Hümanist Psikanalizin Marx'ın Teorisine Uygulanması (... devam )
|
Toplumsal karakter kavramının en önemli uygulaması, Marx'ın hayal ettiği sosyalist toplumun, gelecekteki toplumsal karakterini (mal ve servet edinme hırsıyla tanınan) 19. yüzyıl toplumsal karakterinden ve (ileri derecede sınaileşmiş toplumlarda, ister kapitalist olsun ister komünist, gitgide daha çok görülen) 20. yüzyıl toplumsal karakteri olan "tüketen insan" (homo consumens) karakterinden ayırdetme çabasında görülür.
Homo consumens (tüketen insan), esas hedefi, öncelikle sahip olmak değil, tüketmek ve gitgide daha çok tüketmek olan insandır. Böylece içindeki boşluğu, edilginliği, yalnızlığı ve kaygıları gidereceğini sanır. Dev girişimlerin, dev bir sanayinin, hükümet ve sendika bürokrasilerinin şekillendirdiği bir toplumda, çalışma konumunu ve koşullarını hiç etkileyemeyen birey, kendini güçsüz, yalnız, bıkkın, sıkılmış ve kaygılı hisseder. Bir yandan da büyük tüketim sanayilerinin kâr ihtiyaçları reklâmlar yoluyla onu obur bir yaratık haline getirir; bu müthiş emici yaratık, tüketmek ve hep daha çok tüketmek ister. Onun için her şey (sigaralar, içkiler, cinsellik, filmler, televizyon, geziler ve hatta eğitim, kitaplar ve konferanslar bile) birer tüketim maddesi olmuştur. Ayrıca üretim çarkının dönebilmesi için yeni uydurma ihtiyaçlar yaratılır, insanın zevkleriyle ve beğenileriyle oynanır.
Tüketen insan, karakterinin aşırı biçimleri iyi bilinen psikopatolojik bir olgudur. Gizli kaygı ve ruhsal çöküntülerinden kaçmak için aşırı yeme, aşırı alışveriş ve alkolizmden medet uman, bir telâfi arayan pek çok depresyonlu ve kaygılı kişinin öyküsünde bu olgu görülür.
Freud'un "ağızcıl-alıcı (oral) karakter" dediği şeyin aşırı bir örneği olan tüketim açgözlülüğü, bugünkü sınaileşmiş toplumda en egemen ruhsal etmen olma yolundadır. Tüketen insan, mutluluk yanılsaması (illüzyonu, serabı) içindedir, oysa bilinçaltında, sıkıntı ve edilginlikten boğulmaktadır. Makineleri daha çok hükmü altına aldıkça, bir insan olarak daha güçsüz ve etkisiz hale gelmektedir; daha çok tükettikçe, sınai düzenin yarattığı ve canı istediği gibi oynadığı ve nedense (!) hep artan ihtiyaçlanna daha çok bağlandığı bir köle gibi olmaktadır. Heyecan ve tahriği coşku, sevinç ve mutluluk sanmakta, maddi rahatlığı, canlı ve dinç olmakla karıştırmaktadır. Doyurulmuş açgözlülük hayatın anlamı olmakta, bunu sağlamak için çabalamak ise, yeni bir din haline gelmektedir. Tüketme özgürlüğü, insan özgürlüğünün özü sanılmaktadır.
Bu tüketim ruhu, Marx'ın tasarladığı sosyalist toplum ruhunun tam tersidir. Marx, kapitalizmde gizli olan bu tehlikeyi tam bir netlikle görmüştü. Onun gayesi insanın çok "varolduğu" bir toplumdu, çok sahip olduğu ya da çok tükettiği değil. İnsanı tam anlamıyla canlı, uyanık ve duyarlı bir hale getirmek, açgözlülüğünün kölesi olmayacak şekilde maddî hırs zincirlerinden kurtarmak istiyordu. "Çok sayıda yararlı şeyin üretilmesi, çok sayıda yararsız insanın yaratılmasıyla sonuçlanır" diye yazmıştı Marx. Sefalet derecesindeki yoksulluğu yeryüzünden silmek istiyordu, çünkü bu, insanın "tam insan" olmasına engel olan bir durumdu. Onun amacı, tüketimin en çoğu değil, en uygunuydu; daha tam ve daha hoşnut edici, iç zenginliği olan bir hayata götüren gerçek insan ihtiyaçlarının karşılanmasıydı.
Tarihin garip cilvelerinden biri, maddi hırsın tatmini demek olan kapitalizm ruhunun, plânlı ekonomileriyle buna direnme imkânları olan komünist ve sosyalist ülkeleri fethediyor oluşudur. Tabii ki bu sürecin kendi bir mantığı var. Kapitalizmin maddi başansı, Avrupa'da komünizmin zafer kazandığı, nisbeten yoksul ülkelerde çok derin izler bıraktı ve sosyalizmin zaferi, kapitalizmle başarılı bir biçimde rekabet edebilmesine bağlandı.
Sosyalizm, ekonomik üretimin değil, insanın gelişmesinin asıl gaye olduğu bir toplum haline gelmeye yaramaktan ziyade, yoksul ülkelerin sınaileşmesini kapitalizmden daha çabuk gerçekleştiren bir sistem olmakla yetinme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Sovyet komünizmi Marx'ın "maddeciliğinin" kaba bir yorumunu kabul ederek, tıpkı kapitalist ülkeler gibi (Marx'ın en büyük temsilcilerinden biri olduğu) hümanist özlü gelenekle teması kaybettiği için bu gelişme hızlandı.
Sosyalist ülkelerin kendi nüfuslarının meşru maddî ihtiyaçlarını karşılama sorununu hâlâ çözememiş oldukları doğrudur (A.B.D.'de bile nüfusun yüzde kırkı "müreffeh" değildir). Fakat sosyalist iktisatçı, filozof ve psikologların dikkat etmeleri gereken tehlike, en uygun tüketim hedefinin, bir anda en çok tüketime dönüşebileceği olgusudur. Bu nokta hayati önemdedir. Sosyalist teorisyenlerin görevi, insan ihtiyaçlarının özelliklerini incelemek ve sonra da, tatmini insanı daha hayat dolu ve duyarlı yapan gerçek ihtiyaçlarla, insanı zayıflatan, onu edilgin, bıkkın, "eşya" hırsının kölesi yapan, kapitalizmin yaratmış olduğu uydurma ihtiyaçlar arasındaki farkı ortaya çıkaracak ölçütler bulmaktır.
Benim burada dikkat çektiğim nokta, üretimin kendisinin kısıtlanması değil, fakat bireysel tüketim ihtiyacının zarurî olanları karşılandıktan sonra, kaynakların okul, kütüphane, tiyatro, park, hastane, toplu taşıma gibi toplumsal hizmet üretimine yönlendirilmesi gerektiğidir. Tam sınaileşmiş ülkelerdeki durmadan artan bireysel tüketim; rekabet, açgözlülük ve kıskançlığın yalnız özel mülkiyetten değil, aynı zamanda sınırsız özel tüketimden de kaynaklandığını düşündürmektedir. Sosyalist teorisyenler şu gerçekleri gözden kaçırmamalıdırlar: Hümanist sosyalizmin amacı, "tam insan"ın eksiksiz gelişimine hizmet edecek bir üretim tarzına sahip olan bir sanayi toplumu kurmaktır, tüketen insanın yaratılmasına yol açacak değil. Sosyalist toplum, içinde insanların yaşamasına ve gelişmesine uygun bir yapı (ya da düzen) olan bir sanayi toplumu biçimidir.
Toplumsal karakterin üzerinde çalışılmasına izin veren deneysel yöntemler vardır. Böyle çalışmaların amacı, genel nüfus içinde ve aynı zamanda her sınıfın kendi içinde çeşitli karakter sendromlarının sıklığını, buradaki çeşitli etkenlerin şiddetini ve farklı sosyo-ekonomik koşulların doğurduğu yeni veya biribiriyle çelişen etkenleri bulup, ortaya çıkarmaktır.
Bu değişkenlerin hepsi, mevcut karakter yapısının sağlamlığını, değişim sürecini ve aynı zamanda bu tür değişimleri hangi önlemlerin hızlandıracağını iyice anlamaya izin verirler. Böyle bir "derin anlama"nın tarımdan sanayiye geçmekte olan ülkelerde ve aynı zamanda kapitalizm ya da devlet kapitalizmi altındaki işçinin yabancılaşma şartları altından gerçek sosyalizmin şartlarına geçişi konusunda ne denli önemli olduğunu söylemeye gerek var mı? Bunun da ötesinde, böyle çalışmalar siyasal eylemlere kılavuzluk ederler. Eğer halkın siyasal "kanaatleri"ni anketlerin tespit ettiği şekilde bilirsem, çok yakın gelecekte nasıl davranmaya yatkın olduklarını da anlarım. Eğer "şu an için bilinçli olarak henüz ortaya konmuş olmayan", söz gelimi ırkçılık, savaşa ya da barışa eğilim gibi ruhsal etkenlerin gücünü öğrenmek istersem, karakterle ilgili bu gibi incelemeler bana, geri plânda yatan, toplumsal süreç içinde devreye giren ve ancak bir süre sonra açığa çıkan etkenlerle ilgili bilgi sağlar.
Yukarıda sözü edilen karakter verilerini sağlamak için kullanılabilecek yöntemleri ayrıntılı olarak tartışmaya bu yazının hacmi uygun değil. Hepsinin ortak noktası, içsel ve genellikle bilinçdışı gerçeğin anlatımı için ideolojileri (rasyonelleştirmeleri) kabul etme yanlışından kaçınmaktır. Çok yararlı olduğu tecrübelerle anlaşılmış olan bir yöntem de açık uçlu soru anketidir. Bu yöntemde verilen cevaplar bilinçdışı anlamlarına göre yorumlanır. Böylece: "Tarihteki kişilerden en çok beğendikleriniz kimlerdir?" sorusuna bir cevap: "Büyük İskender, Neron, Marx ve Lenin", bir başka cevap da: "Sokrates, Pasteur, Marx ve Lenin" olduğu zaman, ilk cevabı verenin kuvvet ve sert otorite yanlısı olduğu, ikinci kişinin ise, hayatın sürmesi ve güzelleşmesi için insanlığa hizmet edenleri beğendiği sonucu çıkarılır. Genişletilmiş bir yansıtıcı (projektif) anket kullanarak, bir kimsenin karakter yapısının güvenilir bir resmini elde etmek mümkündür. Öteki yansıtıcı testler de; sevilen şakalar, şarkılar, öyküler ve gözlenebilir davranışlar (hele psikanalizci bir gözlem için pek önemli olan "ufak davranışların çözümlenmesi) o kişi ile ilgili doğru sonuçlar çıkarmaya yardım ederler. Yöntem açısından bu çalışmaların hepsinde asıl öne çıkan, üretim biçimi ve onun yarattığı sınıflaşma ile en belirli karakter özellikleri ve bunların oluşturdukları sendromlar ve bu iki veri takımı arasındaki ilişkidir. Tabakalara ayrılmış Örnekleme yöntemiyle, bütün bir millet veya toplum sınıfı, bin kişiden az bir topluluk üzerinde araştırma yapılarak tanınabilir.
Çözümleyici (analitik) sosyal psikolojinin bir başka önemli yanı, Freud'un "bilinçdışı" dediği şeydir. Ancak Freud esas olarak bireysel bastırma ile ilgilenmişken, Marksist sosyal psikoloji doğrultusunda inceleme yapanlar, en çok özellikle "toplumsal bilinçdışı"na ilgi duyacaklardır. Bu kavram, büyük gruplara özgü iç gerçeğin bastırılmasıyla ilgilidir. Her toplum, üyelerinin ya da belli bir sınıftakilerin, farkına varıldığı takdirde, toplum için "tehlikeli" olacak düşünce veya hareketlere yol açabilecek dürtülerin farkına varmalarına izin vermemek için, elinden geleni yapmak zorundadır. En etkili sansür, basılmış ya da söylenmiş söz düzeyinde değil, fakat düşüncelerin bilinç düzeyine bile yükselmesini önleyerek, yani "tehlikeli uyanıklığın" bastırılmasıyla olur. Elbette ki, toplumsal bilinçdışının içeriği, toplum yapısının çeşitli biçimlerine göre değişir:
Saldırganlık, isyankârlık, bağımlılık, yalnızlık, mutsuzluk, sıkıntı bu içeriklere verilebilecek sadece birkaç örnektir. Bastırılan dürtüler, baskı altında tutulmalı ve onu inkâr eden ya da tersini savunan ideolojilerle "terbiye edilmeli"dir. Bu nedenle günümüzün sanayi toplumunun sıkıntılı, kaygılı ve mutsuz insanına da, aslında mutlu ve neşe dolu olduğu öğretilmektedir.
Başka bazı toplumlarda, düşünce ve anlatım özgürlüğünden mahrum bırakılmış olan insanlara, en mükemmel özgürlük biçimine ulaşmış oldukları söylenir, ama o özgürlük adına şimdilik sadece liderleri konuşmaktadır. Bazı sistemlerde ise, yaşama sevgisi bastırılıp, yerine mülkiyet sevgisi teşvik edilirken, bazılarında yabancılaşmanın farkına varılması engellenmekte, onun yerine "sosyalist ülkede yabancılaşma olamaz" sloganı alkışlanmaktadır.
Bilinçaltı olgusunu anlatmanın bir diğer yolu da, ondan Hegel ve Marx'ın terimleriyle söz etmektir. Yani, kararlarında özgür olduğunu sanan insanın arkasında etkili olan kuvvetlerin toplamı ya da Adam Smith'in dediği gibi, "iktisat insanı (homo economicus) öyle bir görünmeyen el tarafından güdülür ki, vardığı sonucun, onun asıl niyetiyle hiçbir ilgisi yoktur." Smith için bu görünmeyen el iyiydi, Marx'a (ve aynı zamanda Freud'a) göre ise, tehlikeli bir şeydi; etkisini yok etmek için onun ortaya çıkarılması gerekiyordu. Bilinç, toplumsal bir olgudur ve Marx'a göre içeriğinin çoğu da "yalancı bilinç"tir, yani bastırılan kuvvetlerin eseri olarak oluşmuştur.
Bilinçaltı, tıpkı bilinç gibi, toplumsal bir olgudur. Pek çok gerçeğin ve insana özgü yaşanmış olayın, bilinçaltından bilince yükselmesine izin vermeyen bir "toplumsal süzgeç" tarafından sınırlanır. Bu toplumsal süzgeç, dil, mantık ve toplumsal tabulardan meydana gelir. Gerçekte toplumca üretilmiş ve paylaşılmış hayal ürünlerinden başka bir şey olmayan, ama kişiler tarafından hakikat olarak algılanan ideolojilerle maskelenir. Bilince ve bastırma olgusuna bu yaklaşım, Marx'ın "toplumsal varoluşun özellikleri bilinci belirler" şeklindeki anlatımının geçerli olduğunu deneysel olarak kanıtlayabilir.
Bu yaklaşımların bir sonucu olarak, katı Freudcu ve Marksist yönelimli psikanaliz görüşleri arasında bir teorik fark daha ortaya çıkmaktadır. Bastırılan en önemli konunun ensest (aile içi cinsel ilişki) isteği olması bir yana Freud; en etkili bastırma sebebinin hadım edilme korkusu olduğuna inanırdı Ben buna katılmıyorum ve hem bireysel, hem de toplumsal düzeylerde, insanın en büyük korkusunun hemcinslerinden tamamen kopup, toplumun dışına itilmek ya da toplumun dışında kalmak olduğuna inanıyorum. Ölüm korkusuna bile dayanmak daha kolaydır. Toplum, bastırma taleplerini "toplum dışına itme, toplumdan tecrit etme" tehditleriyle yerine getirtir. Yaşanan belli olayları inkâr etmezseniz, toplumdan biri değilsiniz demektir. O zaman hiçbir yere ait değilsiniz ve aklınızı kaçırma tehlikesi içindesiniz. (Akıl hastalığı aslında, dış dünyayla tüm bağların ortadan kalkmasıyla kendini belli eden bir durumdur.)
Marksistler genellikle, insan farkında olmadan ona yön veren şeyin, ekonomik etmenler ve bunların siyasal sembolleri (uzantıları) olduğunu kabul etmişlerdir. Ama psikanaliz alanındaki incelemeler, bunun fazla dar bir anlayış olduğunu gösteriyor. Toplum, insanlardan oluşur ve her bir kişi, en az gelişmişinden, en olgununa kadar duygu ve enerji dolu potansiyellerle donanmıştır. Bir bütün olarak, bu insan potansiyeli her topluma özgü ekonomik ve sosyal etmenlerin karma etkisiyle yoğrulur. Toplumun bütününe ait olan bu etmenler, belli bir toplumsal bilinçaltı ve belli çelişkiler üretirler. Bu çelişkiler, insanı baskı altına alan faktörlerle, aklı başında bir insanın yaşaması için zorunlu olan insan ihtiyaçları arasında ortaya çıkar. (Bu ihtiyaçlara örnek ola¬rak asgarî özgürlük, uyarım, yani beş duyumuzun hissettiği her şey, hayata ilgi ve mutluluk sayılabilir.) Nitekim, daha önce belirttiğim gibi, devrimler, yalnızca yeni üretici güçlerin değil, aynı zamanda insan doğasının bastırılmış yanlarının da ifadeleri olarak meydana gelirler ve ancak bu iki koşul biraraya gelmişse başarılı olurlar. Bastırma, ister bireysel, ister toplumsal olsun.
insanın aslını bozar, onu parçalara ayırır ve bütünselliğinden yoksun bırakır. Bilinç, belli bir toplumun şekillendirdiği "toplumsal insan"ı temsil eder; bilinçaltıysa içimizdeki evrensel in¬sanın sembolüdür. Hem iyi ve hem de kötü yanlarıyla. Terence'nin ünlü özdeyişini doğrulayan "bütün insan"dır bu. Terence "insana ait olan hiçbir şeyin bana yabancı olmadığına inanıyorum" demiş ve bu söz, Marx'ın en çok sevdiği özdeyiş ve düstur olmuştu.
Derinlik psikolojisi, Marx'ın teorisinde merkezî bir rol oynayan bir soruna da katkıda bulunabilir. Bu, Marx'ın tatminkâr bir çözüme bir türlü ulaşamadığı "insanın özü ve doğası" sorunudur. Marx, özellikle 1844'ten sonra "insanın özü" gibi metafizik ve tarihsel olmayan bir kavramı kullanmak istemiyordu. Çünkü binlerce yıldır birçok yönetici kendi yönetimlerinin ve yasalarının (değişmez olduğunu ilân ettikleri) "insan doğası "na uygun olduğunu kanıtlamak için bu kavramı kullanmışlardı. Ama öte yandan da Marx, insanın her kültürün üzerine "kendi metnini yazacağı" boş bir kâğıt parçası olduğu yolundaki göreci yaklaşıma da karşıydı. Bu doğru olsaydı, insan nasıl toplumun onu sokmaya çalıştığı varoluş kalıplarına karşı isyan edebilirdi? Eğer bozulmuş olabilecek temel bir "insan doğası modeli" kavramına sahip olmasaydı Marx (Kapital'de) "bozulmaya uğramış insan" kavramını nasıl kullanabilirdi? Buna psikolojik çözümleme esasına dayanan bir cevap, bence insanın özünün bir çelişkide yatıyor oluşudur. Bu çelişki, bir yandan insanın doğanın içinde oluşu (kendi iradesi dışında bu dünyaya atılmış olması ve yine öyle geri alınması; üstelik tesadüfe bağlı yer ve zamanlarda), ama aynı zamanda da kendisinin, başkalarının, geçmişin ve yaşadığı ânın farkında oluşundan dolayı doğayı aşmasıdır. Yaratıklar arasında bir "hilkat garibesi" olan insan, yeni bir birlik biçimi bularak bu çelişkisini çözemedikçe, kendini dayanılmaz derecede yalnız hissedecektir. İnsanın varoluşundaki temel çelişki, (doğduğu andan beri hayatın ona sormakta olduğu soruya bir cevap bulmak için) onu, bu çelişkiye bir çözüm bulmaya zorlar. Sözü edilen birliğin nasıl elde edileceği sorusuna ise, doğruluğu soruşturulabilen ancak sınırlı birkaç çözüm önerisi getirilebilir.
İnsan, hayvanlık aşamasına geri dönmeyi deneyerek, insana özgü (akıl ve sevgi gibi) ne varsa bir kenara iterek, köle veya köle çalıştırıcısı olarak, kendini nesneleştirerek ya da insana özgü güçlerini hemcinsleriyle ve doğayla yeni bir birlik bulana kadar geliştirerek, özgür bir insan olarak (yalnızca zincirlerinden özgür olmak için değil, gizil güçlerinin tümünü geliştirmeyi hayatının temel hedefi yapmak için veya varlığını kendi üretken çabasına borçlu olan bir insan olarak birliği bulabilir. İnsanın doğuştan gelme bir "ilerleme güdüsü" yoktur, fakat her yeni gelişme düzeyinde tekrar ortaya çıkan varoluş çelişkisini çözme ihtiyacının güdümündedir. Bu çelişki (ya da başka türlü söylersek, insanın sorunları çözme konusundaki farklı ve değişik imkânları) onun özünü oluşturur.
Özetleyecek olursak: Bu makale, diyalektik ve hümanist yönelimli bir psikanalizi önemli bir bakış açısı olarak Marksist düşünceye sunmak ve tanıtmak için bir dilektir. İnancım odur ki, Marksizm'in böyle bir psikolojik teoriye ihtiyacı vardır. Ayrıca psikanalizin de gerçek Marksist teoriyi kendine katması, onun da düşünce ve etki alanını genişletecektir. Böyle bir sentez, her iki alanın verimini de arttıracaktır.
Homo consumens (tüketen insan), esas hedefi, öncelikle sahip olmak değil, tüketmek ve gitgide daha çok tüketmek olan insandır. Böylece içindeki boşluğu, edilginliği, yalnızlığı ve kaygıları gidereceğini sanır. Dev girişimlerin, dev bir sanayinin, hükümet ve sendika bürokrasilerinin şekillendirdiği bir toplumda, çalışma konumunu ve koşullarını hiç etkileyemeyen birey, kendini güçsüz, yalnız, bıkkın, sıkılmış ve kaygılı hisseder. Bir yandan da büyük tüketim sanayilerinin kâr ihtiyaçları reklâmlar yoluyla onu obur bir yaratık haline getirir; bu müthiş emici yaratık, tüketmek ve hep daha çok tüketmek ister. Onun için her şey (sigaralar, içkiler, cinsellik, filmler, televizyon, geziler ve hatta eğitim, kitaplar ve konferanslar bile) birer tüketim maddesi olmuştur. Ayrıca üretim çarkının dönebilmesi için yeni uydurma ihtiyaçlar yaratılır, insanın zevkleriyle ve beğenileriyle oynanır.
Tüketen insan, karakterinin aşırı biçimleri iyi bilinen psikopatolojik bir olgudur. Gizli kaygı ve ruhsal çöküntülerinden kaçmak için aşırı yeme, aşırı alışveriş ve alkolizmden medet uman, bir telâfi arayan pek çok depresyonlu ve kaygılı kişinin öyküsünde bu olgu görülür.
Freud'un "ağızcıl-alıcı (oral) karakter" dediği şeyin aşırı bir örneği olan tüketim açgözlülüğü, bugünkü sınaileşmiş toplumda en egemen ruhsal etmen olma yolundadır. Tüketen insan, mutluluk yanılsaması (illüzyonu, serabı) içindedir, oysa bilinçaltında, sıkıntı ve edilginlikten boğulmaktadır. Makineleri daha çok hükmü altına aldıkça, bir insan olarak daha güçsüz ve etkisiz hale gelmektedir; daha çok tükettikçe, sınai düzenin yarattığı ve canı istediği gibi oynadığı ve nedense (!) hep artan ihtiyaçlanna daha çok bağlandığı bir köle gibi olmaktadır. Heyecan ve tahriği coşku, sevinç ve mutluluk sanmakta, maddi rahatlığı, canlı ve dinç olmakla karıştırmaktadır. Doyurulmuş açgözlülük hayatın anlamı olmakta, bunu sağlamak için çabalamak ise, yeni bir din haline gelmektedir. Tüketme özgürlüğü, insan özgürlüğünün özü sanılmaktadır.
Bu tüketim ruhu, Marx'ın tasarladığı sosyalist toplum ruhunun tam tersidir. Marx, kapitalizmde gizli olan bu tehlikeyi tam bir netlikle görmüştü. Onun gayesi insanın çok "varolduğu" bir toplumdu, çok sahip olduğu ya da çok tükettiği değil. İnsanı tam anlamıyla canlı, uyanık ve duyarlı bir hale getirmek, açgözlülüğünün kölesi olmayacak şekilde maddî hırs zincirlerinden kurtarmak istiyordu. "Çok sayıda yararlı şeyin üretilmesi, çok sayıda yararsız insanın yaratılmasıyla sonuçlanır" diye yazmıştı Marx. Sefalet derecesindeki yoksulluğu yeryüzünden silmek istiyordu, çünkü bu, insanın "tam insan" olmasına engel olan bir durumdu. Onun amacı, tüketimin en çoğu değil, en uygunuydu; daha tam ve daha hoşnut edici, iç zenginliği olan bir hayata götüren gerçek insan ihtiyaçlarının karşılanmasıydı.
Tarihin garip cilvelerinden biri, maddi hırsın tatmini demek olan kapitalizm ruhunun, plânlı ekonomileriyle buna direnme imkânları olan komünist ve sosyalist ülkeleri fethediyor oluşudur. Tabii ki bu sürecin kendi bir mantığı var. Kapitalizmin maddi başansı, Avrupa'da komünizmin zafer kazandığı, nisbeten yoksul ülkelerde çok derin izler bıraktı ve sosyalizmin zaferi, kapitalizmle başarılı bir biçimde rekabet edebilmesine bağlandı.
Sosyalizm, ekonomik üretimin değil, insanın gelişmesinin asıl gaye olduğu bir toplum haline gelmeye yaramaktan ziyade, yoksul ülkelerin sınaileşmesini kapitalizmden daha çabuk gerçekleştiren bir sistem olmakla yetinme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Sovyet komünizmi Marx'ın "maddeciliğinin" kaba bir yorumunu kabul ederek, tıpkı kapitalist ülkeler gibi (Marx'ın en büyük temsilcilerinden biri olduğu) hümanist özlü gelenekle teması kaybettiği için bu gelişme hızlandı.
Sosyalist ülkelerin kendi nüfuslarının meşru maddî ihtiyaçlarını karşılama sorununu hâlâ çözememiş oldukları doğrudur (A.B.D.'de bile nüfusun yüzde kırkı "müreffeh" değildir). Fakat sosyalist iktisatçı, filozof ve psikologların dikkat etmeleri gereken tehlike, en uygun tüketim hedefinin, bir anda en çok tüketime dönüşebileceği olgusudur. Bu nokta hayati önemdedir. Sosyalist teorisyenlerin görevi, insan ihtiyaçlarının özelliklerini incelemek ve sonra da, tatmini insanı daha hayat dolu ve duyarlı yapan gerçek ihtiyaçlarla, insanı zayıflatan, onu edilgin, bıkkın, "eşya" hırsının kölesi yapan, kapitalizmin yaratmış olduğu uydurma ihtiyaçlar arasındaki farkı ortaya çıkaracak ölçütler bulmaktır.
Benim burada dikkat çektiğim nokta, üretimin kendisinin kısıtlanması değil, fakat bireysel tüketim ihtiyacının zarurî olanları karşılandıktan sonra, kaynakların okul, kütüphane, tiyatro, park, hastane, toplu taşıma gibi toplumsal hizmet üretimine yönlendirilmesi gerektiğidir. Tam sınaileşmiş ülkelerdeki durmadan artan bireysel tüketim; rekabet, açgözlülük ve kıskançlığın yalnız özel mülkiyetten değil, aynı zamanda sınırsız özel tüketimden de kaynaklandığını düşündürmektedir. Sosyalist teorisyenler şu gerçekleri gözden kaçırmamalıdırlar: Hümanist sosyalizmin amacı, "tam insan"ın eksiksiz gelişimine hizmet edecek bir üretim tarzına sahip olan bir sanayi toplumu kurmaktır, tüketen insanın yaratılmasına yol açacak değil. Sosyalist toplum, içinde insanların yaşamasına ve gelişmesine uygun bir yapı (ya da düzen) olan bir sanayi toplumu biçimidir.
Toplumsal karakterin üzerinde çalışılmasına izin veren deneysel yöntemler vardır. Böyle çalışmaların amacı, genel nüfus içinde ve aynı zamanda her sınıfın kendi içinde çeşitli karakter sendromlarının sıklığını, buradaki çeşitli etkenlerin şiddetini ve farklı sosyo-ekonomik koşulların doğurduğu yeni veya biribiriyle çelişen etkenleri bulup, ortaya çıkarmaktır.
Bu değişkenlerin hepsi, mevcut karakter yapısının sağlamlığını, değişim sürecini ve aynı zamanda bu tür değişimleri hangi önlemlerin hızlandıracağını iyice anlamaya izin verirler. Böyle bir "derin anlama"nın tarımdan sanayiye geçmekte olan ülkelerde ve aynı zamanda kapitalizm ya da devlet kapitalizmi altındaki işçinin yabancılaşma şartları altından gerçek sosyalizmin şartlarına geçişi konusunda ne denli önemli olduğunu söylemeye gerek var mı? Bunun da ötesinde, böyle çalışmalar siyasal eylemlere kılavuzluk ederler. Eğer halkın siyasal "kanaatleri"ni anketlerin tespit ettiği şekilde bilirsem, çok yakın gelecekte nasıl davranmaya yatkın olduklarını da anlarım. Eğer "şu an için bilinçli olarak henüz ortaya konmuş olmayan", söz gelimi ırkçılık, savaşa ya da barışa eğilim gibi ruhsal etkenlerin gücünü öğrenmek istersem, karakterle ilgili bu gibi incelemeler bana, geri plânda yatan, toplumsal süreç içinde devreye giren ve ancak bir süre sonra açığa çıkan etkenlerle ilgili bilgi sağlar.
Yukarıda sözü edilen karakter verilerini sağlamak için kullanılabilecek yöntemleri ayrıntılı olarak tartışmaya bu yazının hacmi uygun değil. Hepsinin ortak noktası, içsel ve genellikle bilinçdışı gerçeğin anlatımı için ideolojileri (rasyonelleştirmeleri) kabul etme yanlışından kaçınmaktır. Çok yararlı olduğu tecrübelerle anlaşılmış olan bir yöntem de açık uçlu soru anketidir. Bu yöntemde verilen cevaplar bilinçdışı anlamlarına göre yorumlanır. Böylece: "Tarihteki kişilerden en çok beğendikleriniz kimlerdir?" sorusuna bir cevap: "Büyük İskender, Neron, Marx ve Lenin", bir başka cevap da: "Sokrates, Pasteur, Marx ve Lenin" olduğu zaman, ilk cevabı verenin kuvvet ve sert otorite yanlısı olduğu, ikinci kişinin ise, hayatın sürmesi ve güzelleşmesi için insanlığa hizmet edenleri beğendiği sonucu çıkarılır. Genişletilmiş bir yansıtıcı (projektif) anket kullanarak, bir kimsenin karakter yapısının güvenilir bir resmini elde etmek mümkündür. Öteki yansıtıcı testler de; sevilen şakalar, şarkılar, öyküler ve gözlenebilir davranışlar (hele psikanalizci bir gözlem için pek önemli olan "ufak davranışların çözümlenmesi) o kişi ile ilgili doğru sonuçlar çıkarmaya yardım ederler. Yöntem açısından bu çalışmaların hepsinde asıl öne çıkan, üretim biçimi ve onun yarattığı sınıflaşma ile en belirli karakter özellikleri ve bunların oluşturdukları sendromlar ve bu iki veri takımı arasındaki ilişkidir. Tabakalara ayrılmış Örnekleme yöntemiyle, bütün bir millet veya toplum sınıfı, bin kişiden az bir topluluk üzerinde araştırma yapılarak tanınabilir.
Çözümleyici (analitik) sosyal psikolojinin bir başka önemli yanı, Freud'un "bilinçdışı" dediği şeydir. Ancak Freud esas olarak bireysel bastırma ile ilgilenmişken, Marksist sosyal psikoloji doğrultusunda inceleme yapanlar, en çok özellikle "toplumsal bilinçdışı"na ilgi duyacaklardır. Bu kavram, büyük gruplara özgü iç gerçeğin bastırılmasıyla ilgilidir. Her toplum, üyelerinin ya da belli bir sınıftakilerin, farkına varıldığı takdirde, toplum için "tehlikeli" olacak düşünce veya hareketlere yol açabilecek dürtülerin farkına varmalarına izin vermemek için, elinden geleni yapmak zorundadır. En etkili sansür, basılmış ya da söylenmiş söz düzeyinde değil, fakat düşüncelerin bilinç düzeyine bile yükselmesini önleyerek, yani "tehlikeli uyanıklığın" bastırılmasıyla olur. Elbette ki, toplumsal bilinçdışının içeriği, toplum yapısının çeşitli biçimlerine göre değişir:
Saldırganlık, isyankârlık, bağımlılık, yalnızlık, mutsuzluk, sıkıntı bu içeriklere verilebilecek sadece birkaç örnektir. Bastırılan dürtüler, baskı altında tutulmalı ve onu inkâr eden ya da tersini savunan ideolojilerle "terbiye edilmeli"dir. Bu nedenle günümüzün sanayi toplumunun sıkıntılı, kaygılı ve mutsuz insanına da, aslında mutlu ve neşe dolu olduğu öğretilmektedir.
Başka bazı toplumlarda, düşünce ve anlatım özgürlüğünden mahrum bırakılmış olan insanlara, en mükemmel özgürlük biçimine ulaşmış oldukları söylenir, ama o özgürlük adına şimdilik sadece liderleri konuşmaktadır. Bazı sistemlerde ise, yaşama sevgisi bastırılıp, yerine mülkiyet sevgisi teşvik edilirken, bazılarında yabancılaşmanın farkına varılması engellenmekte, onun yerine "sosyalist ülkede yabancılaşma olamaz" sloganı alkışlanmaktadır.
Bilinçaltı olgusunu anlatmanın bir diğer yolu da, ondan Hegel ve Marx'ın terimleriyle söz etmektir. Yani, kararlarında özgür olduğunu sanan insanın arkasında etkili olan kuvvetlerin toplamı ya da Adam Smith'in dediği gibi, "iktisat insanı (homo economicus) öyle bir görünmeyen el tarafından güdülür ki, vardığı sonucun, onun asıl niyetiyle hiçbir ilgisi yoktur." Smith için bu görünmeyen el iyiydi, Marx'a (ve aynı zamanda Freud'a) göre ise, tehlikeli bir şeydi; etkisini yok etmek için onun ortaya çıkarılması gerekiyordu. Bilinç, toplumsal bir olgudur ve Marx'a göre içeriğinin çoğu da "yalancı bilinç"tir, yani bastırılan kuvvetlerin eseri olarak oluşmuştur.
Bilinçaltı, tıpkı bilinç gibi, toplumsal bir olgudur. Pek çok gerçeğin ve insana özgü yaşanmış olayın, bilinçaltından bilince yükselmesine izin vermeyen bir "toplumsal süzgeç" tarafından sınırlanır. Bu toplumsal süzgeç, dil, mantık ve toplumsal tabulardan meydana gelir. Gerçekte toplumca üretilmiş ve paylaşılmış hayal ürünlerinden başka bir şey olmayan, ama kişiler tarafından hakikat olarak algılanan ideolojilerle maskelenir. Bilince ve bastırma olgusuna bu yaklaşım, Marx'ın "toplumsal varoluşun özellikleri bilinci belirler" şeklindeki anlatımının geçerli olduğunu deneysel olarak kanıtlayabilir.
Bu yaklaşımların bir sonucu olarak, katı Freudcu ve Marksist yönelimli psikanaliz görüşleri arasında bir teorik fark daha ortaya çıkmaktadır. Bastırılan en önemli konunun ensest (aile içi cinsel ilişki) isteği olması bir yana Freud; en etkili bastırma sebebinin hadım edilme korkusu olduğuna inanırdı Ben buna katılmıyorum ve hem bireysel, hem de toplumsal düzeylerde, insanın en büyük korkusunun hemcinslerinden tamamen kopup, toplumun dışına itilmek ya da toplumun dışında kalmak olduğuna inanıyorum. Ölüm korkusuna bile dayanmak daha kolaydır. Toplum, bastırma taleplerini "toplum dışına itme, toplumdan tecrit etme" tehditleriyle yerine getirtir. Yaşanan belli olayları inkâr etmezseniz, toplumdan biri değilsiniz demektir. O zaman hiçbir yere ait değilsiniz ve aklınızı kaçırma tehlikesi içindesiniz. (Akıl hastalığı aslında, dış dünyayla tüm bağların ortadan kalkmasıyla kendini belli eden bir durumdur.)
Marksistler genellikle, insan farkında olmadan ona yön veren şeyin, ekonomik etmenler ve bunların siyasal sembolleri (uzantıları) olduğunu kabul etmişlerdir. Ama psikanaliz alanındaki incelemeler, bunun fazla dar bir anlayış olduğunu gösteriyor. Toplum, insanlardan oluşur ve her bir kişi, en az gelişmişinden, en olgununa kadar duygu ve enerji dolu potansiyellerle donanmıştır. Bir bütün olarak, bu insan potansiyeli her topluma özgü ekonomik ve sosyal etmenlerin karma etkisiyle yoğrulur. Toplumun bütününe ait olan bu etmenler, belli bir toplumsal bilinçaltı ve belli çelişkiler üretirler. Bu çelişkiler, insanı baskı altına alan faktörlerle, aklı başında bir insanın yaşaması için zorunlu olan insan ihtiyaçları arasında ortaya çıkar. (Bu ihtiyaçlara örnek ola¬rak asgarî özgürlük, uyarım, yani beş duyumuzun hissettiği her şey, hayata ilgi ve mutluluk sayılabilir.) Nitekim, daha önce belirttiğim gibi, devrimler, yalnızca yeni üretici güçlerin değil, aynı zamanda insan doğasının bastırılmış yanlarının da ifadeleri olarak meydana gelirler ve ancak bu iki koşul biraraya gelmişse başarılı olurlar. Bastırma, ister bireysel, ister toplumsal olsun.
insanın aslını bozar, onu parçalara ayırır ve bütünselliğinden yoksun bırakır. Bilinç, belli bir toplumun şekillendirdiği "toplumsal insan"ı temsil eder; bilinçaltıysa içimizdeki evrensel in¬sanın sembolüdür. Hem iyi ve hem de kötü yanlarıyla. Terence'nin ünlü özdeyişini doğrulayan "bütün insan"dır bu. Terence "insana ait olan hiçbir şeyin bana yabancı olmadığına inanıyorum" demiş ve bu söz, Marx'ın en çok sevdiği özdeyiş ve düstur olmuştu.
Derinlik psikolojisi, Marx'ın teorisinde merkezî bir rol oynayan bir soruna da katkıda bulunabilir. Bu, Marx'ın tatminkâr bir çözüme bir türlü ulaşamadığı "insanın özü ve doğası" sorunudur. Marx, özellikle 1844'ten sonra "insanın özü" gibi metafizik ve tarihsel olmayan bir kavramı kullanmak istemiyordu. Çünkü binlerce yıldır birçok yönetici kendi yönetimlerinin ve yasalarının (değişmez olduğunu ilân ettikleri) "insan doğası "na uygun olduğunu kanıtlamak için bu kavramı kullanmışlardı. Ama öte yandan da Marx, insanın her kültürün üzerine "kendi metnini yazacağı" boş bir kâğıt parçası olduğu yolundaki göreci yaklaşıma da karşıydı. Bu doğru olsaydı, insan nasıl toplumun onu sokmaya çalıştığı varoluş kalıplarına karşı isyan edebilirdi? Eğer bozulmuş olabilecek temel bir "insan doğası modeli" kavramına sahip olmasaydı Marx (Kapital'de) "bozulmaya uğramış insan" kavramını nasıl kullanabilirdi? Buna psikolojik çözümleme esasına dayanan bir cevap, bence insanın özünün bir çelişkide yatıyor oluşudur. Bu çelişki, bir yandan insanın doğanın içinde oluşu (kendi iradesi dışında bu dünyaya atılmış olması ve yine öyle geri alınması; üstelik tesadüfe bağlı yer ve zamanlarda), ama aynı zamanda da kendisinin, başkalarının, geçmişin ve yaşadığı ânın farkında oluşundan dolayı doğayı aşmasıdır. Yaratıklar arasında bir "hilkat garibesi" olan insan, yeni bir birlik biçimi bularak bu çelişkisini çözemedikçe, kendini dayanılmaz derecede yalnız hissedecektir. İnsanın varoluşundaki temel çelişki, (doğduğu andan beri hayatın ona sormakta olduğu soruya bir cevap bulmak için) onu, bu çelişkiye bir çözüm bulmaya zorlar. Sözü edilen birliğin nasıl elde edileceği sorusuna ise, doğruluğu soruşturulabilen ancak sınırlı birkaç çözüm önerisi getirilebilir.
İnsan, hayvanlık aşamasına geri dönmeyi deneyerek, insana özgü (akıl ve sevgi gibi) ne varsa bir kenara iterek, köle veya köle çalıştırıcısı olarak, kendini nesneleştirerek ya da insana özgü güçlerini hemcinsleriyle ve doğayla yeni bir birlik bulana kadar geliştirerek, özgür bir insan olarak (yalnızca zincirlerinden özgür olmak için değil, gizil güçlerinin tümünü geliştirmeyi hayatının temel hedefi yapmak için veya varlığını kendi üretken çabasına borçlu olan bir insan olarak birliği bulabilir. İnsanın doğuştan gelme bir "ilerleme güdüsü" yoktur, fakat her yeni gelişme düzeyinde tekrar ortaya çıkan varoluş çelişkisini çözme ihtiyacının güdümündedir. Bu çelişki (ya da başka türlü söylersek, insanın sorunları çözme konusundaki farklı ve değişik imkânları) onun özünü oluşturur.
Özetleyecek olursak: Bu makale, diyalektik ve hümanist yönelimli bir psikanalizi önemli bir bakış açısı olarak Marksist düşünceye sunmak ve tanıtmak için bir dilektir. İnancım odur ki, Marksizm'in böyle bir psikolojik teoriye ihtiyacı vardır. Ayrıca psikanalizin de gerçek Marksist teoriyi kendine katması, onun da düşünce ve etki alanını genişletecektir. Böyle bir sentez, her iki alanın verimini de arttıracaktır.
1 Yorum
Marksizmin insan ve toplum yapısının iç dinamizmini öyle güzel tasvir etmiş ki okuması büyük bir zevk oldu.