hep bir gizlilik barındıran varlığın, varolan olarak doğruluğunun, kendisini yapıtlaştırmasına sanat denilmektedir. Güzellik ise Heidegger’e göre varolanın doğruluğunun (sanatın) gizli olmayan yanıdır. Heidegger, anlama ve yorumlama felsefesini ontolojik bir alanda tartışırken, Gadamer ise tartışmasını tarihsel metinler üzerinden gerçekleştirmektedir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi teoloji olarak hermeneutik, hukuki metinlerin hermeneutiği ve filoloji hermeneutiği mevcuttu. Bu unsurların metinlerinin çözümlenmesinin yanında edebi metinlerin de aynı ciddiyet ve önemle çözümlenmesi gerektiğini vurgular. Bir metnin çözümlenebilmesi için, yazıldığı dönemin şartlarının ve dilinin iyi bilinmesi esastır.

Gadamer’e göre dil insanın dünya ile arasındaki aracı olmakla beraber, insanın sosyalleşmesini sağlayan ve insanı, kendini ve dünyayı anlamamızı sağlayandır. Bir metni dili aracılığıyla, kendi anlam ufkumuzla anlarız. Metin kendi içerisinde bir anlam ve önyargı barındırır. Metni yorumlayan yorumcunun da kendi anlam ufku ve ön yargıları vardır. İşte bütün mesele yorumlayan ve yorumlanan arasındaki bu ikili durumun aşılıp, birbirine yaklaşmasının meselesidir. Gadamer buna “ufukların kavuşması” der. Ufukların kavuşmasından bir süreç yaşanır. Yorumcunun bu anlama sürecinin (sistemin) dışına çıkması olanaksızdır ve öğrenme sezginin gücünün ilerlemesi kadar gerçekleşir. Ayrıca Gadamer hermeneutik düşüncede meşruluğunu antropolojik temellerden alması gereken sanatın dönemine göre anlamlar ifade ettiğini vurgulamaktadır. Sanat eserinin kendi bütünlüğü içine, onu üreten ve yorumlayanı da alarak ilerlediğini savunmaktadır. Örneğin; bir tiyatro oyununda, oyuncular da oyunun bir parçasıdır, oyuna aittir. Her dönemde değişen yaşam şartlarına göre incelenen ve yorumlanan, örneğin bir resin sanatı ürünü, yeniden anlamlandırılabilir. Bu anlamlandırma belki de geçmişi zenginleştirme, yeni anlamlar katma veya geçmişi günümüzde, günümüzün şartlarından kaynaklı anlamlara uygun olarak yaşatma girişimi olarak algılanabilir. Gadamer, “günlük yaşamımız geçmiş ve geleceğin eş zamanlılığı arasında daimi bir uğraştır. Bizim tin dediğimiz şeyin varlığı, açık gelecek ve tekrarlanamaz geçmişin ufkuyla gidebilme becerisidir” der. (Gadamer, 2005, 11)

Her yorumcu kendi önyargıları ve anlamıyla yorumladığı yapıtın anlamını ve önyargılarını, kendine yaklaştırma çabasındadır. Tek tek bu girişim insan bilimlerinde arzulanan konsensüsün imkânsızlığını ifade eder gibidir ama: Gadamer “farklılıklar arasındaki ortak olanı bulmak felsefenin görevidir” diyerek bu konsensüsün yaratıcısı olma görevini felsefeye bırakmış görünmektedir. (Gadamer, 2005,15)

Sonuç olarak yaşamda araçların ve amaçların yer değiştirmeleriyle yaşanan anlamı yitirilen yaşamın bu anlamının içinin yeniden doldurulması yani yaşamın yeniden anlamlandırılması çabası olarak algılayabileceğimiz hermeneutik yaklaşım, özne ve nesne ayrımının yanlış anlamlara sürükleyen yanını aşmaya çabalamaktadır denilebilir.

Varlık her yönü ve ilişkisiyle, bir bütün olarak düşünmemiz gerektiğini öğütlemesi, bugüne kadar yapılmış olan varlık ve varolan tartışmalarına yeni bir açıdan bakmamız gerektiğini vurgulamaktadır. Özellikle metin yorumlanması söz konusu olduğunda kişinin kendi iç dünyasıyla, metinin dünyası birbirine ne kadar çok yaklaşırsa ortaya çıkacak olan anlamın o derece anlamlı olacağı belirtilmiştir.

Metnin arkasına geçip, onun şifrelerinin çözümlenmesiyle amacına ulaşacak olan hermeneutik dünyada ne kadar çok yorumcu varsa, o kadar değişik anlam olacaktır gibi bir kargaşayı da içinde barındırmaktadır. Oysaki yaşamda bir birlik ihtiyacı da vardır. Özellikle insan bilimlerinde sağlanacak olan birliğin varlığı esas olmalıdır. İşte ortaya çıkacak olan anlamlandırma çatışmasını gidermek tarihsel olanın derinliklerinden çıkarılacak olan genel yasalarıdır. Bu genel yasaları çıkarma göreviyse felsefe yaparak, bunu sağlayacak olan hermeneutik yöntemdir.

Yukarıda da gördüğümüz gibi, yorumcular, kendi dönemlerinin hermeneutiğini oluşturmuşlardır. Dilthey 19. yy’da hermeneutik anlayışını epistemolojik açıdan tartışmış ve doğa biliminin yasalarıyla tinsel, tarihsel alanın açıklanamayacağını bize göstermiştir.

Heidegger, hermeneutiğin tartışma alanının salt epistemoloji olmadığını, onun ontolojik tartışmalarının eksik kaldığını ve bu yüzden problemi olanını tam olarak ifade edemediğini savunmuş ve hermeneutiğin ontolojik açıdan ele almıştır. O’nun ontolojisi fazlasıyla eleştirilmiş bir ontolojisidir. Heidegger tarzı bir varlık algısının ve düşüncesinin insanı diktatörlük ve otoriterliğe vardıracağı üzerinde birçok düşünür ortak kanaat getirmiştir. Öyle ki 1933’de Freiburg’da Alman Üniversitesinin kendini evetlemesi üzerine bir söylevle rektörlüğe başlayan Martin Heidegger, kendisini dinleyenlere onlarla “iş birliği yapmadım” demiştir. (Kavas,2001,6) Gademer ise kendinden önceki yorumcuların epistemolojik ve ontolojik tartışmalarından etkilenmiş ve hermeneutiği daha da anlamlı ve belirgin kılmak için yorumlama ve anlama dediği şeyin en iyi ifade edilebildiği alan olarak gördüğü sanatı merkeze almıştır. Çünkü sanat yapıtı üretildiği dönemin neredeyse aynası gibidir. Ve hermeneutiğin yönteminin yasalarının derinliğine inilmiş bir tarihsellikten çıkarılabileceği iddiası varsa bunu tarihselin ruhunu taşıyan sanatla yapılabileceğini savunmuştur. Çünkü sanat yapıtı tarihselliğinin tümü olarak üretilir ve bize doğruya yakın anlamı verir.

Görüldüğü gibi öznenin iç dünyasına yorumlayabilme ve anlama yeteneğini doruğa çıkarma girişimidir, hermeneutik.

Kaynakça

1) RABİNSON,Paul-SULLIVAN,William, Toplum Bilimlerinde Yorumcu Yaklaşım,(Çev.: Taha Parla), Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1990

2) GADAMER, Hans-Georg, Güzelin Güncelliği, (Çev.: Fatih Tepebaşılı), Çizgi Kitabevi, Konya, 2005

3) AKARSU,Bedia, Çağdaş Felsefe, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul,1979

4) GRUNBERG,Teo, Anlam Kavramı Üzerine Bir Deneme, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1970

5) GADAMER-HABERMAS-MISCH-RIEDEL-BOLLNOW-JAPP-Hermeneutik Üzerine Yazılar, (Çev.: Doğan Özlem), Ark Yayınevi, Ankara, 1995

6) ÖZLEM, Doğan, Bilim Felsefesi (ders notları), İnkılap Yayınevi, İstanbul, 2003

7) ÖZLEM, Doğan, Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 2000

8) BURRELL, Gibson, MORGAN- Gareth-BERGER, Peter-SEGAL, Robert-KAHMAN, Farzlur-ÇİFTÇİ, Adil, Toplum Bilimi Yazıları, (Çev.: Adil Çiftçi), Anadolu Yayınları, İzmir, 1999

9) KAVAS, Levent, Kahve ve Nargile, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001

10) HEİDEGGER, Martin, Nedir Bu Felsefe?, (Çev.: Ali Irgat), Afa Yayınları, İstanbul, 1995

11) ARSLAN, Ahmet, Felsefeye Giriş, Vadi Yayınları, Ankara, 2001

12) GUIRAUD, Pierre, Anlambilim, (Çev.: Berke Vardar), Gelişim Yayınları, İstanbul, 1975

13) MECZ-TAMBA, Irene, Anlambilim, (Çev.: Necmettin Sevil), İletişim Yayınları, İstanbul,1998

14) SKIRBERK, Gunnar-GILJE, Nils, Antik Yunan’dan Modern Döneme Felsefe Tarihi, (Çev.: Amrullah Akbaş, Şule Mutlu), Üniversite Kitabevi, İstanbul, 2004

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP