Felsefenin Bilim Karşısındaki Tutumu
|
ATA DEVRİM
Zamanımızda bilim alanının konumu için “Tanrı katı” benzetmesi yapsak sanırım çok da abartmış olmayız. Sosyal boyutta şizoid görüngünün yeniden-üretildiği, içe-kapanık bilim alanında etkinlik gösteren öznelerin, toplumun başka kesimlerinin müdahalesine açık olmamak gibi bir lüksü var. Henüz 18. yy. ’da Adam Smith, “işbölümü” konusunda ikircikli bir tutum içerisindeydi. Smith’in çelişkisini özetlemek gerekirse, makro açıdan işbölümü, zaman kaybını önlemek gibi getirilere sahipken, mikro açıdan bireyin yeteneklerinin körelmesi ve bunun sonucunda ekonomik etkinliğin aynı zamanda tektip insan prototipini de yeniden-üretmesi gibi sakıncaları da vardır. Daha sonra Marx, işçinin işbölümü nedeniyle yaptığı işe yabancılaştığını ve bir “parça-işçisi” durumuna itildiğini söyler.
Bana göre işçi, ayrıca diğer işçilere ve yaptıkları işlere de yabancılaşır. Bu olgu, bilim adamı topluluğunun toplumun diğer kesimleri ile olan karşılıklı yabancılaşmasına benzer. Toplumun diğer kesimlerine göre bu kesimlerin bilim adamı topluluğuyla olan yabancılaşma deneyiminin daha fazla önemi hak etmesinin nedeni, bilimin kazandığı itibardır;teknik ve bilim, Habermas’ın belirttiği gibi kamunun fetiş nesnesi haline gelmiş ve tekniğin ideolojisi olan pozitivizm, hiçbir sınıf farkı gözetmeden kitlelerce benimsenmiştir. Hatta bazı düşünürler, sınıf çatışmalarının artık sona erdiğine kanıt olarak işçi sınıfının da televizyon edinebilmesini göstermişlerdir. Bu, pozitivizmin tarih bilincini nasıl bozduğuna ilişkin belirtilerden yalnızca biridir. Sanki dünya görüşümüzün tek nesnesi, hergün yenilenen, gün geçtikçe teknik özellikleri artan aletlerdir. Eğer tarih gerçekten de, bazılarının iddia ettiği gibi sona ermişse, sona eren insanın tarihidir ve bir başlangıca kavuşan ise aletlerin ve makinelerin tarihidir.
Marcuse ve Habermas’ın çok güzel ortaya koydukları gibi, insanoğlu teknik ve bilim sayesinde doğa karşısında bir üstünlük kazandığından, bazı bireyler, diğerleri karşısında aynı üstünlüğü elde etmek için bilim ve tekniğe başvurmaktadırlar. Ama bu üstünlük, tam da Foucault’nun argümanlarıyla örtüşür biçimde baskı yoluyla sağlanmamıştır. Bilimsel ve teknik ilerlemeler, kamunun yaşamını kolaylaştırdıkça, kamunun kalbi, pozitivist görüşün içsel olarak iktidarını kurmasına yardımcı olur. Bilim, siyasetçinin sözleri ve vaatlerinden daha ikna edici araçlara sahiptir. Daha doğrusu, o, bir şeylere etkinlik kazandırarak insan yaşamında vaatten ötesini gerçekleştirir. İktidarını öylesine sağlam temeller üzerine kurmuştur ki herhangi bir düşünce sisteminin ona tamamen karşı çıkabilmesi, yani karşı çıkışın reform önerisinden ötesine erişmesi olanaklı değildir.
Bu bağlamda, Marcuse gibi tekniğin ideolojinin bir aracı olduğunu ve ideolojiye göre biçimlendiğini söylemekle, Habermas’a katılıp tekniğin kendi ideolojisini yarattığını söylemek arasında bir seçim yapmak gerekiyor. Bu konuda Hannah Arendt, bize önemli bir anahtar vermektedir.
Arendt’e göre “otorite” kavramı, eğitim alanı ile ilgili bir analojiye dayanılarak siyasete aktarılmıştır. Id est, eğitimde otoritenin öğrencinin iyiliği için olduğu savı, siyasi iktidarın meşrulaştırılmasında kullanılmıştır. Gerçekten de Arendt’in tüm siyasi geleneğimizin kurucusu olarak gördüğü Platon, diyaloglarında hekimle, siyasetçiyi karşılaştırmaktan çekinmemiştir. Bu tip sakıncalı analojileri felsefe kurmuş ise, bunları da yine felsefe olumsuzlamalıdır.
Arendt’in “otorite” kavramını ortaya koyuşu, özellikle de kavramın çeşitli alanlara aktarılabildiğini söylemesi, teknik ile iktidar arasındaki ilişkiyi daha net görebilmemizi sağlar. Daha açık bir dile getirişle, teknik de Nietzsche’nin güç istencinin faydalandığı araçlardan biridir. İnsan elinden çıkan ürünlerin taşıdığı insani izler ancak bu ürünler insanlar tarafından etkinleştirildiğinde belirgin hale gelir. Kendi hallerine bırakıldıklarında bunlar hiçbir çıkarı yüklenmezler. Teknik, bilim ya da başka ne olursa olsun, yalnızca insan çıkarlarını gıdıklamaktan, güdümlemekten, değişik biçimlerde yeniden-üretmekten öte bir şey gerçekleştirmezler. Doğasının insana verdiği çıkarların yerini alabilecek yeni çıkarlar yaratamazlar. Kuşkusuz, bir kez insani dünyaya getirildiklerinde, yerine getirmekle yükümlü oldukları amaçların ötesini vaat edip gerçekleştirebilirler. Bir ekonomik araç olarak paranın, yalnızca işlev amaçlı talep edilmediği, kendi kendisini Anka kuşu gibi dölleyip yeniden-üretme özelliği nedeniyle talep edildiği söylenir. Bu iktisadi evrim bile parayı bir amaç kılamaz. Değerlendirilen tasarrufların faiz ödemeleriyle ödüllendirilmesinin nedeni yatırım amacını gerçekleştirecek para miktarının sağlanmış olmasıdır.
Para örneğinde olduğu gibi teknik ve bilim de karşılıklı çıkarları gideren araçlardır. Ne var ki, bizleri eşdeğerlerin mübadelesine inandıran burjuva dogması bir kenara bırakıldığında , çıkarların değiştokuşu, üremede olduğu gibi, her zaman eşit bir biçimde olmaz. Yaşamları gittikçe kolaylaşan kamu, seve seve söz hakkını in toto bilim alanının öznelerine verir. Kamunun bu öznelere olan gereksinimi arttıkça, ellerinde bulundurdukları iktidar da o denli özerk hale gelir. Böylelikle yeni bir tür tiranlık temellerini atar. Yine de unutulmaması gereken, bilim alanı öznelerinin de onlara kaynak sağlayan ya da onları görevlendiren hizmet ettikleri üstlerinin varlığıdır. Ama bizi burada ilgilendiren kamu ile bilim alanının ilişkisidir.
Emile Durkheim, İntihar isimli ünlü yapıtında, toplumdan uzakta tek başına yaşayan şizoid bireylerin, kendileriyle olan ilişkilerinde artık ölçüt olarak toplumun yargılarına başvurmadıklarını, yalnızca kendilerinin idealleştirilmiş içsel nesnelerinin, yani öz-yargılarının rehberliğini kabul ettiklerini söyler. Bilim alanı da içine kapanmış ve kamunun denetiminden uzakta etkinlik göstermekte, yalnızca kendi kendisiyle diyalog içerisinde bulunmakta, kamuya yönelik tutumu ise monologtan öteye gitmemektedir. Bu durumda, felsefeye düşen bilimi denetlemek ve kamu ile bilim alanının arasındaki uçurumun daha fazla büyümesini engellemektir. Örneğin, Habermas, yalnızca pozitivizm eleştirisini ortaya koymakla yetinmemiş, psikanalizle de yakından ilgilenmiştir.
Marcuse’ye oranla psikanalize yaklaşımı daha eleştireldir. Foucaultcu “iktidar neredeyse, direniş de oradadır” şiarı, bu bağlamda ancak felsefenin yardımı ile pratiğe dökülebilir. İktidar için felsefenin herhangi bir biçimi değil, felsefenin kendisi bir tehdittir, çünkü felsefe sorgular. Yöneldiği herhangi bir alanın öznelerini Sokrates’in deyimiyle at sineği gibi rahat bırakmaz. Felsefe, evrenin hegelci yasasını, iktidara dayatarak onu değişime zorlar. Önce küçük reformların, ardından da devrimlerin gerçekleşmesini sağlar. Filozof, felsefenin devindirici gücüyle gerçekten de Marx’ın ünlü tezinde dediği gibi dünyayı değiştirebilir. Hatta dünyayı yorumlarken bile dünyaya ait gizil anlamları ortaya çıkararak dünyaya yönelik paradigmamızı değiştirir. Husserlci “epoke”nin dönüştürücü gücüyle bizim için dünya artık eskisi gibi olmadığından, dünyaya yönelik tepki ve beklentilerimiz de değişir. Felsefenin verdiği yetkiyle dünyayı değiştirmeye itiliriz. Dünyanın gerçek anlamı bir kez ortaya çıktığında, o anlamın değiştirilmesi gerekecektir.
Bilim bağlamında, felsefeye düşen bilimin anlamını ortaya çıkarmaktır. Habermas’ın deyimiyle “anlamın anlamı”na ulaşılması gereklidir. Bilim alanının özneleri, yalnızca öz-yargıyla ya da öznel bakışla etkinlik gösterdiklerinden bunu kendileri yapamaz. Habermas’ın belirttiği gibi kamu ile bilim alanının arasındaki iletişim yeniden kurulmalı ve özneler arasılığın sağlayacağı nesnel paradigma yardımıyla taraflar, hem kendilerine hem de birbirlerine yönelik yabancılaşmadan kurtarılmalıdırlar. Taraflar arasındaki bağı kuracak olan filozoftur. Bir bakıma, Kuhn’nun ortaya koyduğu “çevirmenlik” görevini üstlenmekle yükümlüdür. Bu görevinde başarılı olursa, bilim alanının nesneleri aynı zamanda bir “ayrıcalığın” nesneleri olmaktan kurtulacaktır.
Zamanımızda bilim alanının konumu için “Tanrı katı” benzetmesi yapsak sanırım çok da abartmış olmayız. Sosyal boyutta şizoid görüngünün yeniden-üretildiği, içe-kapanık bilim alanında etkinlik gösteren öznelerin, toplumun başka kesimlerinin müdahalesine açık olmamak gibi bir lüksü var. Henüz 18. yy. ’da Adam Smith, “işbölümü” konusunda ikircikli bir tutum içerisindeydi. Smith’in çelişkisini özetlemek gerekirse, makro açıdan işbölümü, zaman kaybını önlemek gibi getirilere sahipken, mikro açıdan bireyin yeteneklerinin körelmesi ve bunun sonucunda ekonomik etkinliğin aynı zamanda tektip insan prototipini de yeniden-üretmesi gibi sakıncaları da vardır. Daha sonra Marx, işçinin işbölümü nedeniyle yaptığı işe yabancılaştığını ve bir “parça-işçisi” durumuna itildiğini söyler.
Bana göre işçi, ayrıca diğer işçilere ve yaptıkları işlere de yabancılaşır. Bu olgu, bilim adamı topluluğunun toplumun diğer kesimleri ile olan karşılıklı yabancılaşmasına benzer. Toplumun diğer kesimlerine göre bu kesimlerin bilim adamı topluluğuyla olan yabancılaşma deneyiminin daha fazla önemi hak etmesinin nedeni, bilimin kazandığı itibardır;teknik ve bilim, Habermas’ın belirttiği gibi kamunun fetiş nesnesi haline gelmiş ve tekniğin ideolojisi olan pozitivizm, hiçbir sınıf farkı gözetmeden kitlelerce benimsenmiştir. Hatta bazı düşünürler, sınıf çatışmalarının artık sona erdiğine kanıt olarak işçi sınıfının da televizyon edinebilmesini göstermişlerdir. Bu, pozitivizmin tarih bilincini nasıl bozduğuna ilişkin belirtilerden yalnızca biridir. Sanki dünya görüşümüzün tek nesnesi, hergün yenilenen, gün geçtikçe teknik özellikleri artan aletlerdir. Eğer tarih gerçekten de, bazılarının iddia ettiği gibi sona ermişse, sona eren insanın tarihidir ve bir başlangıca kavuşan ise aletlerin ve makinelerin tarihidir.
Marcuse ve Habermas’ın çok güzel ortaya koydukları gibi, insanoğlu teknik ve bilim sayesinde doğa karşısında bir üstünlük kazandığından, bazı bireyler, diğerleri karşısında aynı üstünlüğü elde etmek için bilim ve tekniğe başvurmaktadırlar. Ama bu üstünlük, tam da Foucault’nun argümanlarıyla örtüşür biçimde baskı yoluyla sağlanmamıştır. Bilimsel ve teknik ilerlemeler, kamunun yaşamını kolaylaştırdıkça, kamunun kalbi, pozitivist görüşün içsel olarak iktidarını kurmasına yardımcı olur. Bilim, siyasetçinin sözleri ve vaatlerinden daha ikna edici araçlara sahiptir. Daha doğrusu, o, bir şeylere etkinlik kazandırarak insan yaşamında vaatten ötesini gerçekleştirir. İktidarını öylesine sağlam temeller üzerine kurmuştur ki herhangi bir düşünce sisteminin ona tamamen karşı çıkabilmesi, yani karşı çıkışın reform önerisinden ötesine erişmesi olanaklı değildir.
Bu bağlamda, Marcuse gibi tekniğin ideolojinin bir aracı olduğunu ve ideolojiye göre biçimlendiğini söylemekle, Habermas’a katılıp tekniğin kendi ideolojisini yarattığını söylemek arasında bir seçim yapmak gerekiyor. Bu konuda Hannah Arendt, bize önemli bir anahtar vermektedir.
Arendt’e göre “otorite” kavramı, eğitim alanı ile ilgili bir analojiye dayanılarak siyasete aktarılmıştır. Id est, eğitimde otoritenin öğrencinin iyiliği için olduğu savı, siyasi iktidarın meşrulaştırılmasında kullanılmıştır. Gerçekten de Arendt’in tüm siyasi geleneğimizin kurucusu olarak gördüğü Platon, diyaloglarında hekimle, siyasetçiyi karşılaştırmaktan çekinmemiştir. Bu tip sakıncalı analojileri felsefe kurmuş ise, bunları da yine felsefe olumsuzlamalıdır.
Arendt’in “otorite” kavramını ortaya koyuşu, özellikle de kavramın çeşitli alanlara aktarılabildiğini söylemesi, teknik ile iktidar arasındaki ilişkiyi daha net görebilmemizi sağlar. Daha açık bir dile getirişle, teknik de Nietzsche’nin güç istencinin faydalandığı araçlardan biridir. İnsan elinden çıkan ürünlerin taşıdığı insani izler ancak bu ürünler insanlar tarafından etkinleştirildiğinde belirgin hale gelir. Kendi hallerine bırakıldıklarında bunlar hiçbir çıkarı yüklenmezler. Teknik, bilim ya da başka ne olursa olsun, yalnızca insan çıkarlarını gıdıklamaktan, güdümlemekten, değişik biçimlerde yeniden-üretmekten öte bir şey gerçekleştirmezler. Doğasının insana verdiği çıkarların yerini alabilecek yeni çıkarlar yaratamazlar. Kuşkusuz, bir kez insani dünyaya getirildiklerinde, yerine getirmekle yükümlü oldukları amaçların ötesini vaat edip gerçekleştirebilirler. Bir ekonomik araç olarak paranın, yalnızca işlev amaçlı talep edilmediği, kendi kendisini Anka kuşu gibi dölleyip yeniden-üretme özelliği nedeniyle talep edildiği söylenir. Bu iktisadi evrim bile parayı bir amaç kılamaz. Değerlendirilen tasarrufların faiz ödemeleriyle ödüllendirilmesinin nedeni yatırım amacını gerçekleştirecek para miktarının sağlanmış olmasıdır.
Para örneğinde olduğu gibi teknik ve bilim de karşılıklı çıkarları gideren araçlardır. Ne var ki, bizleri eşdeğerlerin mübadelesine inandıran burjuva dogması bir kenara bırakıldığında , çıkarların değiştokuşu, üremede olduğu gibi, her zaman eşit bir biçimde olmaz. Yaşamları gittikçe kolaylaşan kamu, seve seve söz hakkını in toto bilim alanının öznelerine verir. Kamunun bu öznelere olan gereksinimi arttıkça, ellerinde bulundurdukları iktidar da o denli özerk hale gelir. Böylelikle yeni bir tür tiranlık temellerini atar. Yine de unutulmaması gereken, bilim alanı öznelerinin de onlara kaynak sağlayan ya da onları görevlendiren hizmet ettikleri üstlerinin varlığıdır. Ama bizi burada ilgilendiren kamu ile bilim alanının ilişkisidir.
Emile Durkheim, İntihar isimli ünlü yapıtında, toplumdan uzakta tek başına yaşayan şizoid bireylerin, kendileriyle olan ilişkilerinde artık ölçüt olarak toplumun yargılarına başvurmadıklarını, yalnızca kendilerinin idealleştirilmiş içsel nesnelerinin, yani öz-yargılarının rehberliğini kabul ettiklerini söyler. Bilim alanı da içine kapanmış ve kamunun denetiminden uzakta etkinlik göstermekte, yalnızca kendi kendisiyle diyalog içerisinde bulunmakta, kamuya yönelik tutumu ise monologtan öteye gitmemektedir. Bu durumda, felsefeye düşen bilimi denetlemek ve kamu ile bilim alanının arasındaki uçurumun daha fazla büyümesini engellemektir. Örneğin, Habermas, yalnızca pozitivizm eleştirisini ortaya koymakla yetinmemiş, psikanalizle de yakından ilgilenmiştir.
Marcuse’ye oranla psikanalize yaklaşımı daha eleştireldir. Foucaultcu “iktidar neredeyse, direniş de oradadır” şiarı, bu bağlamda ancak felsefenin yardımı ile pratiğe dökülebilir. İktidar için felsefenin herhangi bir biçimi değil, felsefenin kendisi bir tehdittir, çünkü felsefe sorgular. Yöneldiği herhangi bir alanın öznelerini Sokrates’in deyimiyle at sineği gibi rahat bırakmaz. Felsefe, evrenin hegelci yasasını, iktidara dayatarak onu değişime zorlar. Önce küçük reformların, ardından da devrimlerin gerçekleşmesini sağlar. Filozof, felsefenin devindirici gücüyle gerçekten de Marx’ın ünlü tezinde dediği gibi dünyayı değiştirebilir. Hatta dünyayı yorumlarken bile dünyaya ait gizil anlamları ortaya çıkararak dünyaya yönelik paradigmamızı değiştirir. Husserlci “epoke”nin dönüştürücü gücüyle bizim için dünya artık eskisi gibi olmadığından, dünyaya yönelik tepki ve beklentilerimiz de değişir. Felsefenin verdiği yetkiyle dünyayı değiştirmeye itiliriz. Dünyanın gerçek anlamı bir kez ortaya çıktığında, o anlamın değiştirilmesi gerekecektir.
Bilim bağlamında, felsefeye düşen bilimin anlamını ortaya çıkarmaktır. Habermas’ın deyimiyle “anlamın anlamı”na ulaşılması gereklidir. Bilim alanının özneleri, yalnızca öz-yargıyla ya da öznel bakışla etkinlik gösterdiklerinden bunu kendileri yapamaz. Habermas’ın belirttiği gibi kamu ile bilim alanının arasındaki iletişim yeniden kurulmalı ve özneler arasılığın sağlayacağı nesnel paradigma yardımıyla taraflar, hem kendilerine hem de birbirlerine yönelik yabancılaşmadan kurtarılmalıdırlar. Taraflar arasındaki bağı kuracak olan filozoftur. Bir bakıma, Kuhn’nun ortaya koyduğu “çevirmenlik” görevini üstlenmekle yükümlüdür. Bu görevinde başarılı olursa, bilim alanının nesneleri aynı zamanda bir “ayrıcalığın” nesneleri olmaktan kurtulacaktır.
1 Yorum
bilim gerçekten de kamudan uzak ve kişisel çıkarlara hizmet eder durumdadır.yoğun pozitivist düşünce her ne kadar bana göre 2. dünya savaşında(atom bombası) sekteye uğramışsa da hala günümüzdeki etkisini sürdürmektedir.öyleki insan duygularını adeta hiçe saymaktadır.felsefe tek kurtuluşumuz sorgulayarak insanlık bilim ve kamu arasındaki uçurumu kapatacaktır bundan kuşkumuz olmasın.