HİNT FİLOZOFLARI
|
I. Nesil Filozofları: Bunlar, hava, nefes yada rüzgara önem veriyorlar. Ve Eski Yunan’da her şey’in aslı,arkhesi hava’dır, diyen Anaximenes’e kaynaklık ediyorlardı, diyen Ruben, “Mesela, bu mütefekkirlerden birisi...bir fırtına esnasında sis’in ilk evvel kesifleşerek bulut haline, bulut’un kesifleşerek şimşek haline ve şimşekten sonra yağmur ve yağmur’un da nihayet fırtına sonrası sükunete inkılap etmesi gibi.” tabiat hadiselerinin sonra gelenin önce cereyan edenin değişmesiyle oluştuğunu belirttiğinden söz ediyor. Yani, bir kısım tabiat olayaları diğer bir kısım tabiat olaylarının sebebini teşkil ederler. Natüralistlerin temel yaklaşımı olan,’bir tabiat olayının sebebi olarak tabiatın dışında herhangi bir şeyde değil yine tabiatın kendisinde aranmalıdır, ilkesinin orijinalini, Hint felsefesinde bulmak mümkündür.
II. Nesil Filozofları’na göre,“evren” içinde büyük bir ateş yanmakta olan bir dev’dir. Hint filozoflarından Aruna, “güneş’i büyük bir bal damlası olarak kabul etmişti. Güneş’teki bu balı, O’na göre, dört kutsal sema bölgesinde bulunan veda bilgileri ve diğer kutsal metinler gibi çiçekler meydana getiriyordu. Dört sema bölgesinin ayrı ayrı renklerde olmaları dolayısıyla güneşte de birbirinden farklı dört ayrı renk vardı...”
III. Nesil Filozofları’ndan Aruna’nın oğlu Uddalaka babasından intikal eden fikirlerden “ tam manasıyla bir tabiat felsefesi sistemi kurma dehasını gösterebiliyordu.” Ruben’e göre, nefes’e önem veren yalnızca Uddalaka değildi, III. Nesil filozoflarının bir çoğu nefes’i evrenin temeli, kazığı, örgüsü, hayat tekerleğinin merkezi olduğunu iddia etmişlerdir. Geçen neslin güneş’e tapan filozoflarından Uddalaka bir defasında şöyle demişti.’Avda kullanılan şahin kuşlarının, oturdukları sopaya bağlı bulundukları gibi, demişti, düşünmek de nefes’e bağlıdır...Uddalaka’nın bu formülleştirmesiyle Yunanlı Anaximenes’inki arasında sıkı bir yakınlık seziliyor.”
Anaximenes, Hava’dan ibaret olan ruhumuz, bizi nasıl toplu halde tutuyorsa aynı şekilde bütün kozmik alemi de nefes ve hava bir arada tutuyor, diyordu. Bu durumda Ruben’in şu ifadelerini göz ardı etmek pek güçtür. “Onun için denilebilir ki, Yunanlilar, felsefenin başlangıç kısımlarında Hintli’lerin talebesi olmuşlardır. Zira Upanişat filozoflarının III. Neslinden olan Uddalaka, MÖ: takriben 640-610 arasında yaşamıştı. Halbuki,Anaximenes bu tarihten 100 sene kadar sonra...yaşıyordu.”
Yine Ruben, Yunan felsefesinin orijinal olabilmesi için, Thales, Anaximandros ve Anaximenes’den önce Yunanistan’da Hint’teki gibi bir grup filozofun yaşaması gerekirdi, diyerek etkilenmenin olmadığını ve Yunan felsefesinin orijinal olduğunu savunanlara belgelerle karşı çıkıyor. Aslında Yunan felsefesinin orijinalliği makul temeller üzerine oturtulabilmiş olsaydı bu tezin savunucuları “Yunan Mucizesi” gibi irrasyonel bir kavrama başvurmak zorunda kalmayacaklardı. Ruben, Uddalaka’nın Yunan felsefesine açık bir etkisini gösteren şu ifadesini de kaydediyor. “vakıa, bazıları var olan şey’in de var olmayan diğer bir şey’den meydana geldiğini ileri sürmektedirler. Fakat bu nasıl mümkün olur, var olmayan bir şey’den var olan bir şey nasıl meydana gelir ? E.Yunan’da MÖ: 500 yıllarında Parmenides bu konuyu şöyle ifade ediyordu. “Doğruyu yalnız akıl verir, ve bu akıl meydana gelmeyi, değişmeyi, hareketi yani var olan bir şey’in var-olmayan bir şey haline geçmesini ve bunun tersini kavrayamaz, var-olmayan diye bir şey’in olduğunu düpedüz yadsımak zorundadır.”
Bu düşünce, fizikte Lavosier prensibi diye geçen’maddenin korunumu’nun temelini oluşturur. I8. yüzyıldan beri’ Evrende hiç bir şey var’dan yok, yok’tan var edilemez, evrendeki değişim ve dönüşümlerde belli bir madde kaybı olmayıp enerjiye dönüştüğü ileri sürülürken, I9.yyılın sonlarında Radium’un keşfiyle bu teori de yara alıyor. “...radium’un keşfi ile bu anlayış sona ermiştir. Çünkü, Radioaktivite’nin bir madde kaybı olduğu anlaşılmıştır.” Lavosier prensibini ate düşünceler için bilimsel bir dayanak gibi görmek isteyenler için Radium’un keşfi bir yıkım oldu. 20. yüzyılın başlarında dogmatik materyalizm çeşitli nedenlerden dolayı büyük sarsıntılar geçirdiği için felsefi çığırlarda yeni şekillenmelere kapı aralandı.
‘Felsefenin Başlangıcı’ isimli konferanslar dizisinde Ruben, Hint ve Yunan felsefe ekollerini ayrıntılarıyla inceledikten sonra, Yunan felsefe okullarının her birinin Doğu’dan etkilendiğini gösteren pek çok bulgular çıkarmıştır. O’na göre, İdealizm’in kaynaklarını, insanların fikir ve düşünce problemleriyle ilgilendikleri dönemlerde aramak gerekir. Bu konuyu bir problem olarak ilk ele alan Brahmanlar devri brahmanları olmuştur. Ruben’e göre, brahmanlar düşünceyi söz’den daha önemli görürler. Bu konu üzerindeki bir tartışmanın sonucunda hakemliğine başvurulan yaratıcı tanrı, “...düşüncenin daha üstün ve önemli olduğunu ilan etti. Çünkü, dedi söz düşünceyi daima itaatle takip etmeye mecburdur, tıpkı küçüklerin büyükleri takibe mecbur oldukları gibi .” Ruben, düşüncenin niteliklerini ; ışıkların ışığı, insan vücudunun içinde sönmeyen bir parıltısı olarak tavsif ettikten sonra düşünce, en hızlı hareket eden şey’den daha hızlı hareket eden şey’dir, diye belirtmektedir.
Yine,Ruben,Anaximandros’(MÖ: 550) un evrenin aslını apeiron’(sonsuzluk)a indirgeyen
düşünce sisteminin de temelinde Hint felsefesinin yattığını “ İnsan için en büyük ehemmiyete haiz olan düşünce hassasını, varlık içerisinde en büyük yer işgal eden boşluk’la mukayese edişini biz ancak dahiyane bir buluş diye vasıflandıracağız. Ve boşluk mefhumunu bütün azametiyle kavrayabilmiş olan ilk mütefekkirin de Hint’li idealist filozof olduğunu tahmin ediyorum...MÖ: 600 yıllarında yaşadığını tahmin ettiğimiz 4. Nesil filozoflarından Pravahana, kainatta boşluğun en üstün şey olduğunu ve her şey’in esasını bu boşluğun teşkil ettiğini iddia etmişti.” diyerek kanıtlamağa çalışır.
Ruben’e göre, mistik felsefenin de ilk olarak Hint düşüncesinde Upanishat filozoflarının 2. Nesli içerisinde yetişen Şandilya’da görülecektir. “Şandilya...idealizmin en kuvvetli mümessillerinden biri oldu. Şandilya kendisinden evvelki neslin idealizmini adamakıllı hazmetmiş tipik bir mistik idi.O da insanla kozmik alem arasındaki ilgiyi kabul ediyor ve boşluğun en üstün şey olduğunu ileri
sürüyordu...Mistik düşünce sahibi diğer mütefekkirler gibi, O da bütün varlığın tek bir şey’den ibaret olduğunu ve varlığın yaşadığını kabul etmekteydi. Ve... o biricik küll olan varlığa her şey’in üstünde bir kuvvet manasına gelen...atman ismini vermişti.”
Ruben,Şandilya’nın mistisizminin temelinin irrasyonel oluşunu o’nun şu ifadelerinde görmek gerektiğine işaret ediyor “...atman’ı tam manasıyla anlamak mümkün olmuyordu. Çünkü, bu kelime kainatın hikmet-i vücudunu mistik bir zihniyetle izah için ortaya atılmıştı. İnsanlar bütün varlığı tek bir şey olarak düşünmek istedikleri için tecrübi usullerle ispatına imkan olmayan böyle bir mefhumu kabul ediyorlardı. Bu günkü modern fizikçiler maddeler alemini meydana getirmiş olan realitenin enerjiden ibaret olduğunu söylerler. Şandilya daha o zamanlarda atman’ın düşünceden ibaret olduğunu ve kainat’taki boşluk tarafından temsil edildiğini söylemişti.” Yine Şandilya’nın insanla kozmik alem arasındaki ilişkiyi kabul ettiğini belirten Ruben, o’nun atman’ın bir darı tanesinden, bir pirinç tanesinden hatta bunların iç kısımlarından bile küçük olmasına rağmen göklerden ve boşluktan daha büyük olduğunu belirten ifadelerine dikkat çekerek insanların kalbi içinde bulunan ve düşünceden ibaret bulunan küçücük atmanla uzaydan daha büyük olan kainat atman’ını aynı şey olarak gördüğünü belirtiyor.
Hint düşüncesinde Upanishat felsefesinin en parlak dönemini temsil eden filozofun Yacnavalkiya olduğunu belirten Ruben, onun, filozoflar içerisinde cennet kavramına ilk inananlardan olduğuna dikkat çekiyor. Sadece o’nun, insanların günün birinde ruhlarının bedenlerinden ve bütün madde dünyasından ayrılacağına, saf ve lekesiz bir düşünceden ibaret kalacağına, tek kelime ile’kurtuluşa inandığını görüyoruz, diyor.
Ruben’e göre, Yacnavalkiya’nın kozmogonisi de hayli ilginç tasarımlarla doludur. Kozmogonisinin insanların yaratılışı bölümünde “Erkekle kadın başlangıçta tek bir yaratık olarak yaşamakta idi.Sonradan bu yaratık kadın ve erkek diye iki kısma ayrıldı. Erkeklerin kadınları, kadınların da erkekleri arayıp durmalarına sebep te budur. Hz. Havva’nın Hz. Adem’in kaburga kemiklerinden yaratıldığı hakkındaki efsanenin esası da bu fikirden alınmadır,”demektedir. Burda Ruben’in yorumunun irdelenmesi gerektiği inancındayız. Acaba o’nun dediği gibi Havva’nın yaratılış hikayesi, Yacnavalkiya’nın kozmogonisinden mi alınmış yoksa Yacnavalkiya kozmogonisinin’insanların yaratılış’ kısmını Havva’nın yaratılış hikayesinden mi almış ? Bu problemi ilmi açıdan belirleyecek ne bir ayraç ne de elimizde tarihsel ve sosyolojik bir belge olmadan nasıl böyle kesin bir yargıya varabiliyor,
Ruben. Hz. Musa Yacnavalkiya’dan önce yaşadığı bilinmektedir. Onun ilmi dikkat ve titizlikten uzak olan bu yaklaşımını Ademle Havva’nın yaratılışına efsane demek suretiyle tevhit düşüncesine getirdiği pejoratif yaklaşımda da aramak gerekir, diye düşünüyoruz.
Yacnavalkiya’nın döneminin yenilmez bir tartışmacı filozofu olmasına rağmen sonunda işi dervişliğe vurup terk-i dünya düşüncesine kapılan bir mistik olduğunu ve ülkesini terkederek hırpani bir kılıkla vatansız bir dilenci gibi dolaşmağa başladığından söz eden Ruben, o’nun bu düşünce ve tutumuyla Eski Yunan’daki Kynique filozoflara da etki etmelerinin mümkün olabileceğini vurguluyor.
Ruben. E.Yunan’da Parmenides ve Zenon’da görülen varlık ve oluşla iligili Paradoksların 150 yıl önce Yacnavalkiya’da görüldüğünü belirterek “ daima mevcut olanla sonradan meydana gelen arasında bir zıtlık görüldüğünün hemen farkına varırız. İnsan ruhu veya düşüncesiyle dünya karşı karşıya müteala edilince düşüncenin başlangıçsız ve sonsuz olduğuna mukabil dünyanın sonradan meydana gelmiş olduğu ve günün birinde de yokluğa karışabileceği açıkça anlaşılmıştı.” Ruben, dini terminoloji ile ifade edilecek olursa-kadim (ezeli) ve hadis (sonradan olma ) zıtlığı’nın Tek Tanrı’lı dinlerde ve Yunanlı’larda da gözüktüğünü ama ilkel kabileler arasında görülmediğinden söz ederek “ Anlaşılan bu fanilik ve ebedilik mefhumları arasındaki zıtlık ilk olarak insanlık tarihinin ilk büyük mistik filozofu diyebileceğimiz Yacnavalkiya tarafından keşfediliyordu.”demektedir. Yunanlı Parmenides ancak 150 yıl sonra bu zıtlığa değinebilmiştir. Altı çizili olan ifade Dinlerin menşei ile ilgili Durkheime’ın geliştirdiği metodu çağrıştırıyor. Çünkü Durkheime (1858-1917), İctimaiyat Usulünün Kaideleri isimli eserinde her şeyin aslını en ilkel yapısında görebiliriz, diyordu.
Ruben’in bu kanısı da aklın ve tarihsel gerçeklerin ölçütleriyle değerlendirilmelidir. Kendisinin de değindiği gibi’Allah ebedidir, dünya fanidir. Çünkü sonradan oluşmuştur.’Tanrı’nın başlangıcı ve sonu yoktur’düşüncesi ilk defa Yahudilikte çıkıp sonradan Hıristiyanlık ve İslam’a mı geçti ? Yoksa bu tevhidi düşünceye Hz. Adem de sahip miydi ? Bu konuda - dini belgeler dışta tutulursa -böyle bir kanıyı ispatlayacak güvenilir bir kaynağa ulaşmanın zorluğu hatta imkansızlığı ortada iken, Ruben’in hiç bir ciddi delil ve kaynak göstermeden ortaya attığı önyargılı yaklaşımı, bilim tarihçileri ve düşünen kafalarda anlamlı yankılar uyandırmaz. Bilindiği gibi filozoflar yada beşeri dinlerin kuramcıları birbirinin iddialarını çürütmeğe çalışırlar ama ilahi dinlerde temel prensipler üzerinde peygamberler birbirini nakzetmek şöyle dursun bilakis son gelen kendinden öncekileri övgüyle anıp teskiye ediyor. İlk insan, ilk peygamber olunca, Hz. Adem’in tevhid anlayışı, temel itibariyle en son din olan İslam itikadının nüvesini teşkil ediyor. Bu yüzden Ruben’in zihnimizi tatmin edici bir düşünce ortaya koyduğuna kani değiliz
Ruben, E.Yunan’daki materyalist filozofların da Hint felsefesindeki materyalist yaklaşımlardan etkilendiğini ihsas ettirici şu ifadelere yer vererek; Öbür dünyada, yapmış olduğu iyi işlerden dolayı taltif edilecek, yahut da fenalıklardan ötürü ceza görecek ebedi ruh diye insanlarda ayrı bir şey yoktur, yalnızca beden vardır, diyen Payasi’nin düşüncelerinin İlk Çağ Yunan materyalistlerini etkileyebileceklerini belirtiyor.
Ruben, Budha ile çağdaş olan despot kral filozof Payasi’nin, ruhun var olmadığını kanıtlamak için mahkumları deliksiz kaplarda havasız bırakarak öldürdüğünü ve dışarı çıkma imkanı bulamayan ruhun insanda kalması gerekeceğini ve bu durumda da ölüm olayının gerçekleşemiyeceğini, halbuki insanların yine de öldüğünü, dolayısıyla insanlarda ruh diye bir varlığın olamayacağını belirttiğini söylüyor.
Materyalist yaklaşımın, maddi olmayan konu ve kavramlara emprist nazarla bakma yanlışından kurtulma gibi bir duyarlılığı hesaba katabilmesi zordur. Çünkü, bu dar ve sığ alanda kendilerini konumlandıran maddecilerin evren telakkileri (kozmogoni) dünya görüşleri ve hayat tarzları, ruhu ve insan bilincini maddi çerçeveye hapsedici bir tutum sergiler.
Ruben’e göre, dualist felsefenin kaynağında da Hint tefekkürünü görürüz. “Madem ki, deniyordu, ruhla beden ayrı ayrı şeylerdir, ve ruh ebedidir; o halde adam öldürmüş olan bir kimsenin cani vasfını taşıması ve cezaya çarptırılması hiç te doğru değildir; çünkü burada öldürülmüş olan şey, esasen fani olan bedendir. Ondan kıymetçe daha üstün olan ve asla ölmeyen ruha bir şey olmamıştır.”
Ruben, Yunanlı’ların pek çok konuda Doğu’nun bilgi ve hikmetine muhtaç olduklarını belirterek “Thales, güneş’in tutulacağını daha önceden verebildiği gibi Anaksimandros da tüccar tabaka için bir dünya haritası hazırlamış ve ortaya koymuştur. Bu şekilde ilmi çalışma başlangıçları göstermeleri bakımından da Yunanlı’lar doğu’ya borçlu vaziyette idiler...” diyor.
Ruben’in bütün bu iddialarına topluca bir göz atılacak olursa; E.Yunan tefekkürü, bilim, felsefe ve kozmogoni tasarımlarının orijinalini Mısır ve Hint uygarlığı ile Anadolu’nun çok çeşitle kaynaşabilen yerli kültürlerinden alarak gelişmiştir. A. Weber (1864-1920) de “O kadar fevkalade çok zengin ve doktrinlerinde Yunan felsefesine o kadar benzeyen Hint felsefesine gelince, bu Yunan felsefesine sadece vasıtalı bir şekilde tesir edebilmiş ve Avrupa ancak XIX. ASIRDA Colebrooke ve onu takibedenler sayesinde, onun nüfuzunu hissetmiştir.
II. Nesil Filozofları’na göre,“evren” içinde büyük bir ateş yanmakta olan bir dev’dir. Hint filozoflarından Aruna, “güneş’i büyük bir bal damlası olarak kabul etmişti. Güneş’teki bu balı, O’na göre, dört kutsal sema bölgesinde bulunan veda bilgileri ve diğer kutsal metinler gibi çiçekler meydana getiriyordu. Dört sema bölgesinin ayrı ayrı renklerde olmaları dolayısıyla güneşte de birbirinden farklı dört ayrı renk vardı...”
III. Nesil Filozofları’ndan Aruna’nın oğlu Uddalaka babasından intikal eden fikirlerden “ tam manasıyla bir tabiat felsefesi sistemi kurma dehasını gösterebiliyordu.” Ruben’e göre, nefes’e önem veren yalnızca Uddalaka değildi, III. Nesil filozoflarının bir çoğu nefes’i evrenin temeli, kazığı, örgüsü, hayat tekerleğinin merkezi olduğunu iddia etmişlerdir. Geçen neslin güneş’e tapan filozoflarından Uddalaka bir defasında şöyle demişti.’Avda kullanılan şahin kuşlarının, oturdukları sopaya bağlı bulundukları gibi, demişti, düşünmek de nefes’e bağlıdır...Uddalaka’nın bu formülleştirmesiyle Yunanlı Anaximenes’inki arasında sıkı bir yakınlık seziliyor.”
Anaximenes, Hava’dan ibaret olan ruhumuz, bizi nasıl toplu halde tutuyorsa aynı şekilde bütün kozmik alemi de nefes ve hava bir arada tutuyor, diyordu. Bu durumda Ruben’in şu ifadelerini göz ardı etmek pek güçtür. “Onun için denilebilir ki, Yunanlilar, felsefenin başlangıç kısımlarında Hintli’lerin talebesi olmuşlardır. Zira Upanişat filozoflarının III. Neslinden olan Uddalaka, MÖ: takriben 640-610 arasında yaşamıştı. Halbuki,Anaximenes bu tarihten 100 sene kadar sonra...yaşıyordu.”
Yine Ruben, Yunan felsefesinin orijinal olabilmesi için, Thales, Anaximandros ve Anaximenes’den önce Yunanistan’da Hint’teki gibi bir grup filozofun yaşaması gerekirdi, diyerek etkilenmenin olmadığını ve Yunan felsefesinin orijinal olduğunu savunanlara belgelerle karşı çıkıyor. Aslında Yunan felsefesinin orijinalliği makul temeller üzerine oturtulabilmiş olsaydı bu tezin savunucuları “Yunan Mucizesi” gibi irrasyonel bir kavrama başvurmak zorunda kalmayacaklardı. Ruben, Uddalaka’nın Yunan felsefesine açık bir etkisini gösteren şu ifadesini de kaydediyor. “vakıa, bazıları var olan şey’in de var olmayan diğer bir şey’den meydana geldiğini ileri sürmektedirler. Fakat bu nasıl mümkün olur, var olmayan bir şey’den var olan bir şey nasıl meydana gelir ? E.Yunan’da MÖ: 500 yıllarında Parmenides bu konuyu şöyle ifade ediyordu. “Doğruyu yalnız akıl verir, ve bu akıl meydana gelmeyi, değişmeyi, hareketi yani var olan bir şey’in var-olmayan bir şey haline geçmesini ve bunun tersini kavrayamaz, var-olmayan diye bir şey’in olduğunu düpedüz yadsımak zorundadır.”
Bu düşünce, fizikte Lavosier prensibi diye geçen’maddenin korunumu’nun temelini oluşturur. I8. yüzyıldan beri’ Evrende hiç bir şey var’dan yok, yok’tan var edilemez, evrendeki değişim ve dönüşümlerde belli bir madde kaybı olmayıp enerjiye dönüştüğü ileri sürülürken, I9.yyılın sonlarında Radium’un keşfiyle bu teori de yara alıyor. “...radium’un keşfi ile bu anlayış sona ermiştir. Çünkü, Radioaktivite’nin bir madde kaybı olduğu anlaşılmıştır.” Lavosier prensibini ate düşünceler için bilimsel bir dayanak gibi görmek isteyenler için Radium’un keşfi bir yıkım oldu. 20. yüzyılın başlarında dogmatik materyalizm çeşitli nedenlerden dolayı büyük sarsıntılar geçirdiği için felsefi çığırlarda yeni şekillenmelere kapı aralandı.
‘Felsefenin Başlangıcı’ isimli konferanslar dizisinde Ruben, Hint ve Yunan felsefe ekollerini ayrıntılarıyla inceledikten sonra, Yunan felsefe okullarının her birinin Doğu’dan etkilendiğini gösteren pek çok bulgular çıkarmıştır. O’na göre, İdealizm’in kaynaklarını, insanların fikir ve düşünce problemleriyle ilgilendikleri dönemlerde aramak gerekir. Bu konuyu bir problem olarak ilk ele alan Brahmanlar devri brahmanları olmuştur. Ruben’e göre, brahmanlar düşünceyi söz’den daha önemli görürler. Bu konu üzerindeki bir tartışmanın sonucunda hakemliğine başvurulan yaratıcı tanrı, “...düşüncenin daha üstün ve önemli olduğunu ilan etti. Çünkü, dedi söz düşünceyi daima itaatle takip etmeye mecburdur, tıpkı küçüklerin büyükleri takibe mecbur oldukları gibi .” Ruben, düşüncenin niteliklerini ; ışıkların ışığı, insan vücudunun içinde sönmeyen bir parıltısı olarak tavsif ettikten sonra düşünce, en hızlı hareket eden şey’den daha hızlı hareket eden şey’dir, diye belirtmektedir.
Yine,Ruben,Anaximandros’(MÖ: 550) un evrenin aslını apeiron’(sonsuzluk)a indirgeyen
düşünce sisteminin de temelinde Hint felsefesinin yattığını “ İnsan için en büyük ehemmiyete haiz olan düşünce hassasını, varlık içerisinde en büyük yer işgal eden boşluk’la mukayese edişini biz ancak dahiyane bir buluş diye vasıflandıracağız. Ve boşluk mefhumunu bütün azametiyle kavrayabilmiş olan ilk mütefekkirin de Hint’li idealist filozof olduğunu tahmin ediyorum...MÖ: 600 yıllarında yaşadığını tahmin ettiğimiz 4. Nesil filozoflarından Pravahana, kainatta boşluğun en üstün şey olduğunu ve her şey’in esasını bu boşluğun teşkil ettiğini iddia etmişti.” diyerek kanıtlamağa çalışır.
Ruben’e göre, mistik felsefenin de ilk olarak Hint düşüncesinde Upanishat filozoflarının 2. Nesli içerisinde yetişen Şandilya’da görülecektir. “Şandilya...idealizmin en kuvvetli mümessillerinden biri oldu. Şandilya kendisinden evvelki neslin idealizmini adamakıllı hazmetmiş tipik bir mistik idi.O da insanla kozmik alem arasındaki ilgiyi kabul ediyor ve boşluğun en üstün şey olduğunu ileri
sürüyordu...Mistik düşünce sahibi diğer mütefekkirler gibi, O da bütün varlığın tek bir şey’den ibaret olduğunu ve varlığın yaşadığını kabul etmekteydi. Ve... o biricik küll olan varlığa her şey’in üstünde bir kuvvet manasına gelen...atman ismini vermişti.”
Ruben,Şandilya’nın mistisizminin temelinin irrasyonel oluşunu o’nun şu ifadelerinde görmek gerektiğine işaret ediyor “...atman’ı tam manasıyla anlamak mümkün olmuyordu. Çünkü, bu kelime kainatın hikmet-i vücudunu mistik bir zihniyetle izah için ortaya atılmıştı. İnsanlar bütün varlığı tek bir şey olarak düşünmek istedikleri için tecrübi usullerle ispatına imkan olmayan böyle bir mefhumu kabul ediyorlardı. Bu günkü modern fizikçiler maddeler alemini meydana getirmiş olan realitenin enerjiden ibaret olduğunu söylerler. Şandilya daha o zamanlarda atman’ın düşünceden ibaret olduğunu ve kainat’taki boşluk tarafından temsil edildiğini söylemişti.” Yine Şandilya’nın insanla kozmik alem arasındaki ilişkiyi kabul ettiğini belirten Ruben, o’nun atman’ın bir darı tanesinden, bir pirinç tanesinden hatta bunların iç kısımlarından bile küçük olmasına rağmen göklerden ve boşluktan daha büyük olduğunu belirten ifadelerine dikkat çekerek insanların kalbi içinde bulunan ve düşünceden ibaret bulunan küçücük atmanla uzaydan daha büyük olan kainat atman’ını aynı şey olarak gördüğünü belirtiyor.
Hint düşüncesinde Upanishat felsefesinin en parlak dönemini temsil eden filozofun Yacnavalkiya olduğunu belirten Ruben, onun, filozoflar içerisinde cennet kavramına ilk inananlardan olduğuna dikkat çekiyor. Sadece o’nun, insanların günün birinde ruhlarının bedenlerinden ve bütün madde dünyasından ayrılacağına, saf ve lekesiz bir düşünceden ibaret kalacağına, tek kelime ile’kurtuluşa inandığını görüyoruz, diyor.
Ruben’e göre, Yacnavalkiya’nın kozmogonisi de hayli ilginç tasarımlarla doludur. Kozmogonisinin insanların yaratılışı bölümünde “Erkekle kadın başlangıçta tek bir yaratık olarak yaşamakta idi.Sonradan bu yaratık kadın ve erkek diye iki kısma ayrıldı. Erkeklerin kadınları, kadınların da erkekleri arayıp durmalarına sebep te budur. Hz. Havva’nın Hz. Adem’in kaburga kemiklerinden yaratıldığı hakkındaki efsanenin esası da bu fikirden alınmadır,”demektedir. Burda Ruben’in yorumunun irdelenmesi gerektiği inancındayız. Acaba o’nun dediği gibi Havva’nın yaratılış hikayesi, Yacnavalkiya’nın kozmogonisinden mi alınmış yoksa Yacnavalkiya kozmogonisinin’insanların yaratılış’ kısmını Havva’nın yaratılış hikayesinden mi almış ? Bu problemi ilmi açıdan belirleyecek ne bir ayraç ne de elimizde tarihsel ve sosyolojik bir belge olmadan nasıl böyle kesin bir yargıya varabiliyor,
Ruben. Hz. Musa Yacnavalkiya’dan önce yaşadığı bilinmektedir. Onun ilmi dikkat ve titizlikten uzak olan bu yaklaşımını Ademle Havva’nın yaratılışına efsane demek suretiyle tevhit düşüncesine getirdiği pejoratif yaklaşımda da aramak gerekir, diye düşünüyoruz.
Yacnavalkiya’nın döneminin yenilmez bir tartışmacı filozofu olmasına rağmen sonunda işi dervişliğe vurup terk-i dünya düşüncesine kapılan bir mistik olduğunu ve ülkesini terkederek hırpani bir kılıkla vatansız bir dilenci gibi dolaşmağa başladığından söz eden Ruben, o’nun bu düşünce ve tutumuyla Eski Yunan’daki Kynique filozoflara da etki etmelerinin mümkün olabileceğini vurguluyor.
Ruben. E.Yunan’da Parmenides ve Zenon’da görülen varlık ve oluşla iligili Paradoksların 150 yıl önce Yacnavalkiya’da görüldüğünü belirterek “ daima mevcut olanla sonradan meydana gelen arasında bir zıtlık görüldüğünün hemen farkına varırız. İnsan ruhu veya düşüncesiyle dünya karşı karşıya müteala edilince düşüncenin başlangıçsız ve sonsuz olduğuna mukabil dünyanın sonradan meydana gelmiş olduğu ve günün birinde de yokluğa karışabileceği açıkça anlaşılmıştı.” Ruben, dini terminoloji ile ifade edilecek olursa-kadim (ezeli) ve hadis (sonradan olma ) zıtlığı’nın Tek Tanrı’lı dinlerde ve Yunanlı’larda da gözüktüğünü ama ilkel kabileler arasında görülmediğinden söz ederek “ Anlaşılan bu fanilik ve ebedilik mefhumları arasındaki zıtlık ilk olarak insanlık tarihinin ilk büyük mistik filozofu diyebileceğimiz Yacnavalkiya tarafından keşfediliyordu.”demektedir. Yunanlı Parmenides ancak 150 yıl sonra bu zıtlığa değinebilmiştir. Altı çizili olan ifade Dinlerin menşei ile ilgili Durkheime’ın geliştirdiği metodu çağrıştırıyor. Çünkü Durkheime (1858-1917), İctimaiyat Usulünün Kaideleri isimli eserinde her şeyin aslını en ilkel yapısında görebiliriz, diyordu.
Ruben’in bu kanısı da aklın ve tarihsel gerçeklerin ölçütleriyle değerlendirilmelidir. Kendisinin de değindiği gibi’Allah ebedidir, dünya fanidir. Çünkü sonradan oluşmuştur.’Tanrı’nın başlangıcı ve sonu yoktur’düşüncesi ilk defa Yahudilikte çıkıp sonradan Hıristiyanlık ve İslam’a mı geçti ? Yoksa bu tevhidi düşünceye Hz. Adem de sahip miydi ? Bu konuda - dini belgeler dışta tutulursa -böyle bir kanıyı ispatlayacak güvenilir bir kaynağa ulaşmanın zorluğu hatta imkansızlığı ortada iken, Ruben’in hiç bir ciddi delil ve kaynak göstermeden ortaya attığı önyargılı yaklaşımı, bilim tarihçileri ve düşünen kafalarda anlamlı yankılar uyandırmaz. Bilindiği gibi filozoflar yada beşeri dinlerin kuramcıları birbirinin iddialarını çürütmeğe çalışırlar ama ilahi dinlerde temel prensipler üzerinde peygamberler birbirini nakzetmek şöyle dursun bilakis son gelen kendinden öncekileri övgüyle anıp teskiye ediyor. İlk insan, ilk peygamber olunca, Hz. Adem’in tevhid anlayışı, temel itibariyle en son din olan İslam itikadının nüvesini teşkil ediyor. Bu yüzden Ruben’in zihnimizi tatmin edici bir düşünce ortaya koyduğuna kani değiliz
Ruben, E.Yunan’daki materyalist filozofların da Hint felsefesindeki materyalist yaklaşımlardan etkilendiğini ihsas ettirici şu ifadelere yer vererek; Öbür dünyada, yapmış olduğu iyi işlerden dolayı taltif edilecek, yahut da fenalıklardan ötürü ceza görecek ebedi ruh diye insanlarda ayrı bir şey yoktur, yalnızca beden vardır, diyen Payasi’nin düşüncelerinin İlk Çağ Yunan materyalistlerini etkileyebileceklerini belirtiyor.
Ruben, Budha ile çağdaş olan despot kral filozof Payasi’nin, ruhun var olmadığını kanıtlamak için mahkumları deliksiz kaplarda havasız bırakarak öldürdüğünü ve dışarı çıkma imkanı bulamayan ruhun insanda kalması gerekeceğini ve bu durumda da ölüm olayının gerçekleşemiyeceğini, halbuki insanların yine de öldüğünü, dolayısıyla insanlarda ruh diye bir varlığın olamayacağını belirttiğini söylüyor.
Materyalist yaklaşımın, maddi olmayan konu ve kavramlara emprist nazarla bakma yanlışından kurtulma gibi bir duyarlılığı hesaba katabilmesi zordur. Çünkü, bu dar ve sığ alanda kendilerini konumlandıran maddecilerin evren telakkileri (kozmogoni) dünya görüşleri ve hayat tarzları, ruhu ve insan bilincini maddi çerçeveye hapsedici bir tutum sergiler.
Ruben’e göre, dualist felsefenin kaynağında da Hint tefekkürünü görürüz. “Madem ki, deniyordu, ruhla beden ayrı ayrı şeylerdir, ve ruh ebedidir; o halde adam öldürmüş olan bir kimsenin cani vasfını taşıması ve cezaya çarptırılması hiç te doğru değildir; çünkü burada öldürülmüş olan şey, esasen fani olan bedendir. Ondan kıymetçe daha üstün olan ve asla ölmeyen ruha bir şey olmamıştır.”
Ruben, Yunanlı’ların pek çok konuda Doğu’nun bilgi ve hikmetine muhtaç olduklarını belirterek “Thales, güneş’in tutulacağını daha önceden verebildiği gibi Anaksimandros da tüccar tabaka için bir dünya haritası hazırlamış ve ortaya koymuştur. Bu şekilde ilmi çalışma başlangıçları göstermeleri bakımından da Yunanlı’lar doğu’ya borçlu vaziyette idiler...” diyor.
Ruben’in bütün bu iddialarına topluca bir göz atılacak olursa; E.Yunan tefekkürü, bilim, felsefe ve kozmogoni tasarımlarının orijinalini Mısır ve Hint uygarlığı ile Anadolu’nun çok çeşitle kaynaşabilen yerli kültürlerinden alarak gelişmiştir. A. Weber (1864-1920) de “O kadar fevkalade çok zengin ve doktrinlerinde Yunan felsefesine o kadar benzeyen Hint felsefesine gelince, bu Yunan felsefesine sadece vasıtalı bir şekilde tesir edebilmiş ve Avrupa ancak XIX. ASIRDA Colebrooke ve onu takibedenler sayesinde, onun nüfuzunu hissetmiştir.
1 Yorum
cok komiksin