Değerler, Psikoloji ve İnsanın Varoluşu ( ... devam )
|
Dördüncü olarak, insan bir kimlik duygusuna sahip olma ihtiyacı duyar. İnsan, "ben" diyebilen ve kendisinin ayrı bir öz olduğunu ayırdedebilen bir canlı olarak tanımlanabilir. Hayvan, doğanın içerisinde olduğu ve onu aşamadığı için kendi hakkında bir idrake sahip değildir ve bu yüzden de bir kimlik duygusu ihtiyacı yoktur. İnsan, doğadan koparılıp atıldığı, aynı zamanda da akıl ve hayal gücüyle donatılmış olduğu için, kendi hakkında bir kavram oluşturma gereği duyar. "Ben, benim" demeye ve bunu hissetmeye ihtiyacı vardır. Ama yaşadığı ve doğayla baş-langıçtaki birliği yitirdiği için, kararlar vermek zorundadır. Kendisinin ve komşusunun ayrı kişiler olduğunun farkındadır, ama eylemlerinin öznesi olarak kendisini idrak etmek zorundadır. Bağlı olma, köklü olma ve aşarak yükselme ihtiyaçlarında olduğu gibi, bu kimlik bilinci ihtiyacı da o kadar hayatî ve zorlayıcıdır ki, şöyle veya böyle onu karşılayamazsa, insan "aklı başında" kalamaz. İnsanın kimlik bilinci, onu anaya ve doğaya bağlayan "ilkel bağlantılardan sıyrılma süreci içinde gelişir. Hâlâ kendini annesiyle bir hisseden bebek "ben" diyemediği gibi, buna gerek de duymaz. Ancak dış dünyayı kendisinden ayrı ve farklı olarak kavradıktan sonra, kendisinin bağımsız bir varlık olduğu bilincine varır ve kendisini anlatmak için kullanmayı öğrendiği en son kelimelerden biridir "ben".
İnsan ırkının gelişmesinde, insanın kendinin farkında olma derecesi, gruptan ayrışıp sıyrılma ve bireyleşme sürecinin oluşma derecesine bağlıdır. Bir ilkel klanın üyesi kimlik bilincini "ben, biz'im" formülüyle ifade edebilir. Çünkü kendini henüz grubundan ayrı bir varlığı olan bir birey olarak kavrayamamaktadır. Orta Çağ dünyasında, birey feodal hiyerarşi içindeki toplumsal rolüyle özdeş kılınmıştı. Köylü şans eseri köylü olmamıştı, feodal bey şans eseri feodal bey değildi. O köylü ya da bey idi ve bu dönüştürülmez durum duyusu, kimlik bilincinin asli bir parçasıydı. Derebeylik sistemi çökünce, bu kimlik bilinci sarsıldı ve şu âcil soru ortaya çıktı: "Ben kimim?" ya da daha kesin olarak: "Ben, ben olduğumu nasıl bilebilirim?" Rene Descartes'ın felsefî bir üslupla seslendirdiği soru buydu. Kimlik arayışını cevaplayarak şöyle demişti: "Şüphe ediyorum, o halde düşünüyorum; düşünüyorum, öyleyse varım." Bu cevap "ben" deneyimi üzerindeki bütün önemi, düşünme eylemimin öznesine verdi ve ne yazık ki "ben"in duyma ve yaratma eylemlerinde de yaşandığını görmeyi başaramadı.
Batı kültürünün gelişimi, bireyliğin eksiksiz yaşanması için gereken temeli yaratma yönünde oldu. Bireyi siyasal ve ekonomik bakımdan özgür kılarak, ona kendisi için düşünmeyi öğreterek ve onu otorite baskısından kurtararak, "ben"i güç ve yeteneklerinin merkezi kıldılar. Onun kendisini bu gücün etkin bir nesnesi olarak hissedeceği ve kendisini bu yolla yaşatacağı ümit edildi. Fakat sadece bir azınlık yeni "ben" yaşantısına ulaştı. Çoğunluk için, bireycilik, gerisinde birey kimlik bilinci kazanma başarısızlığının saklandığı, yalancı bir görünüşten öte pek bir şey değildi. Gerçek bir birey kimlik bilinci elde edilemediği için, onun yerine geçecek şeyler arandı ve bulundu. Millet, din, sınıf ve iş, kimlik bilinci sağlamaya hizmet eden faktörler oldular. "Ben bir Amerikalıyım". "Ben bir Protestanım". "Ben bir iş adamıyım". Bunlar başlangıçtaki klan kimliği kaybolduktan sonra ve gerçek bir birey kimlik bilinci kazanılmadan önce, insana bir kimlik hissini tatmak için yardım eden formüllerdir. Bu değişik özdeşleşmeler, çağımızın toplumunda çoğu zaman birlikte kullanılıyor. Bunlar geniş anlamda statü belirlemeleridir ve Avrupa ülkelerinde yapıldığı gibi, eski feodal kalıntılarla harmanlanınca daha verimli olurlar. Feodal mirastan pek bir şeyin kalmadığı ve toplumsal hareketliliği çok fazla olan ABD'de, bu statü tanımlamaları elbette daha kullanışsızdır ve kimlik bilinci gitgide sürüye uyma hissine kaymıştır.
Farklı olmadığımdan, ötekilere benzediğimden ve onlar tarafından "usule uyan kişi" olarak tanındığım için, kendimi "ben" olarak ayırt edebilirim. "Ben", Pirandello'nun oyunlarından birine ad olarak seçtiği gibi, "beni istediğin gibiyim" halini almıştır. Böylelikle bireysellik öncesi kimliğinin yerine, kimlik bilincinin hiç sorgulamayan bir "kalabalığın parçası oluş" hissine dayandığı yeni bir sürü kimliği gelişir.
Kimlik bilinci sorunu, çoğu zaman anlaşıldığının aksine sadece felsefî bir problem ya da yalnızca zihnimizi ve düşüncelerimizi ilgilendiren bir sorun değildir. Bir kimlik bilinci hissetme ihtiyacı, insanın varoluş koşulunun kendisinden gelir ve en şiddetli mücadelelerin kaynağıdır. "Ben" bilinci olmadan aklı başında olamayacağıma göre, bu bilinci kazanmak için hemen her şeyi yapmaya sürüklenirim. Toplumsal konum ve uyumculuk için duyulan yoğun hırsın ardında, işte bu ihtiyaç vardır ve bazen maddî anlamda hayatta kalma ihtiyacından bile daha güçlüdür. Sürüden biri olma, topluma itaat etme ve böylece aldatıcı da olsa bir kimlik bilinci kazanma uğruna insanların canlarını teh-likeye atmak, aşklarından vazgeçmek, özgürlüklerini teslim etmek ve kendi düşüncelerini feda etmek istiyor olmaları, bu gerçeği apaçık ortaya koyuyor.
İnsanın aklı ve hayal gücü, yalnız kendi kimlik bilincine sahip olma ihtiyacına değil, aynı zamanda kendini dünyada zihinsel olarak yönlendirme ihtiyacına da yol açar. Bu ihtiyaç, hayatın ilk yıllarında gelişen ve çocuğun kendi başına nesnelere, onların ne olduklarını bilerek dokunup, tutabildiği zaman tamamlanan fiziksel yönelim süreciyle karşılaştırılabilir. Ancak yürüme ve konuşma yeteneği kazanıldığında, bu yönelime doğru sadece ilk adım atılmış olur. İnsan kendini çok sayıda şaşırtıcı olgularla çevrili bulur ve bunlara bir anlam vermek ve düşüncelerinde kullanabileceği bir çerçeveye oturtmak zorunda kalır. Aklı geliştikçe, yönelim (yön bulma) sistemi daha yeterli bir duruma gelir, yani gerçekliğe daha çok yaklaşır. Ancak insanın bu yönelim çerçevesi tümüyle yanlış kaynaklara bile dayansa, onun anlamlı bir görüntüye olan ihtiyacını karşılar. İnandığı şey bir totem hayvanın kudreti, bir yağmur Tanrısı veya ırkının üstünlüğü de olsa, yönelim çerçevesi sayesinde onun bu yöndeki ihtiyacı karşılanmış olur. Elbette elde ettiği dünya görüntüsü, idrak ve bilgisinin gelişmişliğine bağlıdır. Biyolojik olarak insan türünün beyin kapasitesi binlerce kuşaktan beri değişmediği halde, nesnelliğe (yani dünyayı, doğayı, öteki kişileri ve kendini istekler ve korkular tarafından bozulmadan, oldukları gibi görme/anlama yeteneğine) ulaşmak uzun bir evrim süreci gerektirmiştir. İnsan bu tarafsızlığı ne kadar geliştirirse, o oranda gerçeklikle ilişkidedir. Ne kadar olgunlaşırsa, uyum sağlayabildiği dünyasını o kadar iyi yaratabilir. Düşüncesi yardımıyla çevresinde istediği yönde değişiklik yapma (manipulasyon) yetisi olan zekânın tersine, akıl, düşünce yardımıyla dünyayı kavrama yetisidir. Akıl, insanın hakikate varma aracı, zekâ ise, insanın dünyayla daha başarılı bir biçimde "oynama" aracıdır; ilki özünde insana hastır, ikincisi ise, insanın hayvan yanına da aittir.
Akıl, gelişmesi için kullanılması gereken bir yetidir ve bölünmezdir. Bundan kastım, nesnellikle ilgili yetinin doğayla ilgili bilgiye dayanmasının yanısıra, insan, toplum ve kişinin kendisi hakkındaki bilgilere de dayanıyor olmasıdır. Eğer insan hayatın bir bölümüne ilişkin yanılsamalar içinde yaşarsa, akıl kapasitesi sınırlanmış ya da zarar görmüş olur ve böylece, tüm öteki bölümlere göre aklın yararlı kullanımı sınırlanmış ölür. Bu açıdan bakıldığında akıl, sevgi gibidir. Nasıl ki sevgi bütün hedeflere açık bir yönelimse ve tek hedefle sınırlanmayla bağdaşamazsa, akıl da, insanın karşılaştığı tüm varlıkları kucaklaması gereken insanî bir özelliktir.
Bir yönelim çerçevesi ihtiyacı iki düzeyde mevcuttur; ilk ve daha temel olan ihtiyaç, herhangi bir yönelim çerçevesine (yani, davranışların ona göre ayarlandığı düşünsel bir sisteme) sahip olmaktır; bunun doğru ya da yanlış olması farketmez. İnsanın böyle öznel olarak tatmin edici bir yönelim çerçevesi olmadığı takdirde, aklı başında yaşayamaz. İkinci düzeydeki ihtiyaç, akıl yoluyla gerçeklikle yani, dış dünya ile ilişki içinde olmak ve dünyayı nesnel (tarafsız) olarak kavramaktır. Fakat aklım geliştirme ihtiyacı, bir yönelim çerçevesi oluşturmak ihtiyacı kadar acil değildir. Bir hareket ne kadar mantıksız veya ahlâksızca olursa olsun, insanda ona bahane bulmak, başka bir deyişle, kendine ve başkalarına, bu hareketin akıldan, sağduyudan ya da en azından geleneksel ahlâktan kaynaklandığını kanıtlamak için başa çıkılamayan bir dürtü vardır. Mantıksız hareket etmekte pek güçlük çekmez, fakat hareketine mantıklı bir güdü görüntüsü vermek istemesi bundan çok daha zordur.
Eğer insan, bedeni olmayan bir zekâdan ibaret olsaydı, gayesine geniş kapsamlı bir düşünce sistemi ile varabilirdi. Fakat bir zihnin yanı sıra, bir de bedeni olan bir varlık olduğu için, varo-luşunun ikilemine yalnız düşüncesi ile değil, aynı zamanda yaşama sürecinin tamamında duyguları ve hareketleriyle de bir tepki göstermek durumundadır. Böylece her türlü tatmin edici yönelim sistemi, yalnız zihinsel öğeleri değil, aynı zamanda bağlanılan varlıkla olan ilişkide ifade edilen duygu ve algı öğelerini de içerir.
İnsanın bir yönelim sistemine ve bağlanacak (kendini adayacak, kulluk edecek) bir amaç varlığa olan ihtiyacına verilen cevaplar, hem içerik, hem de şekil olarak büyük ölçüde farklılık gösterirler. Doğal varlıklar veya atalarının insanın anlam arayışına getirdikleri cevapları temsil eden animizm ve totemcilik gibi ilkel sistemlerin yanısıra, Buddhizm gibi, özgün biçimlerinde Tanrı kavramı olmadığı halde çoğunlukla din olarak adlandırılan Tanrıcı olmayan sistemler vardır. Ayrıca Stoacılık gibi katıksız felsefî akımlar ve insanın Tanrı kavramına ilişkin anlam arayışına cevap veren Tektanrıcı dinler de bulunmaktadır.
Fakat içerikleri ne olursa olsun, hepsi insanın sadece bir düşünce sistemine değil, aynı zamanda varoluşuna ve dünyadaki durumuna anlam veren bağlanacak bir amaca (kendini adayacağı bir varlığa) olan ihtiyacına da cevap verirler. Ancak çeşitli din kalıplannın çözümlenmesi sonucunda, hangi cevapların daha iyi ve hangi çözümlerin insanın anlam ve bağlılık arayışı için daha kötü olduğunu görebiliriz. Buradaki, "daha iyi" ve "daha kötü" kavramları, insanın yaradılışı ve gelişimi açısından değerlendirilmelidir.
İnsanın çeşitli ihtiyaçlarını, onun varoluş koşullarından kaynaklanıp, kaynaklanmaması açısından tartışırken, insanın akıl sağlığını koruyabilmesi için bunların şu veya bu biçimde tatmin edilmesi gerektiğini belirtmeye çalışmıştım. İşte bu ihtiyaçların karşılanması için birkaç değişik yol vardır. Bu yollar arasındaki temel fark, insanın gelişmesi için uygun oluşları arasındaki farktır. Bağlılık (ilişkili olma) ihtiyacı, boyun eğerek veya egemen olarak giderilebilir; ancak bu eğilim ya da ihtiyaç da sevgiyle yapılırsa, bu arada bir başka insanî ihtiyaç karşılanmış olur: Bağımsızlık ve benliğin bütünlüğü. Aşarak yücelme ihtiyacı ya yaratıcılık ya da yıkıcılık yoluyla tatmin edilebilir. Ama yalnızca yaratıcılık sevinç ve coşkuya izin verirken, yıkıcılık hem kişinin kendisi, hem de başkaları için acıya sebep olur. Köklü olma (köklere sahip olma) ihtiyacı, geriye dönerek (anaya duyulan marazi bağlılık yoluyla) ya da ileriye dönük, taze bir dayanışma ve birlik sağlanarak karşılanabilir. Burada da yalnız ikinci durumda, kişilik ve bütünlük korunmaktadır. Bir yönelim çerçevesi mantıklı ya da mantıksız olabilir; ancak sadece mantıklı olanı, bütün kişiliğin büyümesi ve gelişmesi için bir temel teşkil eder. Son olarak kimlik bilinci, doğa ve klan ile olan ilkel bağlar ya da bir gruba uyum üzerinde veya kişinin eksiksiz ve yaratıcı gelişimi üzerinde temellendirilebilir. Yine, yalnız ikinci şık, insana haz ve güçlülük duyguları verir.
Değişik cevaplar arasındaki fark, akıl sağlığı ile akıl hastalığı, acı ile sevinç, durgunluk ile büyüme, hayat ile ölüm ve iyi ile kötü arasındaki farktır. İyi olarak nitelendirilebilen bütün cevapların ortak noktası, hayatın "sürekli doğma ve büyüme" olan temel yapısı ile tutarlı oluşlarıdır. Kötü olarak nitelendirilebilen bütün cevapların ortak noktası ise, hayatın yapısı ile çelişmeleri, durgunluğa ve sonunda da ölüme yol açmalarıdır. Gerçekten de doğduğu anda hayat insana bir soru sorar, bu insanın varoluşunun sorusudur. Kişi bu sorunun cevabını hayatının her anında verebilmelidir. Ve bu cevabı o vermelidir. Zihni ya da bedeni değil, yalnızca o, gerçek bir kişi olarak, ayakları, elleri, gözleri, midesi, zihni, duygusu, hayalî ve gerçek benliği ile. Varoluş sorusuna verilebilecek sınırlı sayıda cevap vardır. Bunları, din tarihinde en ilkelinden, en gelişmişine kadar bulabiliriz. Burada aynı zamanda tam akıl sağlığından, en derin psikoza kadar çeşitli karakter biçimlerine de rastlarız.
Yukarıdaki yorumlarımda bu çeşitli yaklaşımların ana hatlarını vermeye çalıştım ve bunu yaparken, her bireyin kendi içinde tüm insanlığı ve onun evrimini temsil ettiğini ima ettim. Öyle kimseler görürüz ki, insanlık tarihinin en ilkel düzeyini temsil ederler ve yine öylelerini görürürüz ki, insanlığın bundan binlerce yıl sonraki halini simgeler gibidirler.
Hayata verilen cevaplarından, insanın varoluş gerçeğiyle uyum içinde olanlarının akıl sağlığı için iyi olduğunu söyledim. Ne var ki, akıl sağlığı denince çoğu zaman anlaşılan, olumludan çok olumsuzdur; mutluluğun oluşundan çok, hastalığın olmayışı gibi. Aslına bakarsanız, mutluluk ve iyi olma halinin nelerden meydana geldiği hakkında bile psikiyatri ve psikoloji literatüründe çok az inceleme bulunmaktadır.
Ben iyi olmayı, yaratıcı olma, (olan bitenin) farkında olma ve cevap verme yeteneği olarak, ayrıca bağımsız ve tam anlamıyla aktif ve bu sayede dünya ile tek vücut olmak diye tanımlardım. "Sahip olmak"la değil, "olmak"la ilgilenmek; yaşama eyleminin kendisinden coşku duymak ve yaratıcı biçimde yaşamayı hayatın tek anlamı kabul etmek. İyilik (mutluluk) bir kişinin kafasındaki bir varsayım değildir. O daha çok insanın tüm bedeninde, yürümesinde, konuşmasında ve kaslarının gerginlik derecesinde ifade bulan bir dışa vurumdur.
Bu amaca varmak isteyen ya da tam bir insana ulaşmak arzusunu taşıyan kişi, çağdaş kültürün pek çok temel eğilimlerine karşı gelmek zorundadır. Burada bunlardan sadece ikisine kısaca değinmek istiyorum. Bunlardan biri, Freud'dan Descartes'a kadar etkili olan zihin ile duygunun ayrılması düşüncesidir. Bütün bu gelişim boyunca (elbette bazı istisnalar vardır) kabul edilen varsayıma göre, zihin mantıklı, duygularsa yaratılışları gereği olarak mantıksızdırlar. Freud bu düşünceyi çok açık biçimde ortaya koymuş ve sevginin yapısı gereği nevrotik, çocuksu ve mantıksız olduğunu söylemiştir. Aslında onun amacı, mantıksız duygularına akıl yoluyla egemen olması için insana yardım etmekti; ya da kendi kullandığı kelimelerle: "Alt Ben'in (İd'in) daha önce olduğu yerde, Ego (gerçekçi Ben) olmalıdır." Ancak, duygu ve düşüncenin bölünerek ayrılması kuralı, insan varoluşunun gerçekliğine denk düşmez, ayrıca insanın gelişmesine engel olur. Bu bölünme düşüncesinden kurtulamadığımız ve insana başlangıçta sahip olduğu bütünlüğü geri veremediğimiz sürece, başarılı olmak mümkün değildir. Duyguyla düşünce, bedenle zihin arasındaki kopmanın sadece kendi düşüncemizde olduğunu ve insanın temel gerçekliğiyle bir ilgisi bulunmadığını farkedemediğimiz zaman, ne insanı tam olarak anlayabiliriz, ne de iyi ve mutlu olma amacımıza ulaşabiliriz.
Günümüz toplumunun ruhunda derin kökleri olan ve bu nedenle de insan mutluluğunun gerçekleşmesini engelleyen gerçek, insanın yüce konumundan aşağılara indirilmesidir. Ondokuzuncu yüzyıl "Tanrı öldü" demişti; yirminci yüzyıl ise, "insan öldü" demeliydi. Araçlar amaçlara dönüştürüldü, nesnelerin üretimi ve tüketimi yaşamanın gayesi oldu ve yaşama eylemi, bunların emrine verildi. İnsanlar gibi davranan nesneler ve nesneler gibi davranan insanlar üretir olduk. İnsan kendini bir nesneye dönüştürüp, kendi elleriyle ürettiği şeylere tapmaya başladı; kendisine yabancılaştı ve Tanrı'nın adını kullanıyor olsa bile, puta tapıcılığa geri döndü. Emerson çok zaman önce "nesnelerin âdeta bir binici gibi eyere oturup, insanlığı güttükleri"ni görmüştü. Bugün bunu pek çoğumuz görüyoruz. İyi ve mutlu olmak, yalnızca tek bir koşul altında mümkün olabilir: İnsanı yine eğere (yani, süvari konumuna) oturtmakla.
İnsan ırkının gelişmesinde, insanın kendinin farkında olma derecesi, gruptan ayrışıp sıyrılma ve bireyleşme sürecinin oluşma derecesine bağlıdır. Bir ilkel klanın üyesi kimlik bilincini "ben, biz'im" formülüyle ifade edebilir. Çünkü kendini henüz grubundan ayrı bir varlığı olan bir birey olarak kavrayamamaktadır. Orta Çağ dünyasında, birey feodal hiyerarşi içindeki toplumsal rolüyle özdeş kılınmıştı. Köylü şans eseri köylü olmamıştı, feodal bey şans eseri feodal bey değildi. O köylü ya da bey idi ve bu dönüştürülmez durum duyusu, kimlik bilincinin asli bir parçasıydı. Derebeylik sistemi çökünce, bu kimlik bilinci sarsıldı ve şu âcil soru ortaya çıktı: "Ben kimim?" ya da daha kesin olarak: "Ben, ben olduğumu nasıl bilebilirim?" Rene Descartes'ın felsefî bir üslupla seslendirdiği soru buydu. Kimlik arayışını cevaplayarak şöyle demişti: "Şüphe ediyorum, o halde düşünüyorum; düşünüyorum, öyleyse varım." Bu cevap "ben" deneyimi üzerindeki bütün önemi, düşünme eylemimin öznesine verdi ve ne yazık ki "ben"in duyma ve yaratma eylemlerinde de yaşandığını görmeyi başaramadı.
Batı kültürünün gelişimi, bireyliğin eksiksiz yaşanması için gereken temeli yaratma yönünde oldu. Bireyi siyasal ve ekonomik bakımdan özgür kılarak, ona kendisi için düşünmeyi öğreterek ve onu otorite baskısından kurtararak, "ben"i güç ve yeteneklerinin merkezi kıldılar. Onun kendisini bu gücün etkin bir nesnesi olarak hissedeceği ve kendisini bu yolla yaşatacağı ümit edildi. Fakat sadece bir azınlık yeni "ben" yaşantısına ulaştı. Çoğunluk için, bireycilik, gerisinde birey kimlik bilinci kazanma başarısızlığının saklandığı, yalancı bir görünüşten öte pek bir şey değildi. Gerçek bir birey kimlik bilinci elde edilemediği için, onun yerine geçecek şeyler arandı ve bulundu. Millet, din, sınıf ve iş, kimlik bilinci sağlamaya hizmet eden faktörler oldular. "Ben bir Amerikalıyım". "Ben bir Protestanım". "Ben bir iş adamıyım". Bunlar başlangıçtaki klan kimliği kaybolduktan sonra ve gerçek bir birey kimlik bilinci kazanılmadan önce, insana bir kimlik hissini tatmak için yardım eden formüllerdir. Bu değişik özdeşleşmeler, çağımızın toplumunda çoğu zaman birlikte kullanılıyor. Bunlar geniş anlamda statü belirlemeleridir ve Avrupa ülkelerinde yapıldığı gibi, eski feodal kalıntılarla harmanlanınca daha verimli olurlar. Feodal mirastan pek bir şeyin kalmadığı ve toplumsal hareketliliği çok fazla olan ABD'de, bu statü tanımlamaları elbette daha kullanışsızdır ve kimlik bilinci gitgide sürüye uyma hissine kaymıştır.
Farklı olmadığımdan, ötekilere benzediğimden ve onlar tarafından "usule uyan kişi" olarak tanındığım için, kendimi "ben" olarak ayırt edebilirim. "Ben", Pirandello'nun oyunlarından birine ad olarak seçtiği gibi, "beni istediğin gibiyim" halini almıştır. Böylelikle bireysellik öncesi kimliğinin yerine, kimlik bilincinin hiç sorgulamayan bir "kalabalığın parçası oluş" hissine dayandığı yeni bir sürü kimliği gelişir.
Kimlik bilinci sorunu, çoğu zaman anlaşıldığının aksine sadece felsefî bir problem ya da yalnızca zihnimizi ve düşüncelerimizi ilgilendiren bir sorun değildir. Bir kimlik bilinci hissetme ihtiyacı, insanın varoluş koşulunun kendisinden gelir ve en şiddetli mücadelelerin kaynağıdır. "Ben" bilinci olmadan aklı başında olamayacağıma göre, bu bilinci kazanmak için hemen her şeyi yapmaya sürüklenirim. Toplumsal konum ve uyumculuk için duyulan yoğun hırsın ardında, işte bu ihtiyaç vardır ve bazen maddî anlamda hayatta kalma ihtiyacından bile daha güçlüdür. Sürüden biri olma, topluma itaat etme ve böylece aldatıcı da olsa bir kimlik bilinci kazanma uğruna insanların canlarını teh-likeye atmak, aşklarından vazgeçmek, özgürlüklerini teslim etmek ve kendi düşüncelerini feda etmek istiyor olmaları, bu gerçeği apaçık ortaya koyuyor.
İnsanın aklı ve hayal gücü, yalnız kendi kimlik bilincine sahip olma ihtiyacına değil, aynı zamanda kendini dünyada zihinsel olarak yönlendirme ihtiyacına da yol açar. Bu ihtiyaç, hayatın ilk yıllarında gelişen ve çocuğun kendi başına nesnelere, onların ne olduklarını bilerek dokunup, tutabildiği zaman tamamlanan fiziksel yönelim süreciyle karşılaştırılabilir. Ancak yürüme ve konuşma yeteneği kazanıldığında, bu yönelime doğru sadece ilk adım atılmış olur. İnsan kendini çok sayıda şaşırtıcı olgularla çevrili bulur ve bunlara bir anlam vermek ve düşüncelerinde kullanabileceği bir çerçeveye oturtmak zorunda kalır. Aklı geliştikçe, yönelim (yön bulma) sistemi daha yeterli bir duruma gelir, yani gerçekliğe daha çok yaklaşır. Ancak insanın bu yönelim çerçevesi tümüyle yanlış kaynaklara bile dayansa, onun anlamlı bir görüntüye olan ihtiyacını karşılar. İnandığı şey bir totem hayvanın kudreti, bir yağmur Tanrısı veya ırkının üstünlüğü de olsa, yönelim çerçevesi sayesinde onun bu yöndeki ihtiyacı karşılanmış olur. Elbette elde ettiği dünya görüntüsü, idrak ve bilgisinin gelişmişliğine bağlıdır. Biyolojik olarak insan türünün beyin kapasitesi binlerce kuşaktan beri değişmediği halde, nesnelliğe (yani dünyayı, doğayı, öteki kişileri ve kendini istekler ve korkular tarafından bozulmadan, oldukları gibi görme/anlama yeteneğine) ulaşmak uzun bir evrim süreci gerektirmiştir. İnsan bu tarafsızlığı ne kadar geliştirirse, o oranda gerçeklikle ilişkidedir. Ne kadar olgunlaşırsa, uyum sağlayabildiği dünyasını o kadar iyi yaratabilir. Düşüncesi yardımıyla çevresinde istediği yönde değişiklik yapma (manipulasyon) yetisi olan zekânın tersine, akıl, düşünce yardımıyla dünyayı kavrama yetisidir. Akıl, insanın hakikate varma aracı, zekâ ise, insanın dünyayla daha başarılı bir biçimde "oynama" aracıdır; ilki özünde insana hastır, ikincisi ise, insanın hayvan yanına da aittir.
Akıl, gelişmesi için kullanılması gereken bir yetidir ve bölünmezdir. Bundan kastım, nesnellikle ilgili yetinin doğayla ilgili bilgiye dayanmasının yanısıra, insan, toplum ve kişinin kendisi hakkındaki bilgilere de dayanıyor olmasıdır. Eğer insan hayatın bir bölümüne ilişkin yanılsamalar içinde yaşarsa, akıl kapasitesi sınırlanmış ya da zarar görmüş olur ve böylece, tüm öteki bölümlere göre aklın yararlı kullanımı sınırlanmış ölür. Bu açıdan bakıldığında akıl, sevgi gibidir. Nasıl ki sevgi bütün hedeflere açık bir yönelimse ve tek hedefle sınırlanmayla bağdaşamazsa, akıl da, insanın karşılaştığı tüm varlıkları kucaklaması gereken insanî bir özelliktir.
Bir yönelim çerçevesi ihtiyacı iki düzeyde mevcuttur; ilk ve daha temel olan ihtiyaç, herhangi bir yönelim çerçevesine (yani, davranışların ona göre ayarlandığı düşünsel bir sisteme) sahip olmaktır; bunun doğru ya da yanlış olması farketmez. İnsanın böyle öznel olarak tatmin edici bir yönelim çerçevesi olmadığı takdirde, aklı başında yaşayamaz. İkinci düzeydeki ihtiyaç, akıl yoluyla gerçeklikle yani, dış dünya ile ilişki içinde olmak ve dünyayı nesnel (tarafsız) olarak kavramaktır. Fakat aklım geliştirme ihtiyacı, bir yönelim çerçevesi oluşturmak ihtiyacı kadar acil değildir. Bir hareket ne kadar mantıksız veya ahlâksızca olursa olsun, insanda ona bahane bulmak, başka bir deyişle, kendine ve başkalarına, bu hareketin akıldan, sağduyudan ya da en azından geleneksel ahlâktan kaynaklandığını kanıtlamak için başa çıkılamayan bir dürtü vardır. Mantıksız hareket etmekte pek güçlük çekmez, fakat hareketine mantıklı bir güdü görüntüsü vermek istemesi bundan çok daha zordur.
Eğer insan, bedeni olmayan bir zekâdan ibaret olsaydı, gayesine geniş kapsamlı bir düşünce sistemi ile varabilirdi. Fakat bir zihnin yanı sıra, bir de bedeni olan bir varlık olduğu için, varo-luşunun ikilemine yalnız düşüncesi ile değil, aynı zamanda yaşama sürecinin tamamında duyguları ve hareketleriyle de bir tepki göstermek durumundadır. Böylece her türlü tatmin edici yönelim sistemi, yalnız zihinsel öğeleri değil, aynı zamanda bağlanılan varlıkla olan ilişkide ifade edilen duygu ve algı öğelerini de içerir.
İnsanın bir yönelim sistemine ve bağlanacak (kendini adayacak, kulluk edecek) bir amaç varlığa olan ihtiyacına verilen cevaplar, hem içerik, hem de şekil olarak büyük ölçüde farklılık gösterirler. Doğal varlıklar veya atalarının insanın anlam arayışına getirdikleri cevapları temsil eden animizm ve totemcilik gibi ilkel sistemlerin yanısıra, Buddhizm gibi, özgün biçimlerinde Tanrı kavramı olmadığı halde çoğunlukla din olarak adlandırılan Tanrıcı olmayan sistemler vardır. Ayrıca Stoacılık gibi katıksız felsefî akımlar ve insanın Tanrı kavramına ilişkin anlam arayışına cevap veren Tektanrıcı dinler de bulunmaktadır.
Fakat içerikleri ne olursa olsun, hepsi insanın sadece bir düşünce sistemine değil, aynı zamanda varoluşuna ve dünyadaki durumuna anlam veren bağlanacak bir amaca (kendini adayacağı bir varlığa) olan ihtiyacına da cevap verirler. Ancak çeşitli din kalıplannın çözümlenmesi sonucunda, hangi cevapların daha iyi ve hangi çözümlerin insanın anlam ve bağlılık arayışı için daha kötü olduğunu görebiliriz. Buradaki, "daha iyi" ve "daha kötü" kavramları, insanın yaradılışı ve gelişimi açısından değerlendirilmelidir.
İnsanın çeşitli ihtiyaçlarını, onun varoluş koşullarından kaynaklanıp, kaynaklanmaması açısından tartışırken, insanın akıl sağlığını koruyabilmesi için bunların şu veya bu biçimde tatmin edilmesi gerektiğini belirtmeye çalışmıştım. İşte bu ihtiyaçların karşılanması için birkaç değişik yol vardır. Bu yollar arasındaki temel fark, insanın gelişmesi için uygun oluşları arasındaki farktır. Bağlılık (ilişkili olma) ihtiyacı, boyun eğerek veya egemen olarak giderilebilir; ancak bu eğilim ya da ihtiyaç da sevgiyle yapılırsa, bu arada bir başka insanî ihtiyaç karşılanmış olur: Bağımsızlık ve benliğin bütünlüğü. Aşarak yücelme ihtiyacı ya yaratıcılık ya da yıkıcılık yoluyla tatmin edilebilir. Ama yalnızca yaratıcılık sevinç ve coşkuya izin verirken, yıkıcılık hem kişinin kendisi, hem de başkaları için acıya sebep olur. Köklü olma (köklere sahip olma) ihtiyacı, geriye dönerek (anaya duyulan marazi bağlılık yoluyla) ya da ileriye dönük, taze bir dayanışma ve birlik sağlanarak karşılanabilir. Burada da yalnız ikinci durumda, kişilik ve bütünlük korunmaktadır. Bir yönelim çerçevesi mantıklı ya da mantıksız olabilir; ancak sadece mantıklı olanı, bütün kişiliğin büyümesi ve gelişmesi için bir temel teşkil eder. Son olarak kimlik bilinci, doğa ve klan ile olan ilkel bağlar ya da bir gruba uyum üzerinde veya kişinin eksiksiz ve yaratıcı gelişimi üzerinde temellendirilebilir. Yine, yalnız ikinci şık, insana haz ve güçlülük duyguları verir.
Değişik cevaplar arasındaki fark, akıl sağlığı ile akıl hastalığı, acı ile sevinç, durgunluk ile büyüme, hayat ile ölüm ve iyi ile kötü arasındaki farktır. İyi olarak nitelendirilebilen bütün cevapların ortak noktası, hayatın "sürekli doğma ve büyüme" olan temel yapısı ile tutarlı oluşlarıdır. Kötü olarak nitelendirilebilen bütün cevapların ortak noktası ise, hayatın yapısı ile çelişmeleri, durgunluğa ve sonunda da ölüme yol açmalarıdır. Gerçekten de doğduğu anda hayat insana bir soru sorar, bu insanın varoluşunun sorusudur. Kişi bu sorunun cevabını hayatının her anında verebilmelidir. Ve bu cevabı o vermelidir. Zihni ya da bedeni değil, yalnızca o, gerçek bir kişi olarak, ayakları, elleri, gözleri, midesi, zihni, duygusu, hayalî ve gerçek benliği ile. Varoluş sorusuna verilebilecek sınırlı sayıda cevap vardır. Bunları, din tarihinde en ilkelinden, en gelişmişine kadar bulabiliriz. Burada aynı zamanda tam akıl sağlığından, en derin psikoza kadar çeşitli karakter biçimlerine de rastlarız.
Yukarıdaki yorumlarımda bu çeşitli yaklaşımların ana hatlarını vermeye çalıştım ve bunu yaparken, her bireyin kendi içinde tüm insanlığı ve onun evrimini temsil ettiğini ima ettim. Öyle kimseler görürüz ki, insanlık tarihinin en ilkel düzeyini temsil ederler ve yine öylelerini görürürüz ki, insanlığın bundan binlerce yıl sonraki halini simgeler gibidirler.
Hayata verilen cevaplarından, insanın varoluş gerçeğiyle uyum içinde olanlarının akıl sağlığı için iyi olduğunu söyledim. Ne var ki, akıl sağlığı denince çoğu zaman anlaşılan, olumludan çok olumsuzdur; mutluluğun oluşundan çok, hastalığın olmayışı gibi. Aslına bakarsanız, mutluluk ve iyi olma halinin nelerden meydana geldiği hakkında bile psikiyatri ve psikoloji literatüründe çok az inceleme bulunmaktadır.
Ben iyi olmayı, yaratıcı olma, (olan bitenin) farkında olma ve cevap verme yeteneği olarak, ayrıca bağımsız ve tam anlamıyla aktif ve bu sayede dünya ile tek vücut olmak diye tanımlardım. "Sahip olmak"la değil, "olmak"la ilgilenmek; yaşama eyleminin kendisinden coşku duymak ve yaratıcı biçimde yaşamayı hayatın tek anlamı kabul etmek. İyilik (mutluluk) bir kişinin kafasındaki bir varsayım değildir. O daha çok insanın tüm bedeninde, yürümesinde, konuşmasında ve kaslarının gerginlik derecesinde ifade bulan bir dışa vurumdur.
Bu amaca varmak isteyen ya da tam bir insana ulaşmak arzusunu taşıyan kişi, çağdaş kültürün pek çok temel eğilimlerine karşı gelmek zorundadır. Burada bunlardan sadece ikisine kısaca değinmek istiyorum. Bunlardan biri, Freud'dan Descartes'a kadar etkili olan zihin ile duygunun ayrılması düşüncesidir. Bütün bu gelişim boyunca (elbette bazı istisnalar vardır) kabul edilen varsayıma göre, zihin mantıklı, duygularsa yaratılışları gereği olarak mantıksızdırlar. Freud bu düşünceyi çok açık biçimde ortaya koymuş ve sevginin yapısı gereği nevrotik, çocuksu ve mantıksız olduğunu söylemiştir. Aslında onun amacı, mantıksız duygularına akıl yoluyla egemen olması için insana yardım etmekti; ya da kendi kullandığı kelimelerle: "Alt Ben'in (İd'in) daha önce olduğu yerde, Ego (gerçekçi Ben) olmalıdır." Ancak, duygu ve düşüncenin bölünerek ayrılması kuralı, insan varoluşunun gerçekliğine denk düşmez, ayrıca insanın gelişmesine engel olur. Bu bölünme düşüncesinden kurtulamadığımız ve insana başlangıçta sahip olduğu bütünlüğü geri veremediğimiz sürece, başarılı olmak mümkün değildir. Duyguyla düşünce, bedenle zihin arasındaki kopmanın sadece kendi düşüncemizde olduğunu ve insanın temel gerçekliğiyle bir ilgisi bulunmadığını farkedemediğimiz zaman, ne insanı tam olarak anlayabiliriz, ne de iyi ve mutlu olma amacımıza ulaşabiliriz.
Günümüz toplumunun ruhunda derin kökleri olan ve bu nedenle de insan mutluluğunun gerçekleşmesini engelleyen gerçek, insanın yüce konumundan aşağılara indirilmesidir. Ondokuzuncu yüzyıl "Tanrı öldü" demişti; yirminci yüzyıl ise, "insan öldü" demeliydi. Araçlar amaçlara dönüştürüldü, nesnelerin üretimi ve tüketimi yaşamanın gayesi oldu ve yaşama eylemi, bunların emrine verildi. İnsanlar gibi davranan nesneler ve nesneler gibi davranan insanlar üretir olduk. İnsan kendini bir nesneye dönüştürüp, kendi elleriyle ürettiği şeylere tapmaya başladı; kendisine yabancılaştı ve Tanrı'nın adını kullanıyor olsa bile, puta tapıcılığa geri döndü. Emerson çok zaman önce "nesnelerin âdeta bir binici gibi eyere oturup, insanlığı güttükleri"ni görmüştü. Bugün bunu pek çoğumuz görüyoruz. İyi ve mutlu olmak, yalnızca tek bir koşul altında mümkün olabilir: İnsanı yine eğere (yani, süvari konumuna) oturtmakla.
5 Yorumlar
Bu yazının ilk bölümü nerede acaba ?
yazının başlangacı burası kardeşim
http://dusundurensozler.blogspot.com/2008/04/deerler-psikoloji-ve-insann-varoluu_19.html
sana iyi okumalar diliyorum çünkü güzel ve aydınlatıcı bir makale
BU yazı kime ait acaba?
Makalenin başını okursanız sorunuzun yanıtını alacaksınız...
İnsanın içini aydınlatan , kendine yolculuk yapmasına vesile olan böylesine güzel çalışmaları bize ulaştıran "admin"e sonsuz teşekkürlerimizi sunarız. Atanur ÇAKICI