DAVID HUME'UN AHLÂK FELSEFESİ (... devam )
|
d — Adalet Fazileti:
B. Willey'in de belirttiği gibi David Hume iyi bir despotizmi destekler . Bu açıdan bir toplumu meydana getiren fertlerin hangi şartlar altında niçin birleşmesi gerektiğini belirtirken sosyal faziletlerin önemini her vesileyle belirtir. Bu faziletler içerisinde birleştirici bir rol oynayan hatta bir nevi diğer sosyal faziletlerin varlıklarının teminatı şeklinde görülen adalet fazileti üzerinde önemle durur. Adalete verilen bu önem tabiîlikten değil zaruretten kaynaklanır.
Ona göre adalet olarak iddia edilen faziletler, "...insanın bir takım ihtiyaç ve şartlarından doğan bir oyun veya entrika (contrivance) vasıtasıyla zevk ve memnuniyet ifade eden..." faziletlerdir.
Adalet faziletini ortaya çıkartan sebepler genelde insanların bencil duygusundan kaynaklanır. Çünkü insanların toplu halde yaşayabilmesi için karşılıklı güveni sağlayacak bir ortamın bulunması şarttır. Bu ortamda Hobbes'unda ifade ettiği gibi ancak kendini güven altına alacak kuralların hüküm sürdüğü ve bencil duyguların toplumun faydasına kanalize edildiği bir ortamdır. Eğer bu ortam oluşmazsa ve bencil duygular hâkim olursa o zaman David Hume'un da belirttiği gibi, kuvvet haklılığın tek ölçüsü olur . Bundan dolayı insanlar, bu durumdan kurtulmak için adalet şemsiyesinin altında diğer sosyal faziletlerin yeşermesine gayret etmektedirler. Bunun için ahlâkî değerlerin bir nevi istinat yeri olan adalet fazileti David Hume nazarında büyük bir değere haizdir.
David Hume "Halkın faydası adaletin temel kaynağıdır...." der. Hatta insanoğlunun faydası bütün kanunların ve düzenlerin amacıdır. Görüşüne de katılan Hume, toplumun ayakta kalabilmesi için adaletin önemine dikkat çekerek , insanın daha büyük bir mutluluğa adalet olmaksızın ulaşmasının mümkün olup olmadığını sorar . Eğer tabiat insana herşeyi, hava gibi, bolca vermiş olsaydı adalete lüzum kalmazdı . Ve insanlar onsuz mutlu olabilirdi.
Fakat böyle birşey olmadığı için adalet şarttır. Çünkü, Hume'unda belirttiği gibi "...adaletin objesi olan mülkiyet..." fikri toplumun oluşmasında bir faktör olduğu kadar yetersizliği yüzünden de insanların bencilliğini kamçılayan en önemli bir âmildir.
David Hume'a göre, bizim sahip olduğumuz üç iyilik vardır: Birincisi, zihinlerimizin iç tatminidir: Bunun güzelliğinde ve hoşluğunda kendimizi tamamen emniyette hissederiz. İkincisi, bedenimizin dış avantajları: Bunlar bizden birşeyler götürebilir, ancak bizi onlardan yoksun kılan için avantaj teşkil etmezler. Üçüncüsü, servetle elde ettiğimiz mülkiyetin vermiş olduğu hoşnutluk: Bu ise hem başkalarım tahrik eder, hem de nakledebilir, Çünkü herkesin istek ve ihtiraslarım karşılayacak kadar yeterli değildir. Bu yüzden bu iyiliklerin gelişimi Hume açısından toplumun asıl amaa olduğundan, mülkiyetlerin sabitsizliği de temel bir engel meydana getirir .
David Hume'a göre, "Adalet düşüncesi bu amaca asla hizmet etmez..." . Fakat adaletsizlik fertlerin birbirlerine karşı yaptığı kötülük ve ahlâksızlık olarak düşünülürse ki, bu da bir kusur ve ihtirasların büyüklüğünü gösterir- o zaman bunun çözümü adalete kalmış oluyor. Adalet ise insan hilesiyle oluşturulan kurallardan oluşur . Bu kurallar eğitim yoluyla insanlara kazandırılıp, gelenek haline getirilir. Çünkü, arzu edilen toplumu bu faziletle oluştururuz .
Bu gelenek, vaatlerden kaynaklandığı gibi, vaatler de geleneklerden kaynaklanır ve ortak bir ilgi alam oluşturur. Böylece bu ilgi, aramızda bir anlaşma ortamı hazırladığından dolayı, mülkiyetin de sabit kalmasına yol açmış, dolayısıyla adalet ve adaletsizlik düşüncesine sebep olmuştur .
David Hume'a göre, tabii olarak cinsler arasında bir bağ kurulduğu zaman, hemen ortaya bir aile çıkar, bunun için belirli kurallar gerekli görüleceği içinde bu kurallar hoş karşılanır. Böylece bir toplumu meydana getirecek aileler arasındaki düzeni sağlayacak olan kuralların gerekliliği de anlaşılmış olur .
Bu yüzden de adaletin sınırlan, insanların görüş açılarının büyüklüğüne ve karşılıklı ilişkilerin gücüne göre genişleyecektir. Adalet tarafından yönlendirilen ve mülk tarafından tesbit edilen belirli kanunları incelediğimizde de aynı sonuca varırız. Çünkü "İnsanoğlunun faydası (good) bütün bu kanun ve düzenlerin de , amacıdır" .
İstek ve arzularımız tam doyurulmuş olsaydı mülkiyetin sınırlaması ortada; kalkar, adalete de ihtiyaç kalmazdı. Çünkü insanların bencilliği sahip olduğumuz şeylerin yetersizliğinden kaynaklanır. Hume bu noktada şu prensiplere dikkati çeker. İlk olarak, güçlü ve yoğun bir yardım severlik adalet kurallarının müşahadesi için ilk motif değildir. Çünkü eğer insanlar bu yardım severlik donanmış olsalardı, adalet kuralları hayal bile edilmezdi. İkinci olarak, adâlet duygusu mantık üzerine kurulu değildir. Çünkü izlenim ve duygularımız, tabiattaki her şey bize kayıtsız olduğunda bizi az da olsa etkilemez. "Bu yüzden adalet duygusu idealarımız, üzerine değilde izlenimler üzerine kuruludur"
Üçüncü olarak, adalet duygusunun meydana gelmesini sağlayan bu izlenimler insan zihninin tabiîliğinden değil aksine insan gelenek, hile ve desiselerinde, meydana gelir . Bu yüzden, iyiyi kötüden ayırmak zor olduğundan, mülkiyet sürekli olma ve genel kurallarla tesbit edilmelidir. Bu da David Hume'a göre adalet duygusunun, yapay olmasına rağmen,gerekliliğini gösterir, Bir başka eserinde Hume "Bütün insanlar banş ve düzeni sürdürmek için adaletin gerekliliğinin farkındadırlar; yine bütün insanlar, toplumun sürüdürülmesi için de banş ve düzen gerekliliğinin farkındadırlar" der.
Burada şu problem karşımıza çıkar. "Neden fazilet düşüncesini adâlet kötülük düşüncesini adaletsizliğe yükleriz" . Ona göre, insanın hür hallerindeki sınırlı cömertliği veya bencillikleri tecrübe ile ortaya çıkarıldıktan sonra, toplumun bu gibi ihtirasların tatmini için gerekli olduğunu da müşahade etmişdir .
Dolayısıyla adaletsizliğin bizden uzak olduğu zamanlarda bile bizi rahat ettiğini ifade eden Hume, adaletsizliği toplum için bir peşin hüküm ve birine suçlu olarak yaklaşan herkes için de zararh olarak dile getirildiğini, belirtir. Güçlüklerin üzerine sempatiyle gidildiğini söyleyen Hume, insan hareketle üzerindeki rahatsız edici herşey kötü, tatmin meydana getiren her şeyin ise fazilet olarak görülebileceğini ifade eder. Bu da ahlâkî iyi ve kötünün neden adalet ve adaletsizliği takip ettiğinin sebebini oluşturur. Kişisel ilgi (self-intarest), karşılıklı ilişkilerde sempati bağanın kurulmasına yardım ettiği için, adaletin kurulmasında orijinal motifi teşkil eder. Ancak halkın genel isteğiyle ilgi semptiyse (ortak ilgi), fazilete bağı olan ahlâkı kabulün kaynağını teşkil eder .
Politikacıların da adalet ve adaletsizliğin gelişmesinde katkılarının olduğunu belirten Hume, yapay olan bu duyguların övgü ve suçlama ile gelenek halini almalarında da onlann paylarının olduğunu söyler.
Bu duyguların tabiat kuralları olmadığını ve insan geleneklerinden kaynaklandığını ileri sürer. Hume, bu durumun da, insanların kendi tabiî ve farklı prensiplerinden kaynaklanan düzensizlikleri fark ettiklerinde oluştuğunu ifade eder. Bu yüzden adalet ve adaletsizlik arasındaki ayırımın farklı iki temel oluşturduklarını, bunlardan birinin ilgi veya menfaat (interest), diğerinin ise ahlâk olduğunu belirtir. Ona, göre, ilk ügininin oluşmasını sağlayan insanın yapay ve gönüllü istek ve geleneğidir. Bu yüzden adalet kanunları yapay olarak düşünülmüştür. Bu ilgi bir kere kurulup onaylandıktan sonra, bunu, bu kuralların müşahedesindeki ahlâk duygusu tâbii olarak takip eder .
Bu konuyla bağlantılı olarak eşitlik konusuna değinen Hume, eşitlik kurallarının faydalı olduğu kadar pratik olmadığını söyler. Ona göre, tarihçiler ve sağduyu göstermiştir ki tam eşitlik fikri çok değerli olmasına rağmen, pratik olmayabilir. Bu, özellikle insana tam anlamıyla faydalı olmayabilir. Eğer mülkleri eşit bir şekilde dağıtırsanız, sanat ve verimlilik derecesinin bu eşitliği bozacağını belirten Hume için, mülkün tam eşit şekilde olması,hâkimiyet otoritesini zayıflatır ve bütün gücü mülk ve eşya seviyesine düşürür .
İlliyet prensipini sarsmaya çalışan Hume'un ahlâk ve tarihte mutlak determinist olduğunu görülür. Nitekim Weber de aynı kanattadır . Ona göre, madde bütün fonksiyonlarında, zorunlu bir kuvvetle dile getirilir. Maddî alanda alışkanlıktan dolayı objenin birinin görülmesinden diğerini de çıkarırız. Bu durum hem tabiattaki bir değişmezliğe (yeknesaklığa) işaret eder, hem de maddeye yorduğumuz zorunluluğu dile getirir .
Böyle bir durumun insanın iradelik hareketleri ile zihnin fonksiyonlarında da öteden beri kabul edildiğini ifade eden Hume, "Bütün milletlerde ve çağlarda insan aksiyonları arasında büyük bir değişmezliğin var olduğu ve insan tabiatının da prensipleri ve fonksiyonları bakımından hep aynı kaldığı evrensel olarak tanınmış bir gerçektir" der. Bu bakımdan bütün insan hareketlerinin kaynağı, mevki hırsı, yüksek feragat ruhu, dost canlılık vb. gibi ihtiraslardır.
Bunlar, bütün insanlar arasında aynı geçerliktedir. Bu yüzden dünyanın her tarafındandaki yaşamış ve yaşamakta olan insanlar arasında Hume'a göre, "Aynı motifler ayni aksiyonları meydana getirir; aynı olaylar da aynı sebeplerden ileri gelirler" .
Acaba bu zorunluk, nasıl bir zorunluluktur? Çünkü Hurne, "İnsanlık her zaman ve her yerde o kadar aynıdır ki tarih, bize bu alanda ne yeni, ne de acaip ve görülmemiş hiçbir şeyi haber vermez" , demektedir. Aslında bu zorunluluk insan tabiatından kaynaklanan bir zorunluluktur. Yoksa baskı altında kalarak yapılan bir zorunluluk değildir. Çünkü bu zorunluluk bir nevi tabiî olduğu için insanları rahatsız etmediği gibi çoğu zaman da farkına bile varılmaz.
David Hume, görünüşe göre hüküm veren avamın, olayların kararsızlığında ileri sürmüş oldukları sebeplerin yeterli olmadığını söyler. Filozofların bu düsturu da bu türden müşahedelere dayanır, "...bütün şeyler neticeleriyle zaruri bir bağlılık halindedirler ve görünürde her kesinsizlik daima zıt sebeplerin gizli tesirinden gelmektedir..." . O zaman şu sonucu çıkarabiliriz ki, görünüşteki bazı aksaklıklara rağmen, Hume ahlâkî olaylarda bir tür determinizm görmektedir.
Yine meselâ, Hume açısından baktığımızda; cemiyette insanların birbirlerine bağlılıkları o kadar büyüktür ki yapağı işin meyvesini almak için kanuna güvendiği gibi alacağı şeyleri de başkalarından bulacağına güvenmektedir. Böylece gittikçe artan bir iradî aksiyonlar çeşitliliği görülmektedir. İşte bu durum, insanlığın zorunluluk doktrini içinde hayatını yürüttüğünü gösterir .
Genelde görülen bu zorunluluk, insanların davranışlarından mesuliyet hissini ortadan kaldırmaz. Çünkü bu zorunluluk kanaatimizce hayatın akışım kolaylaştırmak için, insanlık tabiatından kaynaklanan prensipleri doğru yöne kanalize etmek bakımından hürce alınan kararların bir ürünüdür.
O zaman insanlara mesuliyet hissi yükleyen hürlükten maksat nedir? Hume'a göre hürlük, tabirinden olsa olsa "....İradenin kararlarına göre hareket etmek veya etmemek gücünden başka birşey anlamamamız lâzımdır." Yani hareket etmeyi tercih ediyorsak hareket ederiz, etmemeyi tercih ediyorsak hareket etmeyiz. Kısacası bunları yapmaya muktediriz.
Ahlâk anlayışında Hume, mevcut ahlâkî âdetleri değil, yalnızca eski ahlâkî teorileri dikkate sunarak tenkit eder. O, ahlâk için bütün tabiatüstü ve metafizik zorunlulukları insan tabiatında bulur. Hume'un ahlâk meselesine yaklaşımı, sanki metafizik meselelere yaklaşımı gibidir. Burada o, tekrar tabiatın yaranım mantığı reddeder.
Hume, iyiyi toplumsal eğilimle aynılaştıran Shaftesbury ile ahlâkî karakteri toplumsal faziletlere yönelmede bulan Hutscheson'a yönelir. Antik çağ örneğinde olduğu gibi insan idealini, insanın kişiliğinin bir bütün olarak gelişmesinde bulur. Böylece duygu ahlâkı yanında yer alır. Ahlâkî hükümlerin oluşmasında aklın ikinci derecede bir rolü olduğunu kabul eder. Çünkü akıl övülecek ve yerilecek şeyleri ayırmaz, bunları yapan duygularımızdır.
Ahlâkî hükümler özü itibariyle, tasdik edilebilen ya da edilemeyen duygulardan oluşmaktadır. Meselâ, "Bu iyidir" demek, aslında "Bu tasdik edilir ki, takdire değer bir şeydir" anlamım taşır. Burada kime göre tasdike değerdir? Sorusuna Hume'un cevap vermemesi ise geçmişe değilde gelişen (günün) değerlere bağlılığım gösterir. Bunun için de istatistiğe başvurarak kendi çağında toplumun suçladığı, veya benimsediği niteliklerin bir katalogunu hazırlamayı uygun görür.
Bu yüzden Hume, kişisel değer (fazilet), ya da değersizlik dediğimiz şeyi şekillendirmek üzere gerekli özellikleri sıralayarak ortak özellikleri çıkarır. Kişisel nitelikler, kişiye ya da diğer kimselere uygun özelliklerin ortaya koyulmasıyla gerçekleşir. Aynca Hume, hedonist (haza) ve utilitarist (faydacı) bakış açılarını da benimser. Ona göre, değer olan özellik zevk duygusu uyandırandır, fakat bu türden birçok özeüik faydasından dolayı benimsenmiştir.
Hume ayrıca, insanın karar vermede hür olmasına rağmen, tabiî yapısından ve çevre şartlarından kaynaklanan durumlardan ötürü de İster istemez bazı şeyleri kabul etmek ve bazılarına veya bazı kurumlara güvenmek zorunda olduğunu da kabul eder. Bu ise hürriyeti sınırlayan bir durumdur.
B. Willey'in de belirttiği gibi David Hume iyi bir despotizmi destekler . Bu açıdan bir toplumu meydana getiren fertlerin hangi şartlar altında niçin birleşmesi gerektiğini belirtirken sosyal faziletlerin önemini her vesileyle belirtir. Bu faziletler içerisinde birleştirici bir rol oynayan hatta bir nevi diğer sosyal faziletlerin varlıklarının teminatı şeklinde görülen adalet fazileti üzerinde önemle durur. Adalete verilen bu önem tabiîlikten değil zaruretten kaynaklanır.
Ona göre adalet olarak iddia edilen faziletler, "...insanın bir takım ihtiyaç ve şartlarından doğan bir oyun veya entrika (contrivance) vasıtasıyla zevk ve memnuniyet ifade eden..." faziletlerdir.
Adalet faziletini ortaya çıkartan sebepler genelde insanların bencil duygusundan kaynaklanır. Çünkü insanların toplu halde yaşayabilmesi için karşılıklı güveni sağlayacak bir ortamın bulunması şarttır. Bu ortamda Hobbes'unda ifade ettiği gibi ancak kendini güven altına alacak kuralların hüküm sürdüğü ve bencil duyguların toplumun faydasına kanalize edildiği bir ortamdır. Eğer bu ortam oluşmazsa ve bencil duygular hâkim olursa o zaman David Hume'un da belirttiği gibi, kuvvet haklılığın tek ölçüsü olur . Bundan dolayı insanlar, bu durumdan kurtulmak için adalet şemsiyesinin altında diğer sosyal faziletlerin yeşermesine gayret etmektedirler. Bunun için ahlâkî değerlerin bir nevi istinat yeri olan adalet fazileti David Hume nazarında büyük bir değere haizdir.
David Hume "Halkın faydası adaletin temel kaynağıdır...." der. Hatta insanoğlunun faydası bütün kanunların ve düzenlerin amacıdır. Görüşüne de katılan Hume, toplumun ayakta kalabilmesi için adaletin önemine dikkat çekerek , insanın daha büyük bir mutluluğa adalet olmaksızın ulaşmasının mümkün olup olmadığını sorar . Eğer tabiat insana herşeyi, hava gibi, bolca vermiş olsaydı adalete lüzum kalmazdı . Ve insanlar onsuz mutlu olabilirdi.
Fakat böyle birşey olmadığı için adalet şarttır. Çünkü, Hume'unda belirttiği gibi "...adaletin objesi olan mülkiyet..." fikri toplumun oluşmasında bir faktör olduğu kadar yetersizliği yüzünden de insanların bencilliğini kamçılayan en önemli bir âmildir.
David Hume'a göre, bizim sahip olduğumuz üç iyilik vardır: Birincisi, zihinlerimizin iç tatminidir: Bunun güzelliğinde ve hoşluğunda kendimizi tamamen emniyette hissederiz. İkincisi, bedenimizin dış avantajları: Bunlar bizden birşeyler götürebilir, ancak bizi onlardan yoksun kılan için avantaj teşkil etmezler. Üçüncüsü, servetle elde ettiğimiz mülkiyetin vermiş olduğu hoşnutluk: Bu ise hem başkalarım tahrik eder, hem de nakledebilir, Çünkü herkesin istek ve ihtiraslarım karşılayacak kadar yeterli değildir. Bu yüzden bu iyiliklerin gelişimi Hume açısından toplumun asıl amaa olduğundan, mülkiyetlerin sabitsizliği de temel bir engel meydana getirir .
David Hume'a göre, "Adalet düşüncesi bu amaca asla hizmet etmez..." . Fakat adaletsizlik fertlerin birbirlerine karşı yaptığı kötülük ve ahlâksızlık olarak düşünülürse ki, bu da bir kusur ve ihtirasların büyüklüğünü gösterir- o zaman bunun çözümü adalete kalmış oluyor. Adalet ise insan hilesiyle oluşturulan kurallardan oluşur . Bu kurallar eğitim yoluyla insanlara kazandırılıp, gelenek haline getirilir. Çünkü, arzu edilen toplumu bu faziletle oluştururuz .
Bu gelenek, vaatlerden kaynaklandığı gibi, vaatler de geleneklerden kaynaklanır ve ortak bir ilgi alam oluşturur. Böylece bu ilgi, aramızda bir anlaşma ortamı hazırladığından dolayı, mülkiyetin de sabit kalmasına yol açmış, dolayısıyla adalet ve adaletsizlik düşüncesine sebep olmuştur .
David Hume'a göre, tabii olarak cinsler arasında bir bağ kurulduğu zaman, hemen ortaya bir aile çıkar, bunun için belirli kurallar gerekli görüleceği içinde bu kurallar hoş karşılanır. Böylece bir toplumu meydana getirecek aileler arasındaki düzeni sağlayacak olan kuralların gerekliliği de anlaşılmış olur .
Bu yüzden de adaletin sınırlan, insanların görüş açılarının büyüklüğüne ve karşılıklı ilişkilerin gücüne göre genişleyecektir. Adalet tarafından yönlendirilen ve mülk tarafından tesbit edilen belirli kanunları incelediğimizde de aynı sonuca varırız. Çünkü "İnsanoğlunun faydası (good) bütün bu kanun ve düzenlerin de , amacıdır" .
İstek ve arzularımız tam doyurulmuş olsaydı mülkiyetin sınırlaması ortada; kalkar, adalete de ihtiyaç kalmazdı. Çünkü insanların bencilliği sahip olduğumuz şeylerin yetersizliğinden kaynaklanır. Hume bu noktada şu prensiplere dikkati çeker. İlk olarak, güçlü ve yoğun bir yardım severlik adalet kurallarının müşahadesi için ilk motif değildir. Çünkü eğer insanlar bu yardım severlik donanmış olsalardı, adalet kuralları hayal bile edilmezdi. İkinci olarak, adâlet duygusu mantık üzerine kurulu değildir. Çünkü izlenim ve duygularımız, tabiattaki her şey bize kayıtsız olduğunda bizi az da olsa etkilemez. "Bu yüzden adalet duygusu idealarımız, üzerine değilde izlenimler üzerine kuruludur"
Üçüncü olarak, adalet duygusunun meydana gelmesini sağlayan bu izlenimler insan zihninin tabiîliğinden değil aksine insan gelenek, hile ve desiselerinde, meydana gelir . Bu yüzden, iyiyi kötüden ayırmak zor olduğundan, mülkiyet sürekli olma ve genel kurallarla tesbit edilmelidir. Bu da David Hume'a göre adalet duygusunun, yapay olmasına rağmen,gerekliliğini gösterir, Bir başka eserinde Hume "Bütün insanlar banş ve düzeni sürdürmek için adaletin gerekliliğinin farkındadırlar; yine bütün insanlar, toplumun sürüdürülmesi için de banş ve düzen gerekliliğinin farkındadırlar" der.
Burada şu problem karşımıza çıkar. "Neden fazilet düşüncesini adâlet kötülük düşüncesini adaletsizliğe yükleriz" . Ona göre, insanın hür hallerindeki sınırlı cömertliği veya bencillikleri tecrübe ile ortaya çıkarıldıktan sonra, toplumun bu gibi ihtirasların tatmini için gerekli olduğunu da müşahade etmişdir .
Dolayısıyla adaletsizliğin bizden uzak olduğu zamanlarda bile bizi rahat ettiğini ifade eden Hume, adaletsizliği toplum için bir peşin hüküm ve birine suçlu olarak yaklaşan herkes için de zararh olarak dile getirildiğini, belirtir. Güçlüklerin üzerine sempatiyle gidildiğini söyleyen Hume, insan hareketle üzerindeki rahatsız edici herşey kötü, tatmin meydana getiren her şeyin ise fazilet olarak görülebileceğini ifade eder. Bu da ahlâkî iyi ve kötünün neden adalet ve adaletsizliği takip ettiğinin sebebini oluşturur. Kişisel ilgi (self-intarest), karşılıklı ilişkilerde sempati bağanın kurulmasına yardım ettiği için, adaletin kurulmasında orijinal motifi teşkil eder. Ancak halkın genel isteğiyle ilgi semptiyse (ortak ilgi), fazilete bağı olan ahlâkı kabulün kaynağını teşkil eder .
Politikacıların da adalet ve adaletsizliğin gelişmesinde katkılarının olduğunu belirten Hume, yapay olan bu duyguların övgü ve suçlama ile gelenek halini almalarında da onlann paylarının olduğunu söyler.
Bu duyguların tabiat kuralları olmadığını ve insan geleneklerinden kaynaklandığını ileri sürer. Hume, bu durumun da, insanların kendi tabiî ve farklı prensiplerinden kaynaklanan düzensizlikleri fark ettiklerinde oluştuğunu ifade eder. Bu yüzden adalet ve adaletsizlik arasındaki ayırımın farklı iki temel oluşturduklarını, bunlardan birinin ilgi veya menfaat (interest), diğerinin ise ahlâk olduğunu belirtir. Ona, göre, ilk ügininin oluşmasını sağlayan insanın yapay ve gönüllü istek ve geleneğidir. Bu yüzden adalet kanunları yapay olarak düşünülmüştür. Bu ilgi bir kere kurulup onaylandıktan sonra, bunu, bu kuralların müşahedesindeki ahlâk duygusu tâbii olarak takip eder .
Bu konuyla bağlantılı olarak eşitlik konusuna değinen Hume, eşitlik kurallarının faydalı olduğu kadar pratik olmadığını söyler. Ona göre, tarihçiler ve sağduyu göstermiştir ki tam eşitlik fikri çok değerli olmasına rağmen, pratik olmayabilir. Bu, özellikle insana tam anlamıyla faydalı olmayabilir. Eğer mülkleri eşit bir şekilde dağıtırsanız, sanat ve verimlilik derecesinin bu eşitliği bozacağını belirten Hume için, mülkün tam eşit şekilde olması,hâkimiyet otoritesini zayıflatır ve bütün gücü mülk ve eşya seviyesine düşürür .
İlliyet prensipini sarsmaya çalışan Hume'un ahlâk ve tarihte mutlak determinist olduğunu görülür. Nitekim Weber de aynı kanattadır . Ona göre, madde bütün fonksiyonlarında, zorunlu bir kuvvetle dile getirilir. Maddî alanda alışkanlıktan dolayı objenin birinin görülmesinden diğerini de çıkarırız. Bu durum hem tabiattaki bir değişmezliğe (yeknesaklığa) işaret eder, hem de maddeye yorduğumuz zorunluluğu dile getirir .
Böyle bir durumun insanın iradelik hareketleri ile zihnin fonksiyonlarında da öteden beri kabul edildiğini ifade eden Hume, "Bütün milletlerde ve çağlarda insan aksiyonları arasında büyük bir değişmezliğin var olduğu ve insan tabiatının da prensipleri ve fonksiyonları bakımından hep aynı kaldığı evrensel olarak tanınmış bir gerçektir" der. Bu bakımdan bütün insan hareketlerinin kaynağı, mevki hırsı, yüksek feragat ruhu, dost canlılık vb. gibi ihtiraslardır.
Bunlar, bütün insanlar arasında aynı geçerliktedir. Bu yüzden dünyanın her tarafındandaki yaşamış ve yaşamakta olan insanlar arasında Hume'a göre, "Aynı motifler ayni aksiyonları meydana getirir; aynı olaylar da aynı sebeplerden ileri gelirler" .
Acaba bu zorunluk, nasıl bir zorunluluktur? Çünkü Hurne, "İnsanlık her zaman ve her yerde o kadar aynıdır ki tarih, bize bu alanda ne yeni, ne de acaip ve görülmemiş hiçbir şeyi haber vermez" , demektedir. Aslında bu zorunluluk insan tabiatından kaynaklanan bir zorunluluktur. Yoksa baskı altında kalarak yapılan bir zorunluluk değildir. Çünkü bu zorunluluk bir nevi tabiî olduğu için insanları rahatsız etmediği gibi çoğu zaman da farkına bile varılmaz.
David Hume, görünüşe göre hüküm veren avamın, olayların kararsızlığında ileri sürmüş oldukları sebeplerin yeterli olmadığını söyler. Filozofların bu düsturu da bu türden müşahedelere dayanır, "...bütün şeyler neticeleriyle zaruri bir bağlılık halindedirler ve görünürde her kesinsizlik daima zıt sebeplerin gizli tesirinden gelmektedir..." . O zaman şu sonucu çıkarabiliriz ki, görünüşteki bazı aksaklıklara rağmen, Hume ahlâkî olaylarda bir tür determinizm görmektedir.
Yine meselâ, Hume açısından baktığımızda; cemiyette insanların birbirlerine bağlılıkları o kadar büyüktür ki yapağı işin meyvesini almak için kanuna güvendiği gibi alacağı şeyleri de başkalarından bulacağına güvenmektedir. Böylece gittikçe artan bir iradî aksiyonlar çeşitliliği görülmektedir. İşte bu durum, insanlığın zorunluluk doktrini içinde hayatını yürüttüğünü gösterir .
Genelde görülen bu zorunluluk, insanların davranışlarından mesuliyet hissini ortadan kaldırmaz. Çünkü bu zorunluluk kanaatimizce hayatın akışım kolaylaştırmak için, insanlık tabiatından kaynaklanan prensipleri doğru yöne kanalize etmek bakımından hürce alınan kararların bir ürünüdür.
O zaman insanlara mesuliyet hissi yükleyen hürlükten maksat nedir? Hume'a göre hürlük, tabirinden olsa olsa "....İradenin kararlarına göre hareket etmek veya etmemek gücünden başka birşey anlamamamız lâzımdır." Yani hareket etmeyi tercih ediyorsak hareket ederiz, etmemeyi tercih ediyorsak hareket etmeyiz. Kısacası bunları yapmaya muktediriz.
Ahlâk anlayışında Hume, mevcut ahlâkî âdetleri değil, yalnızca eski ahlâkî teorileri dikkate sunarak tenkit eder. O, ahlâk için bütün tabiatüstü ve metafizik zorunlulukları insan tabiatında bulur. Hume'un ahlâk meselesine yaklaşımı, sanki metafizik meselelere yaklaşımı gibidir. Burada o, tekrar tabiatın yaranım mantığı reddeder.
Hume, iyiyi toplumsal eğilimle aynılaştıran Shaftesbury ile ahlâkî karakteri toplumsal faziletlere yönelmede bulan Hutscheson'a yönelir. Antik çağ örneğinde olduğu gibi insan idealini, insanın kişiliğinin bir bütün olarak gelişmesinde bulur. Böylece duygu ahlâkı yanında yer alır. Ahlâkî hükümlerin oluşmasında aklın ikinci derecede bir rolü olduğunu kabul eder. Çünkü akıl övülecek ve yerilecek şeyleri ayırmaz, bunları yapan duygularımızdır.
Ahlâkî hükümler özü itibariyle, tasdik edilebilen ya da edilemeyen duygulardan oluşmaktadır. Meselâ, "Bu iyidir" demek, aslında "Bu tasdik edilir ki, takdire değer bir şeydir" anlamım taşır. Burada kime göre tasdike değerdir? Sorusuna Hume'un cevap vermemesi ise geçmişe değilde gelişen (günün) değerlere bağlılığım gösterir. Bunun için de istatistiğe başvurarak kendi çağında toplumun suçladığı, veya benimsediği niteliklerin bir katalogunu hazırlamayı uygun görür.
Bu yüzden Hume, kişisel değer (fazilet), ya da değersizlik dediğimiz şeyi şekillendirmek üzere gerekli özellikleri sıralayarak ortak özellikleri çıkarır. Kişisel nitelikler, kişiye ya da diğer kimselere uygun özelliklerin ortaya koyulmasıyla gerçekleşir. Aynca Hume, hedonist (haza) ve utilitarist (faydacı) bakış açılarını da benimser. Ona göre, değer olan özellik zevk duygusu uyandırandır, fakat bu türden birçok özeüik faydasından dolayı benimsenmiştir.
Hume ayrıca, insanın karar vermede hür olmasına rağmen, tabiî yapısından ve çevre şartlarından kaynaklanan durumlardan ötürü de İster istemez bazı şeyleri kabul etmek ve bazılarına veya bazı kurumlara güvenmek zorunda olduğunu da kabul eder. Bu ise hürriyeti sınırlayan bir durumdur.
2 Yorumlar
bu bilgilerin alındığı kaynakları da yazılsa daha faydaı olur.
keşke kaynak yazılsa?