Cumhuriyetin Felsefi Söylemi: Gökberk ve Mengüşoğlu (... devam)
|
Aydınlanma, akılcı kültür ve sanayileşme evrensel olaylardır, yani bütün yeryüzünü kaplama yolunda olan gelişmelerdir. Gökberk'e göre, "düne kadar tarih öncesinde donmuş kalmış olan Afrika, ya da aşınmış yozlaşmış değerleri yüzyılIar boyunca sürükleyen Asya'nın bugün aydınlanma ve teknikleşme ile silkinmeleri" de bunun göstergesidir. Bu durumun, dünyanın batılılaşması ya da Avrupalılaşması olarak nitelendirildiğini biliyoruz. Yani bir kültürel gerçeklik olarak Avrupa'nın kendi sınırlarının dışına taşması söz konusudur.
Gökberk'in kültür dünyamızın sorunlarına ve kültürün felsefe açısından ele alınmasına İlişkin bazı düşüncelerini böylece aktardıktan sonra, şimdi de Mengüşoğlu'nun benzer sorunları ele alış biçimine ve üzerinde durduğu sorunların neler olduğuna bakabiliriz.
Mengüşoğlu'nun Kültür Sorunlarına Yaklaşımı
Takiyettin Mengüşoğlu, kendi felsefesi ışığında, Türk toplumunun değişik tarihsel ve güncel sorunları üzerinde de düşünmüş, önemli saptamalar ve değerlendirmeler yapmış olan bir düşünürümüzdür. Benim özellikle üzerinde durmak ve hatırlatmak istediklerim, Mengüşoğlu'nun Batılılaşma, batı ve Doğu kültürlerinin farklılıkları ve Türk devrimiyle ilgili saptama ve değerlendirmeleridir.
Mengüşoğlu da, çağımızda hemen hemen bütün ulusların "Avrupalılaşma", yani Avrupa kültür çevresinin içine girme" mücadelesi yaptıklarını ifade eder. Ancak Avrupalılaşma düşüncesi bir erek olarak benimsenmekle birlikte, "böyle bir ereğin gerçekleştirilmesinin ne kadar güç olduğu yeter derecede ve ciddi olarak düşünülmemektedir."Bunun nedenleri konusunda ise, Mengüşoğlu şunları belirtir: "çünkü Batılı adını alan kültür çevresi ne otoktondur,ne de Avrupalılar tarafından hazır olarak bulunmuştur; tersine bu kültür çevresi yüzyıllarca sürüp giden bilim, felsefe, sanat gibi bir eylemler zincirinin sonucudur.
Birçok dolambaçlı ve hatalı yollardangeçen bu eylemler, insan,özgürlük, devlet, din, doğa,çalışma, iktisat, toplulukhakkındabelli bir görüşü;hayat bilim, felsefe, sanat, teknik, genellikle dünya karşısında takınılanbir tavrın zemini üzerindegerçekleşmiş ve gelişmiştir." "Doğu ve Batı doğalolarak, öncelikle birer coğrafya terimi" olmakla birlikte,Mengüşoğlu'ya göre, "zamanla, Avrupa ve Asya'da birbirinden çok başka iki kültürün,görüş tarzının taşıyıcısı olan toplumlar kümelenince, Doğu ve batı terimleri Asya ve Avrupa için bu yeni içerikle kavramlaştılar. Şimdi onları duyduğumuzda, coğrafyadan çok kültürel içeriklerini düşünüyoruz."
Her kültür çevresinin belli bir görüş tarzına dayanması nedeniyle, Mengüşoğlu, özellikle kültür ve görüş tarzı ilişkisi üzerinde durur; Batı ve Doğu kültür çevrelerinin görüş tarzı ilişkisi üzerinde durur; Batı ve Doğu kültür çevrelerinin görüş tarzı bakımından farklıklarını ortaya koyar. Ama öncelikle kültür-görüş tarzı ilişkisinin ne olduğunu görelim.
Mengüşoğlu'na göre, "görüş tarzı toplum yapısını ele veren fenomenlerde ortaya çıkar. Görüş tarzı taşıdığı değerlerde bu yapıyı yansıtır; teokratik düzene Tanrı ve kulluk, akılcı bir düzende insan değerleri ve özgürlük. Toplum yapısı ve görüş tarzı, özdeştir." Bu nedenle Mengüşoğlu, özgürlüğe yer olmayan bir toplum yapısında, özgürlük yasalarla verilmiş olsa bile, onun kullanılamayacağına dikkati çeker. "Yani, bir toplumda görüş tarzını değiştirmek, yapıyı değiştirmeden olanaksızdır. Yapıyı etkileme, ancak teklerden (bireylerden) gelebilir. Ancak tekler, içinde bulundukları toplmun yapısı ve görüş tarzının bilincine varır, daha ileri bir yapı ve görüş tarzı için toplumu değiştirme savaşına girebilirler, Atatürk'ün yapmak istediği gibi." Mengüşoğlu, görüş tarzındaki bir değişmenin, ancak "bilinçli bireylerin çoğalması, toplum yapısı ve görüş tarzlarını bilimin ve felsefenin araştırması," ve böylece değişimi "engelleyen tarihsel ve toplumsal nedenlerin açığa çıkması"yla mümkün olabileceğini ifade eder.
Bir kültür çevresi olarak Batı ile Doğu'nun en başta görüş tarzları bakımından önemli farklılıklar içerdiğini belirten Mengüşoğlu'na göre, "Doğuda yönetici değer, uyum ve değişmemedir, topluma uyum, doğaya uyum. Değişmez sorulara, değişmez cevaplar arar Doğulu, ona göre yaşar. Güçsüzün güçlüye baş eğmesi doğal yasa niteliğindedir. Doğulu "huzur"u yaşar. Batı, tersine, toplumdaki ve doğadaki disharmoniye parmak basmıştır. Batı doğaya bilimle yasalar dikte ettiği gibi (Kant), topluma da, her yıkış ve yapışta, kendisi yasalar hazırlayıp verir. 0, Tanrı ile hayvan arasında "huzursuz" olan insanı bulmuştur."
Mengüşoğlu'na göre, "Batı kültürü, belli bir görüş tarzının ürünüdür; bu görüş tarzının içine girilmedikçe, bu kültür çevresinin içine girmeye olanak yoktur. Doğunun ve Batının insan, hayat, doğa ve kosmos, bilim ve felsefe, sanat hakkındaki görüşleri arasında büyük farklar vardır." Bu farklılıklar arasında ise Mengüşoğlu, en başta, Doğuda insanın henüz bir değer kazanmamış olduğu saptamasında bulunur. Batının teknolojisinin, teknik araçlarının Doğuya girişi, bu kültür çevresindeki insanın kendisi hakkında düşünmesine yeterli olmamıştır. Mengüşoğlu'na göre, insan başarılarının, insan olaylarının "temelinde daima bir görüş tarzı saklı olduğu için, bu görüş tarzı sindirilmedikçe,benimsenmedikçe" kültür bakımından yaratıcı olma olanağı yoktur.
Batıda ortaçağdan yeniçağa geçiş bir görüş tarzından başka bir görüş tarzına geçiş olmuştur. Tarihsel-kültürel gerçeklikteki değişmeleri "görüş tarzı" (zihniyet) bakımından yorumlayan Mengüşoğlu bu konuda şunları söyler: "Nasıl ki ,statik bir görüş tarzı Doğuya özgü bir detenninasyon ilkesi ise, "gelenekçilik" ya da statik gelenek de Doğuya özgü bir determinasyon şeklidir. Nasıl ki Batılı, statik olan dinsel görüşü ortaçağdan yeniçağa geçerken etkisiz hale getinnişse, aynı şekilde "gelenekçiliği" de ortaçağdan yeniçağa geçerken terketmiş ve böylece onunla birlikte görüş tarzı da değişmiştir." Batının donmuş geleneklerden kurtulmasında ve yeni bir görüş tarzı oluştunnasında en büyük rolü oynayanlar ise bilim ve felsefe olmuştur denilebilir.
Kültür ve görüş tarzı arasındaki ilişki kadar, çeşitli kültürler arasında ilişki ve iletişim kurulabilmesi de önemlidir. Bu konuda da görüş tarzlarının benzer ya da farklı olması ,kültürleri birbirine yaklaştıran ya da uzaklaştıran en önemli faktör durumundadır. Mengüşoğlu'nun deyimiyle, "genellikle kültür alış-verişleri daima birbirini karşılıklı etkilerler ve yeni başanları doğururlar. Fakat bunun için bu başarılann dilinden anlayacak insanların bulunması gerekir; yoksa insan, onların ancak seyircisi, hayranı olabilir; fakat yeni şeylerin yaratıcısı olamaz." Çağımızda iletişim olanaklannın genişlemesi, uluslar arasındaki uzaklıkların kısalması nedeniyle, toplumların birbirleriyle alış verişinin daha kolaylaştığını belirten Mengüşoğlu'na göre, "bu durumdan yararlanma,yine aynı kültür çevresi içinde bulunup bulunmamaya bağlıdır." Çünkü tarihsel-kültürel gerçekliği oluşturan insan başarılarının bir toplumu etkileyebilmesi ile o toplumun hayat, insan, doğa hakkındaki düşünüş biçimi arasında sıkı bir bağıntı vardır.
Görüş tarzı ile kültürel gelişmeler ya da bunalımlar arasında kopmaz bir bağıntı bulunduğu için, Doğulu toplumların gelişmesi hep eksik ve parçalı bir şekilde olagelmiştir. bu konuda Mengüşoğlu'nun yaptığı bazı saptamalar şöyledir: "Batı kültür çevresinin içine bulunmayan ve kültür çevresinin içine bir türlü giremeyen birçok Doğu memleketleri bilim, felsefe, sanat ve teknik alanında yaratıcı olmaktan çok "alıcı" bir durumda bulunuyorlar. Bu durum, yani sadece "hazır sonuçları alma", ancak onların dış-görünüşle ilgili olan hayat-tarzlarını değiştirebiliyor; fakat bu sonuçların onların hayat-tarzlarının içeriğini, çekirdeğini etkilemesi mümkün olmuyor; çünkü bu konuda,belli bir hayat ve insan-görüşüne gerek vardır: bunun içine girilmedikçe bu "alıcı" durum olduğu gibi sürüp gider."
Felsefe çalışmalannın büyük kısmını "insan" kavramı ve gerçekliği üzerinde yoğunlaştırmış olan Mengüşoğlu, Batı ve Doğu kültürlerini ve görüş tarzlarını da özellikle "insan" kavramından haraketle karşılaştırır. Doğuda insanın bireyIikten, otonomi ve değerden yoksun olması söz konusudur. Doğulu insan kendisini otonomi ve bireysellikten yoksun sandığı için, hiçbir şey karşısında karşı koyan bir tavır takınmama ve kendini bir araç olarak görme durumunda olmaktadır. Batılı görüş için, insan varlığının temelinde otonomi,özgürlük ve eşitlik yer almaktadır. Ancak Batılı bu otonomiyi ve bireyselliği hazır olarak bulmuş olmayıp, yüzyıllar süren uğraş ve mücadeleler yoluyla gerçekleştinniştir. Mengüşoğlu bu bağlamda Kant'ın insan otonomisi hakkındaki sözerini hatırlatır: "Akıl sahibi bir varlık olan insan, ne kendisi, ne başkası hatta ne de tanrı için bir araç olabilir. "Batılı otonomiye bilimsel ve felsefi görüşler yoluyla uzun bir süreç içinde ulaşmış olduğundan, otonomi ve bireysellik gibi düşünceler ve değerler, "bir eşya örneğin teknik bir araç gibi bir memleketten başka bir memlekete taşınamaz"; yani her toplumun bunu kazanmaya çalışması gerekir.
Mengüşoğlu da, bu gibi kavram ve değerlerin başka bir kültüre aktarılamayacağını, ancak o kültürde yer alan insanların bilinçli çabalarıyla elde edilebileceğini vurgular: "Çünkü insan,hiçbir zaman "hazır olana" konarak amacını gerçekleştiremez; her şey, onun kendi çalışmalarının, çabalarının, didinmelerinin ürünü olmalıdır. Bunun için ancak temel hazırlanabilir ve gerçekleşmesine çalışılabilir. Bizim topyekün olan devrimimiz,bu temeli hazırlamıştır." Ancak devrim, yeni bir kültür ve insan anlayışının zeminini hazırlamış olmakla birlikte, bunun bilim ve felsefe açısından da işlenmesi gereklidir.
Kültür alanındaki gelişmeler ve karşılaşılan sorunlar, büyük ölçüde gelenekle ve gelenek karşısında alınan tavırla yakından ilişkilidir. Mengüşoğlu'na göre, "gelenek terimiyle insan kuşaklarının birbirine aktardıkları başarılar, hayat-şekilleri, verilen ve alınan bütün içerik ve şekiller kastedilmektedir; böylece gelenek bir topluluğun kuşakları arasındaki bağın kopmamasına da yardım etmektedir." Bu bakımdan gelenek, tarihsel-varlık alanını yaratan ve onu biçimlendiren bir belirlenim ilkesidir. Bu belirlenim, insan başarılarının ya ilerlemesini (gelenek olumlu olduğunda) ya da aynı donmuş durumun sürmesini (gelenek olumsuz olduğunda) sağlar. Başka bir deyişle, "geleneğin görüş tarzına olan etkisi, olumsuz olduğu gibi olumlu da olabilir. Olumlu etkisiyle gelenek görüş tarzının statik, "donmuş" bir nitelik kazanmamasına; olumsuz şekli ile de görüş tarzının donmuş bir nitelik kazanmasına
hizmet eder."
Geleneklerin olumsuz şeklini ve bunun savunulmasını "gelenekçilik" olarak adlandırılan Mengüşoğlu, özellikle Doğuya özgü bir belirlenim ilkesi olan statik gelenek ve gelenekçilik hakkında şunları söyler: "geleneğin olumsuz şekli, yani gelenekçilik her alanda statik bir durumun, bir görünüşün sürdürülmesine yaramaktadır. Fakat onun "donmuş" niteliğine dokunmak da güçtür; onun çok güçlü savunma araçları vardır. Çünkü statik gelenek bir yandan daima dinin ve başka birtakım "çürük inançlar"ın, öte yandan da bir sahte ulusçuluğun gölgesine sığınmıştır. Zaten onun "devrim"siz sökülmesi güç olan köklerinin gücü de buradan gelir. Statik gelenek bu güçlerle, özellikle dinsel gelenekle birleştikten sonra, onun karşısına çıkan her şey, ya hemen erir ya da ergeç ona boyun eğmek, uymak zorunda kalır." Mengüşoğlu, bir toplumu böyle donmuş geleneklerden ve gelenekçilikten ancak bilim ve felsefenin kurtarabileceğini belirtir: "nitekim, Batılı gelenek de ancak bilim ve felsefe yoluyla dinin baskısından sıyrılmış, statik olmaktan kurtulmuştur. "Gerçekten de Batıda ortaçağdan yeniçağa geçiş, geleneksel olandan modern olana, yeni bir görüş tarzına geçiş anlamına gelmiştir. Bu görüş tarzının ayırt edici özelliği ise, geleneği desteklemekten çok, tarihsel ilerlemeye inanması ve gelecekte ulaşılacak ideal bir kültür durumuna duyulan özlemi yansıtmasıdır. Bu bakımdan Yeniçağın, belli ideler ve erekleri gözeterek "tarih" kavramını ön plana çıkaran bir dönem olduğunu söyleyebiliriz.
Zihniyetleri, görüş tarzları bakımından yeryüzünde farklı kültürler bulunmakla birlikte, Mengüşoğlu, bütün insan başarılarının uluslar arasında ortak bir temele dayandığını ve bunlarda birçok ulus ve topluluğun rolü bulunduğunu ifade eder. Bütün insan başarılarının tarihsel süreç içinde birbirine bağlandıklarını savunan Mengüşoğlu'nun deyimiyle, "bugünkü insan başarılarına birçok eski ulusların, insan gruplarının katıldıklarını iddia etmek hiç de temelsiz, yersiz bir düşünce değildir: ister bu ulusların, bu insan gruplarının tarih kitaplarında adları bilinsin, isterse bilinmesin; bu, durumda bir değişiklik meydana getirmez." çünkü tarih bugün mevcut olmayan uluslardan da söz etmektedir. Fakat bu ulusların kültür bakımından başarıları kaybolmamış, kendilerinden sonra gelen ulusları ve toplulukları etkilerneyi ve biçimlendirmeyi sürdürmüştür. Bu konuda Anadolunun kültür tarihinin pekçok örnek sunduğu açıktır.
İnsanla ilgili olan her şeyin bir tarihi olduğunu belirten Mengüşoğlu'na göre, "insanın bugünkü eylemlerinin kökü dündedir, geçmiştedir. Fakat geçmişte kökünü bulan, yalnız şimdi gerçekleşen eylemler, bu eylemlerden oluşan başarılar değildir; aynı zamanda daha önce yaşamış olan kuşakların, ulusların, hatta Hititler, Sümerler, Mısırlılar, Yunanlılar, Romalılar gibi tarih sahasından çekilmiş olan ulusların başarıları da kökünü geçmişte bulurlar." Bu nedenle, Mengüşoğlu'na göre, "aslında gerek şimdi, gerekse daha önce başka kuşaklar ve uluslar tarafından gerçekleştirilen başarılar arasında sıkı bir bağ vardır; ve bunlar bir "bütün" oluştururlar.
Tarihsel ve kültürel dünyayı oluşturan insan başarılarını, bir değişme süreci içinde değerlendiren Mengüşoğlu, "oluş olanağı" ile "oluş gerçekliği" ayrımı yapmaktadır. Ona göre, "her çağda her sosyal-birliğin (toplumun, bir oluş-olanağı ve bir de oluş gerçekliği vardır. Oluş-olanağı, sosyal-birliğin etkin ve potansiyelolan topyekün bütün) determinasyonlarıdır. Oluş gerçekliği ise,bu determinasyonlardan sadece etkin olanlarıdır. Etkin determinasyonların gerisindeki potansiyel determinasyonların çok güçlü ve çeşitli olması, bir sosyal birliğin olumlu anlamdaki oluşuna hizmet eder, potansiyel determinasyonlar sona erdiği zaman ise, sosyal-birlik (toplum), sadece günlük sfer içinde yaşar; artık uzun süreli işlere girişemez, ve böyle bir durumda "an"ın determinasyonu daha ağır basar." Ancak insan şimdinin ve geçmişin baskısı altında bulunduğunda bile, onda içinde bulunduğu durumu aşma ve geleceğe yönelme gücü ortadan kalkmış değildir. Mengüşoğlu, insanın içinde bulunduğu real koşullardan kurtulmasını "ideleştirme" fenomenine bağlamaktadır. Ona göre, "insan tek kişi olarak, hayat-gerçekleri ile içinde bulunduğu real durumların ağır yükü altında ezilir göründüğü zaman bile, o bu real-durumlara bir anlam vermek, onları ideleştirmek gibi bir yeteneği vardır; bu sayede insan tahammül edilmesi güç real durumların içinden sıyrılabilecek bir güç kazanır; hatta bu sayede insan yeni hayat deneyimleri kazanır; bu deneyimler ona yeni bir anlam-sferi açabilirler. (...) Aynı şey uluslar için de geçerlidir. Uluslar da şimdi yaşayan kuşaklar, düşüncelerini, planlarını gerçekleştiremezlerse, gelecek kuşaklara bırakırlar. Bunun benzeri bilim, felsefe ve teknik alanda da olup biter. Böylece insan bir yığın umut, arzu, henüz gerçekleşmeyen düşünce, plan, bitmez aldanmalardan meydana gelen hayatını yaşamakta devam eder."
Mengüşoğlu'nun sözünü ettiği "ideleştirme", ulusların özellikle bunalım dönemlerinde kendini gösteren ya da göstermesi gereken bir fenomendir. Bu fenomene ilişkin olarak Kurtuluş Savaşı koşullarını örnek gösteren Mengüşoğlu'nun deyimiyle, "Türkiye'de 1919 olaylarını yaşayanlar katı bir realite içinde bulunuyorlardı. Fakat onlar dayanılması güç olan bu real durumu son ve biricik çıkar yololarak görmediler; onu reddettiler. (...)Yeni yollar, yeni imkanlar aradılar ve hemen buldular. Bu, ancak hüküm süren real durumlar son imkan olarak görülmediği, insan bu real durumlar altında ezilmediği, yani real durumlar ideleştirildiği zaman mümkün olur; çünkü ancak bu sayede insan real durumun içinden sıyrılıp çıkabilmek, yeni bir yol bulmak imkanını kazanır." Ancak ideleştirme real durumları yok saymak değil, tersine içinde yaşanılan gerçekliği son ve biricik olanak olarak görmemek ve hayata yeni bir anlam vermek demektir.
Mengüşoğlu'nun sözünü ettiği "ideleştirme" fenomeni, aynı zamanda tarihsel oluşa yön verme bakımından da önemlidir. İnsan ya da toplumlar ideleştirme yoluyla tarihin yönünü belirlemekte, onu biçimlendirmektedirler. "Çünkü belli bir tarihseloluşta, onu taşıyan insanlardan herhangi bir determinasyon gelmeyince, onun yerine başka bir oluş, yani tarihselolayların ve başarıların başka bir yönü geçer. Bu da sosyalbirlik (toplum) için, ya olumlu yahut olumsuz olur." Buna ilişkin olarak kendi tarihimizi örnek gösteren Mengüşoğlu'na göre, "1923'ten beri ulus olarak belli bir oluş yönüne çevrildik; yani ulus olarak yapıp ettiklerimizi belirleyen değerler bizi yeni bir oluş yönüne çevirdiler; böylece Doğulu görüşten Batının bilimsel görüş tarzına yönelinmiş, donmuş geleneklerin ayıklanmasına çalışılmış, dini sömüren çürük inançlara son verilmek istenmiş; bu yönde oldukça temelli ve olumlu adımalr da atılmıştır." Ancak Mengüşoğlu, atılan bu adımların, sürekli olarak yeni çabalarla desteklenmesi gerektiğini belirtir. Kendi deyimiyle, "burada sessiz kalmak, oluş yönünü kendi oluruna bırakmak, başka bir oluş yönüne sürüklenmemize neden olabilir; örneğin yine terkettiğimiz ya da terketmeye çalıştığımız donmuş geleneklerin başka bir çeşidinin içine düşebiliriz." Bu nedenle kültürel dünyamızdaki oluşumlara kendi idelerimiz ve değerlerimiz doğrultusunda yön vermeye çalışmamız gereklidir.
Özellikle Tanzimattan beri bize yol gösteren başlıca düşünce ve erek Batılılaşma ya da Avrupalılaşma olmuştur. Mengüşoğlu'nun deyimiyle, "Biz Tanzimattan beri Batı kültürünün, görüş tarzının içine girmeyi denemekteyiz. Fakat hep yarım önlemler yüzünden buna bir türlü girememişiz. Ancak dil, tarih, hukuk ve bazı bakımıardan tam bir devrim olan son devrim,bizi bu kültürün içine bütün varlığımızla girmeye zorladı; ve bu konuda şekil bakımından tamamıyla, iç bakımından da kısmen başanlı olmuş durumdayız." Fakat devrimin iç bakımından, yani tinsel boyutlan bakımından henüz birçok eksikleri bulunduğunu vurgulayan Mengüşoğlu, henüz bu problemleri felsefenin ve bilimin bir nesnesi olarak ele almadığımızı ve özellikle 1950 sonrası yaşanan olaylann uyan cı olduğunu belirtir: "çünkü yapılan şeyler, düşüncelerle beslenmemiş, sadece "empirik" olarak ele alınmıştır. Bize düşen iş, bu problemi (Batılı bir görüş tarzı edinme) düşüncelerle beslemek ve aksayan yanlarını düzeltmektir." Başka bir deyişle, devrimin içerik bakımından tamamlanması için tinsel bir kalkınmaya ihtiyaç vardır. Mengüşoğlu'na göre, "bu bizim ve bizden sonraki kuşakların bir başansı olacaktır. Başlangıçta buna olarak yoktu, çünkü aydınlar azınlıkta idi.Bugün artık şekil bakımından tümüyle gerçekleştirdiğimiz bu başanlan, iç bakımından işlemenin zamanı gelmiştir."
Mengüşoğlu, devrimin tamamlanması gereken eksik yönlerine işaret ederken, bu arada devrimin başanlı olduğu yönler ve bununanlamı üzerinde de durur. Kendi deyimiyle, "ilk kez yarım önlemlerle bizim batılı bir görüş tarzının içine giremeyeceğimizi kavrayan büyük devlet adamımız Atatürk olmuştur. O bütün "dualite"leri ortadan kaldırmıştır; bu da ancak topyekün bir devrim olan bizim devrimimizle gerçekleşebilirdi. Devrimimiz şekil bakımından Doğulu olan her şeyi, bütün dualiteleri ortadan kaldırdı." Ancak bunlara karşın, Mengüşoğlu yine de, kültür dünyamızda yaşanan bir "kaotik" durumdan söz etmektedir.
Kültür dünyamızdaki kaotik duruma ilişkin olarak müzikten örnekler veren Mengüşoğlu'na göre, "bizim bugünkü müziğimizdeki kaotik durum, hayatımızın ne kadar ikili (dual) bir hayat olduğunu gösteriyor. Bir yana bahçe ve meyhane müziği, öte yanda Adnan Saygun ve Cemal Reşit Rey'leri göz önünde bulunduralım." Mengüşoğlu, birbirine tamamen karşıt iki görüş tarzının ürünü olan bu iki müzik biçiminin bizim hayatımızın yönlerini gösterdiğini söyler. Çünkü bir ulusun müziği, onun varlık temelini ve hayat-yönünü ortaya koymaktadır. "Bu bakımdan müziğimizde kendimizin ne dereceye kadar Batılılaşıp Batılılaşmadığımızı, bütün fikir yürütmelerden daha açık olarak görebiliyoruz."
Mengüşoğlu, aynı kaotik durumun diğer sanat dallan, mimarlık, bilim, felsefe ve edebiyat için de söz konusu olduğu görüşündedir. Ona göre, Batılılaşıp Batılılaşmadığımızı gelecekteki başarılarımız gösterecektir. O, batılılaşmadan, bağımsız bir kültüre sahip olmayı anlamaktadır. Ona göre, "bu konuda herhangi bir karamsarlığa kapılmamıza da gerek yoktur.
Bütün eksikliklerimize, bütün kaotik hayatımıza rağmen her alanda yeniye bir yönelme vardır. Asıl problem, hayatımızdaki bu ikiliğin sona ermesi, müziğin, yapı sanatının, yazı sanatının, bilim ve felsefenin dört duvar arasında hapsedilmemesi, problemlerimizi ele almasıdır; bunlar da, (...) ergeç gerçekleşecektir; herkese düşün iş, kendi alanında buna çabalamak ve alanının hakiki bir adamı olmaktır."
Mengüşoğlu, kitabının (Felsefeye Giriş)1983 tarihli üçüncü baskısına şöyle bir dipnot düşer biraz önce andığımız sözlerine ek olarak: "kitabın ilk baskısından bugüne kadar geçen 25 yıl içinde bazı alanlarda yadsınamaz olan olumlu gelişmelere karşın, bazı alanlarda olumsuzlukların doruğa ulaştığı da yazık ki bugün bütün somutluğu ile yaşadığımız bir gerçek. "Ancak yaşanan durumun olıımsuzluğuna ilişkin bu saptama, geleceğe ilişkin beklentilerden vazgeçme ve karamsarlığa kapılma anlamına gelmemektedir.
Tarih Bağlamında Avrupalılaşma Sorunu
Her iki düşünürümüzünde bir kültür gerçekliği olarak Batıyı/Avrupayı tarihsel süreç içinde yorumladıklarını görüyoruz. Buna göre, Avrupa ya da Batı, uzun bir tarihsel süreç sonucunda ortaya çıkmış bir kültür çevresidir. Yani o daha baştan varolan bir şey değildir. Bir kültür çevresi ve görüş tarzı olarak Batının değişimleri /dönüşümleri zamanımızda da sürmektedir.Bu nedenle,birkültürgerçekliği olarakAvrupa ya da Batı, hemo kültür çevresi içinde yer alanların hemde ona yönelenierinönündebir sorunolarak durmaktadır.Başka bir deyişle, gerek Avrupa'nın kendini "Avrupalılaştırması" gerekse de öteki toplumların "Avrupalılaşma" çabaları, üzerinde düşünülmesigereken önemli bir kültür sorunu olmayı sürdürmekteve her dönemde yeni boyutlarkazanmaktadır.Bu sorunaçözümler üretebilme ve Avrupalılaşma ya da çağdaşlaşma yolunda ne kadar ilerlediğimizi değerlendirme konusunda, Gökberk ve Mengüşoğlu'nun bize sunduğuipuçları ve öneriler önemini korumaktadır.
Gökberk'in kültür dünyamızın sorunlarına ve kültürün felsefe açısından ele alınmasına İlişkin bazı düşüncelerini böylece aktardıktan sonra, şimdi de Mengüşoğlu'nun benzer sorunları ele alış biçimine ve üzerinde durduğu sorunların neler olduğuna bakabiliriz.
Mengüşoğlu'nun Kültür Sorunlarına Yaklaşımı
Takiyettin Mengüşoğlu, kendi felsefesi ışığında, Türk toplumunun değişik tarihsel ve güncel sorunları üzerinde de düşünmüş, önemli saptamalar ve değerlendirmeler yapmış olan bir düşünürümüzdür. Benim özellikle üzerinde durmak ve hatırlatmak istediklerim, Mengüşoğlu'nun Batılılaşma, batı ve Doğu kültürlerinin farklılıkları ve Türk devrimiyle ilgili saptama ve değerlendirmeleridir.
Mengüşoğlu da, çağımızda hemen hemen bütün ulusların "Avrupalılaşma", yani Avrupa kültür çevresinin içine girme" mücadelesi yaptıklarını ifade eder. Ancak Avrupalılaşma düşüncesi bir erek olarak benimsenmekle birlikte, "böyle bir ereğin gerçekleştirilmesinin ne kadar güç olduğu yeter derecede ve ciddi olarak düşünülmemektedir."Bunun nedenleri konusunda ise, Mengüşoğlu şunları belirtir: "çünkü Batılı adını alan kültür çevresi ne otoktondur,ne de Avrupalılar tarafından hazır olarak bulunmuştur; tersine bu kültür çevresi yüzyıllarca sürüp giden bilim, felsefe, sanat gibi bir eylemler zincirinin sonucudur.
Birçok dolambaçlı ve hatalı yollardangeçen bu eylemler, insan,özgürlük, devlet, din, doğa,çalışma, iktisat, toplulukhakkındabelli bir görüşü;hayat bilim, felsefe, sanat, teknik, genellikle dünya karşısında takınılanbir tavrın zemini üzerindegerçekleşmiş ve gelişmiştir." "Doğu ve Batı doğalolarak, öncelikle birer coğrafya terimi" olmakla birlikte,Mengüşoğlu'ya göre, "zamanla, Avrupa ve Asya'da birbirinden çok başka iki kültürün,görüş tarzının taşıyıcısı olan toplumlar kümelenince, Doğu ve batı terimleri Asya ve Avrupa için bu yeni içerikle kavramlaştılar. Şimdi onları duyduğumuzda, coğrafyadan çok kültürel içeriklerini düşünüyoruz."
Her kültür çevresinin belli bir görüş tarzına dayanması nedeniyle, Mengüşoğlu, özellikle kültür ve görüş tarzı ilişkisi üzerinde durur; Batı ve Doğu kültür çevrelerinin görüş tarzı ilişkisi üzerinde durur; Batı ve Doğu kültür çevrelerinin görüş tarzı bakımından farklıklarını ortaya koyar. Ama öncelikle kültür-görüş tarzı ilişkisinin ne olduğunu görelim.
Mengüşoğlu'na göre, "görüş tarzı toplum yapısını ele veren fenomenlerde ortaya çıkar. Görüş tarzı taşıdığı değerlerde bu yapıyı yansıtır; teokratik düzene Tanrı ve kulluk, akılcı bir düzende insan değerleri ve özgürlük. Toplum yapısı ve görüş tarzı, özdeştir." Bu nedenle Mengüşoğlu, özgürlüğe yer olmayan bir toplum yapısında, özgürlük yasalarla verilmiş olsa bile, onun kullanılamayacağına dikkati çeker. "Yani, bir toplumda görüş tarzını değiştirmek, yapıyı değiştirmeden olanaksızdır. Yapıyı etkileme, ancak teklerden (bireylerden) gelebilir. Ancak tekler, içinde bulundukları toplmun yapısı ve görüş tarzının bilincine varır, daha ileri bir yapı ve görüş tarzı için toplumu değiştirme savaşına girebilirler, Atatürk'ün yapmak istediği gibi." Mengüşoğlu, görüş tarzındaki bir değişmenin, ancak "bilinçli bireylerin çoğalması, toplum yapısı ve görüş tarzlarını bilimin ve felsefenin araştırması," ve böylece değişimi "engelleyen tarihsel ve toplumsal nedenlerin açığa çıkması"yla mümkün olabileceğini ifade eder.
Bir kültür çevresi olarak Batı ile Doğu'nun en başta görüş tarzları bakımından önemli farklılıklar içerdiğini belirten Mengüşoğlu'na göre, "Doğuda yönetici değer, uyum ve değişmemedir, topluma uyum, doğaya uyum. Değişmez sorulara, değişmez cevaplar arar Doğulu, ona göre yaşar. Güçsüzün güçlüye baş eğmesi doğal yasa niteliğindedir. Doğulu "huzur"u yaşar. Batı, tersine, toplumdaki ve doğadaki disharmoniye parmak basmıştır. Batı doğaya bilimle yasalar dikte ettiği gibi (Kant), topluma da, her yıkış ve yapışta, kendisi yasalar hazırlayıp verir. 0, Tanrı ile hayvan arasında "huzursuz" olan insanı bulmuştur."
Mengüşoğlu'na göre, "Batı kültürü, belli bir görüş tarzının ürünüdür; bu görüş tarzının içine girilmedikçe, bu kültür çevresinin içine girmeye olanak yoktur. Doğunun ve Batının insan, hayat, doğa ve kosmos, bilim ve felsefe, sanat hakkındaki görüşleri arasında büyük farklar vardır." Bu farklılıklar arasında ise Mengüşoğlu, en başta, Doğuda insanın henüz bir değer kazanmamış olduğu saptamasında bulunur. Batının teknolojisinin, teknik araçlarının Doğuya girişi, bu kültür çevresindeki insanın kendisi hakkında düşünmesine yeterli olmamıştır. Mengüşoğlu'na göre, insan başarılarının, insan olaylarının "temelinde daima bir görüş tarzı saklı olduğu için, bu görüş tarzı sindirilmedikçe,benimsenmedikçe" kültür bakımından yaratıcı olma olanağı yoktur.
Batıda ortaçağdan yeniçağa geçiş bir görüş tarzından başka bir görüş tarzına geçiş olmuştur. Tarihsel-kültürel gerçeklikteki değişmeleri "görüş tarzı" (zihniyet) bakımından yorumlayan Mengüşoğlu bu konuda şunları söyler: "Nasıl ki ,statik bir görüş tarzı Doğuya özgü bir detenninasyon ilkesi ise, "gelenekçilik" ya da statik gelenek de Doğuya özgü bir determinasyon şeklidir. Nasıl ki Batılı, statik olan dinsel görüşü ortaçağdan yeniçağa geçerken etkisiz hale getinnişse, aynı şekilde "gelenekçiliği" de ortaçağdan yeniçağa geçerken terketmiş ve böylece onunla birlikte görüş tarzı da değişmiştir." Batının donmuş geleneklerden kurtulmasında ve yeni bir görüş tarzı oluştunnasında en büyük rolü oynayanlar ise bilim ve felsefe olmuştur denilebilir.
Kültür ve görüş tarzı arasındaki ilişki kadar, çeşitli kültürler arasında ilişki ve iletişim kurulabilmesi de önemlidir. Bu konuda da görüş tarzlarının benzer ya da farklı olması ,kültürleri birbirine yaklaştıran ya da uzaklaştıran en önemli faktör durumundadır. Mengüşoğlu'nun deyimiyle, "genellikle kültür alış-verişleri daima birbirini karşılıklı etkilerler ve yeni başanları doğururlar. Fakat bunun için bu başarılann dilinden anlayacak insanların bulunması gerekir; yoksa insan, onların ancak seyircisi, hayranı olabilir; fakat yeni şeylerin yaratıcısı olamaz." Çağımızda iletişim olanaklannın genişlemesi, uluslar arasındaki uzaklıkların kısalması nedeniyle, toplumların birbirleriyle alış verişinin daha kolaylaştığını belirten Mengüşoğlu'na göre, "bu durumdan yararlanma,yine aynı kültür çevresi içinde bulunup bulunmamaya bağlıdır." Çünkü tarihsel-kültürel gerçekliği oluşturan insan başarılarının bir toplumu etkileyebilmesi ile o toplumun hayat, insan, doğa hakkındaki düşünüş biçimi arasında sıkı bir bağıntı vardır.
Görüş tarzı ile kültürel gelişmeler ya da bunalımlar arasında kopmaz bir bağıntı bulunduğu için, Doğulu toplumların gelişmesi hep eksik ve parçalı bir şekilde olagelmiştir. bu konuda Mengüşoğlu'nun yaptığı bazı saptamalar şöyledir: "Batı kültür çevresinin içine bulunmayan ve kültür çevresinin içine bir türlü giremeyen birçok Doğu memleketleri bilim, felsefe, sanat ve teknik alanında yaratıcı olmaktan çok "alıcı" bir durumda bulunuyorlar. Bu durum, yani sadece "hazır sonuçları alma", ancak onların dış-görünüşle ilgili olan hayat-tarzlarını değiştirebiliyor; fakat bu sonuçların onların hayat-tarzlarının içeriğini, çekirdeğini etkilemesi mümkün olmuyor; çünkü bu konuda,belli bir hayat ve insan-görüşüne gerek vardır: bunun içine girilmedikçe bu "alıcı" durum olduğu gibi sürüp gider."
Felsefe çalışmalannın büyük kısmını "insan" kavramı ve gerçekliği üzerinde yoğunlaştırmış olan Mengüşoğlu, Batı ve Doğu kültürlerini ve görüş tarzlarını da özellikle "insan" kavramından haraketle karşılaştırır. Doğuda insanın bireyIikten, otonomi ve değerden yoksun olması söz konusudur. Doğulu insan kendisini otonomi ve bireysellikten yoksun sandığı için, hiçbir şey karşısında karşı koyan bir tavır takınmama ve kendini bir araç olarak görme durumunda olmaktadır. Batılı görüş için, insan varlığının temelinde otonomi,özgürlük ve eşitlik yer almaktadır. Ancak Batılı bu otonomiyi ve bireyselliği hazır olarak bulmuş olmayıp, yüzyıllar süren uğraş ve mücadeleler yoluyla gerçekleştinniştir. Mengüşoğlu bu bağlamda Kant'ın insan otonomisi hakkındaki sözerini hatırlatır: "Akıl sahibi bir varlık olan insan, ne kendisi, ne başkası hatta ne de tanrı için bir araç olabilir. "Batılı otonomiye bilimsel ve felsefi görüşler yoluyla uzun bir süreç içinde ulaşmış olduğundan, otonomi ve bireysellik gibi düşünceler ve değerler, "bir eşya örneğin teknik bir araç gibi bir memleketten başka bir memlekete taşınamaz"; yani her toplumun bunu kazanmaya çalışması gerekir.
Mengüşoğlu da, bu gibi kavram ve değerlerin başka bir kültüre aktarılamayacağını, ancak o kültürde yer alan insanların bilinçli çabalarıyla elde edilebileceğini vurgular: "Çünkü insan,hiçbir zaman "hazır olana" konarak amacını gerçekleştiremez; her şey, onun kendi çalışmalarının, çabalarının, didinmelerinin ürünü olmalıdır. Bunun için ancak temel hazırlanabilir ve gerçekleşmesine çalışılabilir. Bizim topyekün olan devrimimiz,bu temeli hazırlamıştır." Ancak devrim, yeni bir kültür ve insan anlayışının zeminini hazırlamış olmakla birlikte, bunun bilim ve felsefe açısından da işlenmesi gereklidir.
Kültür alanındaki gelişmeler ve karşılaşılan sorunlar, büyük ölçüde gelenekle ve gelenek karşısında alınan tavırla yakından ilişkilidir. Mengüşoğlu'na göre, "gelenek terimiyle insan kuşaklarının birbirine aktardıkları başarılar, hayat-şekilleri, verilen ve alınan bütün içerik ve şekiller kastedilmektedir; böylece gelenek bir topluluğun kuşakları arasındaki bağın kopmamasına da yardım etmektedir." Bu bakımdan gelenek, tarihsel-varlık alanını yaratan ve onu biçimlendiren bir belirlenim ilkesidir. Bu belirlenim, insan başarılarının ya ilerlemesini (gelenek olumlu olduğunda) ya da aynı donmuş durumun sürmesini (gelenek olumsuz olduğunda) sağlar. Başka bir deyişle, "geleneğin görüş tarzına olan etkisi, olumsuz olduğu gibi olumlu da olabilir. Olumlu etkisiyle gelenek görüş tarzının statik, "donmuş" bir nitelik kazanmamasına; olumsuz şekli ile de görüş tarzının donmuş bir nitelik kazanmasına
hizmet eder."
Geleneklerin olumsuz şeklini ve bunun savunulmasını "gelenekçilik" olarak adlandırılan Mengüşoğlu, özellikle Doğuya özgü bir belirlenim ilkesi olan statik gelenek ve gelenekçilik hakkında şunları söyler: "geleneğin olumsuz şekli, yani gelenekçilik her alanda statik bir durumun, bir görünüşün sürdürülmesine yaramaktadır. Fakat onun "donmuş" niteliğine dokunmak da güçtür; onun çok güçlü savunma araçları vardır. Çünkü statik gelenek bir yandan daima dinin ve başka birtakım "çürük inançlar"ın, öte yandan da bir sahte ulusçuluğun gölgesine sığınmıştır. Zaten onun "devrim"siz sökülmesi güç olan köklerinin gücü de buradan gelir. Statik gelenek bu güçlerle, özellikle dinsel gelenekle birleştikten sonra, onun karşısına çıkan her şey, ya hemen erir ya da ergeç ona boyun eğmek, uymak zorunda kalır." Mengüşoğlu, bir toplumu böyle donmuş geleneklerden ve gelenekçilikten ancak bilim ve felsefenin kurtarabileceğini belirtir: "nitekim, Batılı gelenek de ancak bilim ve felsefe yoluyla dinin baskısından sıyrılmış, statik olmaktan kurtulmuştur. "Gerçekten de Batıda ortaçağdan yeniçağa geçiş, geleneksel olandan modern olana, yeni bir görüş tarzına geçiş anlamına gelmiştir. Bu görüş tarzının ayırt edici özelliği ise, geleneği desteklemekten çok, tarihsel ilerlemeye inanması ve gelecekte ulaşılacak ideal bir kültür durumuna duyulan özlemi yansıtmasıdır. Bu bakımdan Yeniçağın, belli ideler ve erekleri gözeterek "tarih" kavramını ön plana çıkaran bir dönem olduğunu söyleyebiliriz.
Zihniyetleri, görüş tarzları bakımından yeryüzünde farklı kültürler bulunmakla birlikte, Mengüşoğlu, bütün insan başarılarının uluslar arasında ortak bir temele dayandığını ve bunlarda birçok ulus ve topluluğun rolü bulunduğunu ifade eder. Bütün insan başarılarının tarihsel süreç içinde birbirine bağlandıklarını savunan Mengüşoğlu'nun deyimiyle, "bugünkü insan başarılarına birçok eski ulusların, insan gruplarının katıldıklarını iddia etmek hiç de temelsiz, yersiz bir düşünce değildir: ister bu ulusların, bu insan gruplarının tarih kitaplarında adları bilinsin, isterse bilinmesin; bu, durumda bir değişiklik meydana getirmez." çünkü tarih bugün mevcut olmayan uluslardan da söz etmektedir. Fakat bu ulusların kültür bakımından başarıları kaybolmamış, kendilerinden sonra gelen ulusları ve toplulukları etkilerneyi ve biçimlendirmeyi sürdürmüştür. Bu konuda Anadolunun kültür tarihinin pekçok örnek sunduğu açıktır.
İnsanla ilgili olan her şeyin bir tarihi olduğunu belirten Mengüşoğlu'na göre, "insanın bugünkü eylemlerinin kökü dündedir, geçmiştedir. Fakat geçmişte kökünü bulan, yalnız şimdi gerçekleşen eylemler, bu eylemlerden oluşan başarılar değildir; aynı zamanda daha önce yaşamış olan kuşakların, ulusların, hatta Hititler, Sümerler, Mısırlılar, Yunanlılar, Romalılar gibi tarih sahasından çekilmiş olan ulusların başarıları da kökünü geçmişte bulurlar." Bu nedenle, Mengüşoğlu'na göre, "aslında gerek şimdi, gerekse daha önce başka kuşaklar ve uluslar tarafından gerçekleştirilen başarılar arasında sıkı bir bağ vardır; ve bunlar bir "bütün" oluştururlar.
Tarihsel ve kültürel dünyayı oluşturan insan başarılarını, bir değişme süreci içinde değerlendiren Mengüşoğlu, "oluş olanağı" ile "oluş gerçekliği" ayrımı yapmaktadır. Ona göre, "her çağda her sosyal-birliğin (toplumun, bir oluş-olanağı ve bir de oluş gerçekliği vardır. Oluş-olanağı, sosyal-birliğin etkin ve potansiyelolan topyekün bütün) determinasyonlarıdır. Oluş gerçekliği ise,bu determinasyonlardan sadece etkin olanlarıdır. Etkin determinasyonların gerisindeki potansiyel determinasyonların çok güçlü ve çeşitli olması, bir sosyal birliğin olumlu anlamdaki oluşuna hizmet eder, potansiyel determinasyonlar sona erdiği zaman ise, sosyal-birlik (toplum), sadece günlük sfer içinde yaşar; artık uzun süreli işlere girişemez, ve böyle bir durumda "an"ın determinasyonu daha ağır basar." Ancak insan şimdinin ve geçmişin baskısı altında bulunduğunda bile, onda içinde bulunduğu durumu aşma ve geleceğe yönelme gücü ortadan kalkmış değildir. Mengüşoğlu, insanın içinde bulunduğu real koşullardan kurtulmasını "ideleştirme" fenomenine bağlamaktadır. Ona göre, "insan tek kişi olarak, hayat-gerçekleri ile içinde bulunduğu real durumların ağır yükü altında ezilir göründüğü zaman bile, o bu real-durumlara bir anlam vermek, onları ideleştirmek gibi bir yeteneği vardır; bu sayede insan tahammül edilmesi güç real durumların içinden sıyrılabilecek bir güç kazanır; hatta bu sayede insan yeni hayat deneyimleri kazanır; bu deneyimler ona yeni bir anlam-sferi açabilirler. (...) Aynı şey uluslar için de geçerlidir. Uluslar da şimdi yaşayan kuşaklar, düşüncelerini, planlarını gerçekleştiremezlerse, gelecek kuşaklara bırakırlar. Bunun benzeri bilim, felsefe ve teknik alanda da olup biter. Böylece insan bir yığın umut, arzu, henüz gerçekleşmeyen düşünce, plan, bitmez aldanmalardan meydana gelen hayatını yaşamakta devam eder."
Mengüşoğlu'nun sözünü ettiği "ideleştirme", ulusların özellikle bunalım dönemlerinde kendini gösteren ya da göstermesi gereken bir fenomendir. Bu fenomene ilişkin olarak Kurtuluş Savaşı koşullarını örnek gösteren Mengüşoğlu'nun deyimiyle, "Türkiye'de 1919 olaylarını yaşayanlar katı bir realite içinde bulunuyorlardı. Fakat onlar dayanılması güç olan bu real durumu son ve biricik çıkar yololarak görmediler; onu reddettiler. (...)Yeni yollar, yeni imkanlar aradılar ve hemen buldular. Bu, ancak hüküm süren real durumlar son imkan olarak görülmediği, insan bu real durumlar altında ezilmediği, yani real durumlar ideleştirildiği zaman mümkün olur; çünkü ancak bu sayede insan real durumun içinden sıyrılıp çıkabilmek, yeni bir yol bulmak imkanını kazanır." Ancak ideleştirme real durumları yok saymak değil, tersine içinde yaşanılan gerçekliği son ve biricik olanak olarak görmemek ve hayata yeni bir anlam vermek demektir.
Mengüşoğlu'nun sözünü ettiği "ideleştirme" fenomeni, aynı zamanda tarihsel oluşa yön verme bakımından da önemlidir. İnsan ya da toplumlar ideleştirme yoluyla tarihin yönünü belirlemekte, onu biçimlendirmektedirler. "Çünkü belli bir tarihseloluşta, onu taşıyan insanlardan herhangi bir determinasyon gelmeyince, onun yerine başka bir oluş, yani tarihselolayların ve başarıların başka bir yönü geçer. Bu da sosyalbirlik (toplum) için, ya olumlu yahut olumsuz olur." Buna ilişkin olarak kendi tarihimizi örnek gösteren Mengüşoğlu'na göre, "1923'ten beri ulus olarak belli bir oluş yönüne çevrildik; yani ulus olarak yapıp ettiklerimizi belirleyen değerler bizi yeni bir oluş yönüne çevirdiler; böylece Doğulu görüşten Batının bilimsel görüş tarzına yönelinmiş, donmuş geleneklerin ayıklanmasına çalışılmış, dini sömüren çürük inançlara son verilmek istenmiş; bu yönde oldukça temelli ve olumlu adımalr da atılmıştır." Ancak Mengüşoğlu, atılan bu adımların, sürekli olarak yeni çabalarla desteklenmesi gerektiğini belirtir. Kendi deyimiyle, "burada sessiz kalmak, oluş yönünü kendi oluruna bırakmak, başka bir oluş yönüne sürüklenmemize neden olabilir; örneğin yine terkettiğimiz ya da terketmeye çalıştığımız donmuş geleneklerin başka bir çeşidinin içine düşebiliriz." Bu nedenle kültürel dünyamızdaki oluşumlara kendi idelerimiz ve değerlerimiz doğrultusunda yön vermeye çalışmamız gereklidir.
Özellikle Tanzimattan beri bize yol gösteren başlıca düşünce ve erek Batılılaşma ya da Avrupalılaşma olmuştur. Mengüşoğlu'nun deyimiyle, "Biz Tanzimattan beri Batı kültürünün, görüş tarzının içine girmeyi denemekteyiz. Fakat hep yarım önlemler yüzünden buna bir türlü girememişiz. Ancak dil, tarih, hukuk ve bazı bakımıardan tam bir devrim olan son devrim,bizi bu kültürün içine bütün varlığımızla girmeye zorladı; ve bu konuda şekil bakımından tamamıyla, iç bakımından da kısmen başanlı olmuş durumdayız." Fakat devrimin iç bakımından, yani tinsel boyutlan bakımından henüz birçok eksikleri bulunduğunu vurgulayan Mengüşoğlu, henüz bu problemleri felsefenin ve bilimin bir nesnesi olarak ele almadığımızı ve özellikle 1950 sonrası yaşanan olaylann uyan cı olduğunu belirtir: "çünkü yapılan şeyler, düşüncelerle beslenmemiş, sadece "empirik" olarak ele alınmıştır. Bize düşen iş, bu problemi (Batılı bir görüş tarzı edinme) düşüncelerle beslemek ve aksayan yanlarını düzeltmektir." Başka bir deyişle, devrimin içerik bakımından tamamlanması için tinsel bir kalkınmaya ihtiyaç vardır. Mengüşoğlu'na göre, "bu bizim ve bizden sonraki kuşakların bir başansı olacaktır. Başlangıçta buna olarak yoktu, çünkü aydınlar azınlıkta idi.Bugün artık şekil bakımından tümüyle gerçekleştirdiğimiz bu başanlan, iç bakımından işlemenin zamanı gelmiştir."
Mengüşoğlu, devrimin tamamlanması gereken eksik yönlerine işaret ederken, bu arada devrimin başanlı olduğu yönler ve bununanlamı üzerinde de durur. Kendi deyimiyle, "ilk kez yarım önlemlerle bizim batılı bir görüş tarzının içine giremeyeceğimizi kavrayan büyük devlet adamımız Atatürk olmuştur. O bütün "dualite"leri ortadan kaldırmıştır; bu da ancak topyekün bir devrim olan bizim devrimimizle gerçekleşebilirdi. Devrimimiz şekil bakımından Doğulu olan her şeyi, bütün dualiteleri ortadan kaldırdı." Ancak bunlara karşın, Mengüşoğlu yine de, kültür dünyamızda yaşanan bir "kaotik" durumdan söz etmektedir.
Kültür dünyamızdaki kaotik duruma ilişkin olarak müzikten örnekler veren Mengüşoğlu'na göre, "bizim bugünkü müziğimizdeki kaotik durum, hayatımızın ne kadar ikili (dual) bir hayat olduğunu gösteriyor. Bir yana bahçe ve meyhane müziği, öte yanda Adnan Saygun ve Cemal Reşit Rey'leri göz önünde bulunduralım." Mengüşoğlu, birbirine tamamen karşıt iki görüş tarzının ürünü olan bu iki müzik biçiminin bizim hayatımızın yönlerini gösterdiğini söyler. Çünkü bir ulusun müziği, onun varlık temelini ve hayat-yönünü ortaya koymaktadır. "Bu bakımdan müziğimizde kendimizin ne dereceye kadar Batılılaşıp Batılılaşmadığımızı, bütün fikir yürütmelerden daha açık olarak görebiliyoruz."
Mengüşoğlu, aynı kaotik durumun diğer sanat dallan, mimarlık, bilim, felsefe ve edebiyat için de söz konusu olduğu görüşündedir. Ona göre, Batılılaşıp Batılılaşmadığımızı gelecekteki başarılarımız gösterecektir. O, batılılaşmadan, bağımsız bir kültüre sahip olmayı anlamaktadır. Ona göre, "bu konuda herhangi bir karamsarlığa kapılmamıza da gerek yoktur.
Bütün eksikliklerimize, bütün kaotik hayatımıza rağmen her alanda yeniye bir yönelme vardır. Asıl problem, hayatımızdaki bu ikiliğin sona ermesi, müziğin, yapı sanatının, yazı sanatının, bilim ve felsefenin dört duvar arasında hapsedilmemesi, problemlerimizi ele almasıdır; bunlar da, (...) ergeç gerçekleşecektir; herkese düşün iş, kendi alanında buna çabalamak ve alanının hakiki bir adamı olmaktır."
Mengüşoğlu, kitabının (Felsefeye Giriş)1983 tarihli üçüncü baskısına şöyle bir dipnot düşer biraz önce andığımız sözlerine ek olarak: "kitabın ilk baskısından bugüne kadar geçen 25 yıl içinde bazı alanlarda yadsınamaz olan olumlu gelişmelere karşın, bazı alanlarda olumsuzlukların doruğa ulaştığı da yazık ki bugün bütün somutluğu ile yaşadığımız bir gerçek. "Ancak yaşanan durumun olıımsuzluğuna ilişkin bu saptama, geleceğe ilişkin beklentilerden vazgeçme ve karamsarlığa kapılma anlamına gelmemektedir.
Tarih Bağlamında Avrupalılaşma Sorunu
Her iki düşünürümüzünde bir kültür gerçekliği olarak Batıyı/Avrupayı tarihsel süreç içinde yorumladıklarını görüyoruz. Buna göre, Avrupa ya da Batı, uzun bir tarihsel süreç sonucunda ortaya çıkmış bir kültür çevresidir. Yani o daha baştan varolan bir şey değildir. Bir kültür çevresi ve görüş tarzı olarak Batının değişimleri /dönüşümleri zamanımızda da sürmektedir.Bu nedenle,birkültürgerçekliği olarakAvrupa ya da Batı, hemo kültür çevresi içinde yer alanların hemde ona yönelenierinönündebir sorunolarak durmaktadır.Başka bir deyişle, gerek Avrupa'nın kendini "Avrupalılaştırması" gerekse de öteki toplumların "Avrupalılaşma" çabaları, üzerinde düşünülmesigereken önemli bir kültür sorunu olmayı sürdürmekteve her dönemde yeni boyutlarkazanmaktadır.Bu sorunaçözümler üretebilme ve Avrupalılaşma ya da çağdaşlaşma yolunda ne kadar ilerlediğimizi değerlendirme konusunda, Gökberk ve Mengüşoğlu'nun bize sunduğuipuçları ve öneriler önemini korumaktadır.