SİDDETİN FELSEFESİ
|
Nilsun URALLI
Acaba insanoğlunun bu gün geldiği; bilimsel, teknolojik, felsefi, ahlaksal, siyasal, ekonomik vb. sistemler çerçevesindeki noktayı, gerçekten olmaması gereken olarak mı değerlendirmeliyiz? Yani genel bakış açısıyla; şiddeti, çatışmayı, savaşı, her alana bu denli yaydık mı?
Felsefe, eski Yunan’da doğduğu günden bu güne, şiddet konusuna hep eğilmiştir. Felsefenin şiddeti ele alışı, varlıkların doğası hakkında açıklamalar getirme çabası ile başlamıştır, denilebilir.
İnsanoğlu bu gün geldiği noktayı, bilindiği üzere ve genellikle, şu bakış açısıyla değerlendirmektedir: Bilimsel gelişmeleri etik bulmuyoruz; teknolojinin kölesi olduğumuzu düşünüyoruz; felsefeyi ütopik ve ayakları yere basmayan bir alan olarak, yaşamımızın dışına atmaya çalışıyoruz; bireysel, toplumsal ve dahi evrensel bazda, ahlaksal bir çöküntü içerisinde olduğumuza inanıyoruz; siyasal ya da ekonomik açıdan, insana ilişkin iyi değerlerin devre dışı bırakıldığı sistemlerin içerisindeyiz… Yani her şey, bir diğerine göre mutlaka kötü!
Ama zaten olması gereken de budur diyor Efesli Herakleitos. Varlığın, çatışma içeren ve bu çatışma tarafından canlandırılan çelişik yapısını da, şu sözlerle vurguluyor: “Çatışma, her şeyin babası ve her şeyin hâkimidir.” Bu noktadan hareketle, evrenin özünde olan, ama bizlerin büsbütün görmezden geldiğimiz nokta çıkıyor ortaya: “Karşıtların birbirleri ile olan sürekli çarpışmaları, doğa içinde sonsuz bir devinim ve gelişme sağlar.”
Ama herkes kendisinin en uyumlu insan olduğu iddiasında ısrarcı, sanki “iyi ve erdemli insan” olmak buymuş gibi ve herkes, kendisinin tüm bu olan biten savaşlara, kötülüklere karşı olduğunu savunmakta, aslında ironik bir komiklikle!
Herakleitos’tan bir süre sonra da, Platon şiddeti yeniden ele almıştır. Ona göre de şiddet: “İnsanın kendi kendisine meydan okumasıdır.” Sokrates de, Gorgias diyalogunda belirtildiği üzere şöyle der: “Gerçeğe diyalektik yoldan; yani, kurallı ve özgür tartışma sanatı yolundan ulaşmaya çalışmak gerekir.”
Bu durumda, bizzat kişinin kendisi meydan okuyandır; değilse tüm bunların yaşandığı zamanda ve toplumda yer alanlar, farklı bir gerçeklik boyutunun insanları mıdır? Yani, ben değilim, sen değilsin, e o da değil… Kim o zaman tüm bunları yapan?
Sokrates, bu yaklaşımları dolayısıyla, Sofistlerin tepkisini çekmiştir. Çünkü Sofistler, en makul düşünceyi ve siyasal açıdan en yararlı kanıyı öne çıkarmaya yönelmişlerdi! Onların, bu zararsız görüntülerinin ardında yatan gerçek, şiddete yatkınlığın ta kendisiydi belki de. Halbuki, yine Sofistlerden inandırmayı başaramayanlar ya da daha kısa yoldan inandırıcı olmak isteyenler, kendi algılayışları çerçevesindeki şiddete başvurmuşlardır. Böylece de, ilk çatışmalar baş göstermiş oluyordu felsefe tarihinde.
Kötü olan hep başkaları değil mi? Klasik Sofist zihniyetinde olduğu gibi yani. Her şey, o başkalarının başının altından kalkmakta zaten! Biz de, bir diğeri için başkası olduğumuzu, büsbütün göz ardı ederek, inat ediyoruz ısrarımızda. Yani, elimizdeki imkânları hiç mi olumlu gelişmeler adına kullanamadık ya da hep mi kötü şeyler yapıyoruz?
Varlığın bünyesinde, çelişki veya olumsuzluk ilkelerinin bulunduğunu kabul eden bütün bu düşünceler, şiddet gerçeğini de kabul ederler aslında ve şiddetin, varlığın ve insanın temel yapısı olduğunu da teyit ederler böylece. Hegel felsefesi de, konunun belirleyici bir özelliğini oluşturur. Varlık ve Olumsuzluk: Hareket, gelişmenin özünde çatışma yer almalı düşüncesi gereği, kavgasız ve acısız gerçekleşmez.
Yaşam; zihnin, doğanın, tarihin ve varlık’ın belirtileridir özde ve bu belirtiler acı, sabır ve olumsuzluğun işlemesine gereksinim duyar. Sonuçta da, doğanın kaçınılmaz olarak bizi ulaştırdığı nokta şu olur: “Ölüm, savaşlar, insanlar ve uygarlıklar arasındaki mücadeleler, insanlığı ve düşünselliğini ilerletici yöntemlerdir.”
Birçok insan, şu ya da bu sebeple, yaşadığı çağdan ve bu çağın getirdiği değerlerden şikâyetçi olduğunu söyler. Birçoğumuz da, aslında tarihteki farklı bir zaman aralığında yaşamak istediğimizi belirtiriz. Tamam, ama yok muydu yani o zamanlarda kimsenin hiçbir sıkıntısı? Her şey “aman ne kadar” iyi miydi? Mesela, bundan önceki herhangi bir zaman diliminde, eşler birbirlerini hiç mi aldatmazlardı ya da bugün bunun artmasına sebep olan, yine bizler değil miyiz? Ya da ne bileyim, hiç mi savaşmadı insanoğlu bu güne dek veya daha mı geçerliydi savaşlarının sebepleri? İnsanlar, ideal siyasi ya da ekonomik düzenlere mi tabii olarak yaşıyorlardı? Mutlaka ki hayır!
Marx’ın düşüncelerinde de durum; “İnsanlığın egemenlik gereksiniminden ve özgürlük egemenliğine sıçramasından” kaynaklanacak, komünist toplum içindeki uyumlu dengesini bulana değin sürecek, sınıf kavgasından ibarettir.
Sonuçta, 20. yy.’da Hegel ve Marx esinli filozoflar da, varlığı olumsuzluk ve çelişki olarak görmüşlerdir. Onlara göre; “Uzlaşı, Mesihçi ülküdür.” Bu felsefi öğretiler şiddeti, canlıların kendilerini bulundukları ortam içerisinde ifade edebilmelerini sağlayan davranışlar olarak görürler ve insanın, bu ortam içinde karşılaştığı saldırılardan ve rakiplerinin düşmanlıklarından soyutlanamayacağını savunmaktadırlar. Şiddet, yaşam savaşının ve güçlülerin seçilmesi olarak kabul edilen gelişimin, temel ilkesi olarak algılanır ve özde de şöyle özetlenebilir: “Varlık, yaşamdır aslında ki, çatışmasız ve kavgasız yaşam da olmaz.”
O zaman nedir özdeki problemimiz? Nedir, kendimizden bunca uzaklaşmamıza sebep olan? Bence problemin ana kaynağı; her ne kadar görmezlikten gelse de ya da büsbütün yok varsaysa da, kendisini bunca inkâr eden ya da tanıma adına çaba sarf etmeyen, insanın kendisidir.
Başka bir ufuktan gelmiş bir filozof olan Nietzsche’de, yaşama övgüler yağdırmıştır. Fakat, güçlülerin başarısını tartışmadan kabul etmek yerine, nihilizme varan uygarlaştırma ve eğitme süreçleri çerçevesinde, güçlülerin güçsüzleri denetim altına almalarını eleştirmiştir. Zerdüşt’ünde ve Ecco Homo’sunda; rizikoyu ve tehlikeyi seven, yaşamını üstün bir biçimde ifade edebilen, güçlü olmak isteyen, insanüstü bir varlığın gelişmesini dilemiştir. Şiddetin özünde bile; bir tarafta iyi şiddetle, öte tarafta yaşama karşı olduğu için sapkın ve bozuk şiddetin çelişkisi vardır.
Ve Georges Sorel’in övdüğü şiddet: “Yok etme gücü, devletlerin varlıklarını dahi sona erdirebilecek boyuttaki genel grevlerin şiddetidir.” Şiddet; iktidarın ele geçirilmesine, fakat aynı zamanda da proletaryanın kendini tanımlayabilmesine ve özgünlüğü içinde kendini ifade edebilmesine yarar. Buradan da, yeni bir siyaset dünyası doğacaktır ya da yepyeni bir siyaset çağı. Ve bu çağ da, şiddet sayesinde kötülüklerden arınmış bir çağ olacaktır. Bu günkü şiddet anlayışımıza göre, ne kadar farklı bir yaklaşım değil mi?
Sürekli artan bir suçlama dizgesiyle ve hep, “Hata yapıyorsun.” yaklaşımıyla karşılaşan birisi, nasıl doğru davranışta bulunamazsa; biz de insanlık adına, devamlı günah mı işliyoruz yemeden içmeden? Mesele, Âdem’in yasaklı elmayı yemesinden mi kaynaklanır yoksa? Farkında mıdır ki insan, aslında yasak elmaya, Tanrı’nın aksi yöndeki emrine rağmen yaklaştığında, “gerçek insan” olabilmiştir. Değil midir ki yaşam, bir tercihler bütününden ibarettir ve her insan, kendi tercihlerini belirleyip, -seçimini yapıp- ona göre yaşamaya başladığı anda ve bu doğrultuda sorumluluk bilincine ulaştığında, ancak gerçek insan olabilir.
Bambaşka bir şiddet felsefesi geleneği de; Yahudilerin Mesihçi fikirlerden esinlenerek, şiddeti dini açıdan irdelemelerine dayanır! Bu görüş günümüzde, büyük ölçüde laikleşmiş ve dünyasallaşmış görülmeye başlanmışsa da; yine de, şiddeti kutsal tanrının mutlak gücünü, kendine inanmayanlara göstermek için kullandığı gazabın karşılığı olarak kabul etmeye dayanır.
Ve Sartre… Sartre da, Hegel’in düşüncelerine oldukça yakındır. Ona göre insansal gerçek, bir bilinçlenme, bir tür tasarı yeteneğidir. Her bilincin, kabul eden bir başka bilince gereksinimi vardır. Ama ya başkası nasıl tanımlanmalıdır? Kısacası başkası; “Dünyayı benden çalandır.” (“Cehennem başkalarıdır.”) “Herkesin basit varlığı, başka birisi için sürekli yok olma tehlikesi demektir.”
Toplumların şiddeti alelade bir araç haline getirişlerinin ve onu; hesaba, yönetime ve denetime bağlayışlarının, sinik ve kuru yöntemlerini kınamamız, elbette ki doğaldır. Şiddeti; denetleme, etkisizleştirme, yeniden yönlendirme olarak kullanmakta günümüz insanı… Genelde de, şiddeti azaltma yolunda hareket ettiğini savunur, ama her zaman yenileyerek geliştirdiği olanaklarını da ortaya koyar. Tüm bunları, hayretle karşılamamız gerektiğini ben de kabul ediyorum, özellikle son dönemlerde yaşanan ve dünya tarihini bu denli değiştirmeye yönelik gayretler çerçevesinde...
Ne var ki, söyledikleri sert de olsa, hoşumuza gitmese de, bu filozofları bir kenara itemeyiz ve sonuç olarak; önemli olan şu an ki dünyada şiddeti, yok edilmesi gereken bir felaket değil, toplumsal yaşamın bir parçası olarak görmek gerektiği düşüncesidir. Şiddet, artık yadsınan ya da saklanan bir olgu değil, umar ve önlem bekleyen bir sorun olarak algılanmalıdır.
7 Yorumlar
Hocam elinize kaleminize saglık
Hocam merhaba eski ogrencinizim yazinizi okudum umarim bir gun tekrar karsilasiriz
Hocam Merhaba Ben Erzincan Lisesinde öğrencizdim. Sizi Burda Bulduğuma sevindim. Saygı Ve Sevgilerimle
Hocam Merhaba Ben Erzincan Lisesinde öğrencinizdim.Adım Tayfun. Sevgive saygılarımla
Hocam merhaba.
Saygılar sunarım.
İlyas Orak
Başarılar dilerim sayın hocam.
Nilsun hocam öncelikle sevgi ve saygı ile önünüz de eğiliyorum. Erzincan lisesinde derslerde sabrınızı çok zorlardım. Umarım beni hatırladınız. :) 05364500400