ÇEVRE - AHLAK İLİŞKİSİ (... devam )
|
Çevre ahlakı kavramıyla ilgili olarak üzerinde ittifak edilmiş bir tanım yoktur. Ancak çevre sorunları çerçevesinde insan-doğa ilişkilerini ahlaki bir bağlamda açıklama girişimiyle beraber ortaya atılmış bir çok tanım vardır. Hepsinin ortak niteliği ise, çevre insan ilişkilerinin şimdiye kadar pek öne çıkmayan veya doğa aleyhine ortaya çıkan ahlaki yönünün vurgulanması; insanın doğal çevreye ve diğer varlıklara karşı ahlaki sorumluluk duygusuyla yaklaşmasıdır. Aslında sorunla ilgili güçlüklerin temelinde, geleneksel ahlak kuramlarında insan dışındaki varlıkların ahlaki bir nesne olarak ele alınmaması yatmaktadır.
Ahlak'ın gelişimine baktığımızda bunu açıkça görmek mümkündür. Zira geleneksel ahlak kuramlarında temel sorun:
a. insan-insan.
b. insan-toplum ilişkileri'dir.
Bu ilişkilerin insanın mutluluğunu (egoist) veya toplumun mutluluğunu (faydacı) sağlayacak şekilde temellendirildiği görülmektedir. Bunun istisnası ise deontolojik ahlak kuramlarıdır. Bu kuramlarda insanın doğa ve doğadaki varlıklara karşı sorumluluğundan bahsedilmemekte veya herhangi bir sorumluluğu olmadığı, doğayı ve doğadaki varlıkları istediği gibi kullanabileceği ve mutluluğunu arttırmak için bunlardan yararlanabileceği vurgulanmaktadır.
Bu açıdan ahlakın bir bilim olarak ilk defa ortaya çıktığı kabul edilen antik Yunan'a bakıldığında durum şöyledir: Aristo'ya göre hayvanların değeri, sadece insanın menfaatlerine hizmet etmektir. Aristo'nun bu tanımı çok önemlidir. Zira onun insan ve hayvanların moral statüsüyle ilgili bu görüşleri kendisinden öncekilerle aynı doğrultuda olduğu gibi, kendinden sonraki dönemler için de belirleyici ve çok etkili olmuştur. Aristocu bilim iki bin yıl kadar bilim dünyasında etkili olmuştur. Onun siyasi etkileri de hakeza. Örneğin, Aristo'nun daha aşağıdaki
insanların, üsttekilere hizmet etmeyle (kölelik) ilgili fikirlerini bugün kabul etmezken, insanlar dışındaki varlıklara karşı fikirlerini hâlâ paylaşmaya devam ediyoruz.
Stoacılar bile, diğer fikirlerinde Plato ve Aristo'ya muhalefet ederken hayvanların ahlaki alanın dışında bırakılmasında onlardan daha kararlı görünmektedirler. Klasik Yunan'da hayvanlara karşı daha merhametli davranan ve onları ahlaki alanın içine alan iki düşünür Epikür ve Plutach'tır. Bunlara göre hayvanlar bizim gibi akıl sahibi olmasalar da, kendilerine ait bir dünyaları vardır. Bu nedenle sadece bizim çıkarımız ve kullanmamız için yaratılmamışlardır.
Özellikle Plutach hiç et yemez ve hayvanlara karşı da çok iyi davranırdı. Ancak batı dünyasında hala hakim olan anlayış bilindiği gibi Platon ve Aristo çizgisinin görüşleridir. Epikürcü ekolun görüşleri ancak 19- yüzyılda tekrar taraftar bulurken, insanı en üstün varlık olarak gören ve ahlaki olanı ona münhasır kılan, insan dışında kalan herşeyin sadece insanın çıkarı için olduğu, başka bir değeri olmadığını ileri süren görüş klasik çağdan sonrada batı düşünce geleneğinde hakim tek görüş olmuştur. Hristiyanlık, insanın Tann'nın bizzat kendi imgesinden yaratıldığını vurgulayarak, ahlakın temel hedefinin insan olduğunu, başka bir şey olmadığı görüşünü iyice pekiştirmiştir. Kısaca gerek klasik Yunan ve gerekse Hristiyan anlayışının temel varsayımı insanın doğaya hakim olması ve onu kendine boyun eğdirmesitdir.
Geleneksel ahlakın bu niteliği bugün bütün çevre filozofları tarafından vurgulanmakta ve eleştirilmektedir. Ancak buna ilk defa dikkat çeken, ahlakın gelişmeci niteliğini vurgulayarak artık yeni bir adım atarak insan-doğa arasındaki ilişkileri de ahlaki bir boyuta oturtmanın gerektiğini ilk söyleyenlerden biri Aldo Leopold'dur. Leopold'a göre ahlakın gelişimi şu sırayı takip etmiştir:
1. Ahlak öncelikle insanlar arasındaki ilişkileri konu edinmiştir.
2. Daha sonra ise, insan ve toplum arasındaki ilişkileri temellendirmiş.
3. Son adım ise, Leopold'ın land ethic dediği, "toprağı, havayı, suyu, bitkileri ve hayvanları" ahlakın sınırları içine almasıdır. Yani insan-doğa ilişkilerini yeni bir ahlaki temele oturtmaktır."
Böylece ahlakın insan-doğa ilişkilerinde, doğanın fethedilmesi ve ele geçirilmesiyle ilgili sağladığı meşrulaştırma, yerini doğa ve doğadaki herşeyle beraber yaşama ve onların yaşamına saygı gibi yeni bir ahlaki görüşe bırakmaktadır. Aslında geleneksel ahlak kuramlarının temel niteliklerine baktığımızda Leopold'un eleştirilerinde haksız olmadığı görülür. Geleneksel ahlakın özellikleri şöyle özetlenebilir:
-İnsan dışındaki varlıklarla ilgili eylemleriniz, ahlaki bakımdan bir öneme sahip değildir (bu eylemlerimizden dolayı sorumlu tutulamayız.)
-Ahlaki bakımdan önemli olan doğrudan insanın-insanla veya bizzat insanın kendisiyle ilgili eylemleriyle ilgilidir. Bundan dolayı tüm geleneksel ahlak teorileri insan merkezlidir (antropocentric).
-Doğayla ilişkilerinde sadece "insan" ve onun temel durumu esas olarak alınmakta ve techne'yi yeniden şekillendiren özne olarak ele alınmamaktadır.
- İyi ve kötüyle ilgili eylemler sadece eyleme yakın alanla ilgili olup, gelecek durumlarla ilgili değildir. Eylemin amaçları zaman ve mekanla sınırlandırılmaktadır. Eylemin etki alanı dar ve küçük, zamanı ise görülebilen zaman dilimi ve ulaşılan amaç olmakta, sorumluluk alanı da dardır.
Bütün bunların bir sonucu olarak ahlak "şimdi ve burada" olan durumlar için ve insan-merkezli olarak anlaşılmıştır. Görüldüğü gibi, insan dışındaki varlıklar ve gelecek nesillere karşı sorumlu olup olmadığı (eylemlerimizin şu anda olmasa bile ekosistemi tahrip edici etkileri) gibi konular geleneksel ahlak kuramları için bir sorun oluşturmamaktadır. Geleneksel ahlak kuramlarının birbiriyle bağımlı şu ortak noktalan içerdikleri unutulmamalıdır.
a- İnsanın kendi doğası ve şeylerin doğası tarafından belirlenen durumu bir seferde ve her zaman için aynı kalacak biçimde verilmiştir.
b- Bu temel üzerinde insan için iyi olan belirlenebilir.
c- İnsan eylemlerinin sınırının ve bunun sonucunda meydana gelen sorumluluğunun dar bir çerçeve ile sınırlandırılması.
Ancak bu varsayımlar, eylemlerimiz söz konusu olduğunda, daha öncede işaret edildiği gibi, eylemlerimizin doğasını ve içerdiği sonuçları yansıtmamaktadır. Jonas'ın ifadesiyle:
"Belli güçlerimizin gelişmesiyle, İnsan eyleminin doğası da değişmiştir. Ahlak insan eylemiyle ilgilendiğinden, insan eylemlerinin doğasındaki bu gelişme, ahlakta da bir değişmeyi gerekli kılar."
Çevre Ahlakı
Bütün yukarıda işaret edilen hususlardan dolayı, insan eylemlerinin değişen doğasını da gözönüne alan yeni bir ahlak anlayışına ihtiyaç olduğu tam bir tanımı da yapılamamaktadır. Ancak bu konuda iki görüş üzerinde duracağız: Birincisi, özellikle Frankena tarafından savunulan görüştür. Buna göre, yeni bir çevre ahlakı icad etmeye gerek yoktur. Geleneksel ahlak anlayışlarımızı gözden geçirir ve onların gerektirdiği şekilde yaşamımızı düzenlersek, çevre koruma için yeni bir ahlak icad etmeye gerek kalmayacaktır. Ahlaki görüşlerimizi yeniden düşünür ve toplum için en büyük faydayı (gelecek nesilleri de düşünerek) hedeflersek, insanın dışındaki yarlıklara karşı daha korumacı bir tavır geliştirebiliriz.
Bununla beraber, birçok yazar insan-merkezci olmayan yeni bir çevre ahlakından bahsetmekte ve bunun temel niteliklerini de şöyle sıralamaktadır:
a. Çevre ahlakı insanın dışında da varlıklar olduğunu ve bunların insan için sağladığı çıkar ve menfaatler sözkonusu olmadan, sadece ekosistemde birer varlık oldukları için ahlaki bakımdan önemli olduklarını kabul etmelidir.
b. Bu kabul etme bilinçli varlıkların yanında bazı bilinci olmayan varlıkların da ahlaki bakımdan önemli olduklarını içermelidir. Ancak B. Callicott'un çevre ahlakıyla ilgili ileri sürdükleri ise şöyle:
1. İnsan-merkezci olmaynan bir değer kuramı geliştirmelidir.
2. Yabancıl ve evcil organizma ve türler için, insanlar sözkonusu olmadan özsel değer (intrinsic value) sağlamalıdır.
3. Kavramsal olarak modern evrimci ve ekolojik biyoloji ile uyum içinde olmalıdır.
4. Yine şu andaki ekosistem, onu meydana getiren parçalar, onu tamamlayan türler için özsel değer sağlamalıdır.
Çevre ahlakçılarının vurguladıklarından anlaşıldığı gibi, çevre ahlakını temellendirmede esas rolü çevrebilim oynamaktadır. Tabii bu da beraberinde birçok sorunu getirmektedir. Burada bunun üzerinde durmaktan ziyade, başka bir noktaya dikkat çekmek daha yararlı olacaktır. Bu da, çevre ahlakını çevre bilimi üzerine bina etmekten çok, insan eylemlerinin değişen niteliklerine bakmak ve ahlaki sorumluluğu bu açıdan yeniden tanımlamaktır. Ancak bu eylemlerin gerçek boyutu ve etkilerini anlamada çevrebilim yine de bize yardımcı olabilir.
Eylemlerimize baktığımızda bu hem geleneksel ahlak anlayışını anlamamıza ve hem de onu tamamlayan veya geliştiren alternatif kuramları geliştirmemizde bize ardıma olabilir. Jonas, daha öncede işaret edildiği gibi, geleneksel ahlak öğretilerinin insanın, belli bir zaman ve mekan içinde maydana gelen ve sınırları belirlenebilen eylemlerini esas olarak aldıklarını, iyi ve kötüyü buna göre tanımladıklarını ifade eder. Zira insan eylemleri, doğaları gereği, ne diğer canlı türlerini yok etmek, ne de doğal dengenin düzenini toptan tehdit gibi sonuçları içermiyordu. Niteliği ve gücü gereği böyle bir potansiyeli de yoktu. Ancak zamanla, değişen bilim anlayışı (Bacon), gelişen mekanik yeni dünya görüşü (Descartes ve Newton), ilerlemeci uygarlık anlayışı (aydınlanma) ve insanın elinde bir güç olarak biriken kümülatif bilgi ve teknolojiyle birleşince, insanın eylemleri klasik sınırlarını yıkarak, çok büyük boyutlar kazanmıştır. Çevre sorunları olarak karşımıza çıkan sorunların çoğunun bu gücün şöyle veya böyle kullanılması ve doğadaki sınırların aşılmasından başka birşey değildir.
İnsan (sanayileşmiş ve gelişmiş ülkelerin insanı dense daha doğru olur) sahip olduğu bilgi ve teknolojik güçle tüm ekosistemdeki dengeleri değiştirebilecek bir güce erişmiştir. İşte bu bağlamda' insanın eylemlerinin sınırını ve sorumluluklarını yeniden belirlemek, iyiyi ve kötüyü yeniden tanımlamak gerekmektedir. Modern insan eylemleriyle ve seçtiği yaşam biçimiyle şu zaman diliminde bulunan insanlara bir zarar vermese de, gelecek nesiller için aynısı söz konusu olmamaktadır. Şu andaki yaşam tarzımızın bir sonucu olarak doğal dengenin gittikçe bozulması ve canlı türlerin yok olması bunu açıkça göstermektedir.
Öyle ise, insanın eylemlerinin ahlaki boyutları üzerinde yeniden düşünmek, iyi ve kötüyü ona göre yeniden belirlemek gerekmektedir. Böylece insan, eylemlerinin sonuçlarının sorumluluğunu duyacak, doğal dengeye, doğadaki diğer canlılara ve gelecek nesillere karşı daha sorumlu bir tavır takınacaktır.
Ahlak felsefesinin yapacağı katkı ise, eylemlerimizin ahlaki boyutlarını yeniden tartışarak ve eleştirerek kendimiz için daha iyi kararlar vermeyi sağlaması olarak görülebilir. Schumacher'in dediği gibi, dünyamızı, ekosistemi ve gelecek nesilleri tehdit eden çevre sorunları karşısında duyarlı ve "gerçekten ne yapabilirim?" diye soran birisine "kendi içimize bir çeki düzen vermeye çalışarak" cevabıyla çevre ahlakı yardımcı olabilir. Böylece, kendi dışımızdaki varlıklara ve tüm aleme karşı daha sağlıklı ve dengeli bir yaşam tarzı geliştirebiliriz. Dünyanın geleceği de böyle bir ahlak geliştirip gelişticemiyeceğimize bağlı görünmektedir.
Ahlak'ın gelişimine baktığımızda bunu açıkça görmek mümkündür. Zira geleneksel ahlak kuramlarında temel sorun:
a. insan-insan.
b. insan-toplum ilişkileri'dir.
Bu ilişkilerin insanın mutluluğunu (egoist) veya toplumun mutluluğunu (faydacı) sağlayacak şekilde temellendirildiği görülmektedir. Bunun istisnası ise deontolojik ahlak kuramlarıdır. Bu kuramlarda insanın doğa ve doğadaki varlıklara karşı sorumluluğundan bahsedilmemekte veya herhangi bir sorumluluğu olmadığı, doğayı ve doğadaki varlıkları istediği gibi kullanabileceği ve mutluluğunu arttırmak için bunlardan yararlanabileceği vurgulanmaktadır.
Bu açıdan ahlakın bir bilim olarak ilk defa ortaya çıktığı kabul edilen antik Yunan'a bakıldığında durum şöyledir: Aristo'ya göre hayvanların değeri, sadece insanın menfaatlerine hizmet etmektir. Aristo'nun bu tanımı çok önemlidir. Zira onun insan ve hayvanların moral statüsüyle ilgili bu görüşleri kendisinden öncekilerle aynı doğrultuda olduğu gibi, kendinden sonraki dönemler için de belirleyici ve çok etkili olmuştur. Aristocu bilim iki bin yıl kadar bilim dünyasında etkili olmuştur. Onun siyasi etkileri de hakeza. Örneğin, Aristo'nun daha aşağıdaki
insanların, üsttekilere hizmet etmeyle (kölelik) ilgili fikirlerini bugün kabul etmezken, insanlar dışındaki varlıklara karşı fikirlerini hâlâ paylaşmaya devam ediyoruz.
Stoacılar bile, diğer fikirlerinde Plato ve Aristo'ya muhalefet ederken hayvanların ahlaki alanın dışında bırakılmasında onlardan daha kararlı görünmektedirler. Klasik Yunan'da hayvanlara karşı daha merhametli davranan ve onları ahlaki alanın içine alan iki düşünür Epikür ve Plutach'tır. Bunlara göre hayvanlar bizim gibi akıl sahibi olmasalar da, kendilerine ait bir dünyaları vardır. Bu nedenle sadece bizim çıkarımız ve kullanmamız için yaratılmamışlardır.
Özellikle Plutach hiç et yemez ve hayvanlara karşı da çok iyi davranırdı. Ancak batı dünyasında hala hakim olan anlayış bilindiği gibi Platon ve Aristo çizgisinin görüşleridir. Epikürcü ekolun görüşleri ancak 19- yüzyılda tekrar taraftar bulurken, insanı en üstün varlık olarak gören ve ahlaki olanı ona münhasır kılan, insan dışında kalan herşeyin sadece insanın çıkarı için olduğu, başka bir değeri olmadığını ileri süren görüş klasik çağdan sonrada batı düşünce geleneğinde hakim tek görüş olmuştur. Hristiyanlık, insanın Tann'nın bizzat kendi imgesinden yaratıldığını vurgulayarak, ahlakın temel hedefinin insan olduğunu, başka bir şey olmadığı görüşünü iyice pekiştirmiştir. Kısaca gerek klasik Yunan ve gerekse Hristiyan anlayışının temel varsayımı insanın doğaya hakim olması ve onu kendine boyun eğdirmesitdir.
Geleneksel ahlakın bu niteliği bugün bütün çevre filozofları tarafından vurgulanmakta ve eleştirilmektedir. Ancak buna ilk defa dikkat çeken, ahlakın gelişmeci niteliğini vurgulayarak artık yeni bir adım atarak insan-doğa arasındaki ilişkileri de ahlaki bir boyuta oturtmanın gerektiğini ilk söyleyenlerden biri Aldo Leopold'dur. Leopold'a göre ahlakın gelişimi şu sırayı takip etmiştir:
1. Ahlak öncelikle insanlar arasındaki ilişkileri konu edinmiştir.
2. Daha sonra ise, insan ve toplum arasındaki ilişkileri temellendirmiş.
3. Son adım ise, Leopold'ın land ethic dediği, "toprağı, havayı, suyu, bitkileri ve hayvanları" ahlakın sınırları içine almasıdır. Yani insan-doğa ilişkilerini yeni bir ahlaki temele oturtmaktır."
Böylece ahlakın insan-doğa ilişkilerinde, doğanın fethedilmesi ve ele geçirilmesiyle ilgili sağladığı meşrulaştırma, yerini doğa ve doğadaki herşeyle beraber yaşama ve onların yaşamına saygı gibi yeni bir ahlaki görüşe bırakmaktadır. Aslında geleneksel ahlak kuramlarının temel niteliklerine baktığımızda Leopold'un eleştirilerinde haksız olmadığı görülür. Geleneksel ahlakın özellikleri şöyle özetlenebilir:
-İnsan dışındaki varlıklarla ilgili eylemleriniz, ahlaki bakımdan bir öneme sahip değildir (bu eylemlerimizden dolayı sorumlu tutulamayız.)
-Ahlaki bakımdan önemli olan doğrudan insanın-insanla veya bizzat insanın kendisiyle ilgili eylemleriyle ilgilidir. Bundan dolayı tüm geleneksel ahlak teorileri insan merkezlidir (antropocentric).
-Doğayla ilişkilerinde sadece "insan" ve onun temel durumu esas olarak alınmakta ve techne'yi yeniden şekillendiren özne olarak ele alınmamaktadır.
- İyi ve kötüyle ilgili eylemler sadece eyleme yakın alanla ilgili olup, gelecek durumlarla ilgili değildir. Eylemin amaçları zaman ve mekanla sınırlandırılmaktadır. Eylemin etki alanı dar ve küçük, zamanı ise görülebilen zaman dilimi ve ulaşılan amaç olmakta, sorumluluk alanı da dardır.
Bütün bunların bir sonucu olarak ahlak "şimdi ve burada" olan durumlar için ve insan-merkezli olarak anlaşılmıştır. Görüldüğü gibi, insan dışındaki varlıklar ve gelecek nesillere karşı sorumlu olup olmadığı (eylemlerimizin şu anda olmasa bile ekosistemi tahrip edici etkileri) gibi konular geleneksel ahlak kuramları için bir sorun oluşturmamaktadır. Geleneksel ahlak kuramlarının birbiriyle bağımlı şu ortak noktalan içerdikleri unutulmamalıdır.
a- İnsanın kendi doğası ve şeylerin doğası tarafından belirlenen durumu bir seferde ve her zaman için aynı kalacak biçimde verilmiştir.
b- Bu temel üzerinde insan için iyi olan belirlenebilir.
c- İnsan eylemlerinin sınırının ve bunun sonucunda meydana gelen sorumluluğunun dar bir çerçeve ile sınırlandırılması.
Ancak bu varsayımlar, eylemlerimiz söz konusu olduğunda, daha öncede işaret edildiği gibi, eylemlerimizin doğasını ve içerdiği sonuçları yansıtmamaktadır. Jonas'ın ifadesiyle:
"Belli güçlerimizin gelişmesiyle, İnsan eyleminin doğası da değişmiştir. Ahlak insan eylemiyle ilgilendiğinden, insan eylemlerinin doğasındaki bu gelişme, ahlakta da bir değişmeyi gerekli kılar."
Çevre Ahlakı
Bütün yukarıda işaret edilen hususlardan dolayı, insan eylemlerinin değişen doğasını da gözönüne alan yeni bir ahlak anlayışına ihtiyaç olduğu tam bir tanımı da yapılamamaktadır. Ancak bu konuda iki görüş üzerinde duracağız: Birincisi, özellikle Frankena tarafından savunulan görüştür. Buna göre, yeni bir çevre ahlakı icad etmeye gerek yoktur. Geleneksel ahlak anlayışlarımızı gözden geçirir ve onların gerektirdiği şekilde yaşamımızı düzenlersek, çevre koruma için yeni bir ahlak icad etmeye gerek kalmayacaktır. Ahlaki görüşlerimizi yeniden düşünür ve toplum için en büyük faydayı (gelecek nesilleri de düşünerek) hedeflersek, insanın dışındaki yarlıklara karşı daha korumacı bir tavır geliştirebiliriz.
Bununla beraber, birçok yazar insan-merkezci olmayan yeni bir çevre ahlakından bahsetmekte ve bunun temel niteliklerini de şöyle sıralamaktadır:
a. Çevre ahlakı insanın dışında da varlıklar olduğunu ve bunların insan için sağladığı çıkar ve menfaatler sözkonusu olmadan, sadece ekosistemde birer varlık oldukları için ahlaki bakımdan önemli olduklarını kabul etmelidir.
b. Bu kabul etme bilinçli varlıkların yanında bazı bilinci olmayan varlıkların da ahlaki bakımdan önemli olduklarını içermelidir. Ancak B. Callicott'un çevre ahlakıyla ilgili ileri sürdükleri ise şöyle:
1. İnsan-merkezci olmaynan bir değer kuramı geliştirmelidir.
2. Yabancıl ve evcil organizma ve türler için, insanlar sözkonusu olmadan özsel değer (intrinsic value) sağlamalıdır.
3. Kavramsal olarak modern evrimci ve ekolojik biyoloji ile uyum içinde olmalıdır.
4. Yine şu andaki ekosistem, onu meydana getiren parçalar, onu tamamlayan türler için özsel değer sağlamalıdır.
Çevre ahlakçılarının vurguladıklarından anlaşıldığı gibi, çevre ahlakını temellendirmede esas rolü çevrebilim oynamaktadır. Tabii bu da beraberinde birçok sorunu getirmektedir. Burada bunun üzerinde durmaktan ziyade, başka bir noktaya dikkat çekmek daha yararlı olacaktır. Bu da, çevre ahlakını çevre bilimi üzerine bina etmekten çok, insan eylemlerinin değişen niteliklerine bakmak ve ahlaki sorumluluğu bu açıdan yeniden tanımlamaktır. Ancak bu eylemlerin gerçek boyutu ve etkilerini anlamada çevrebilim yine de bize yardımcı olabilir.
Eylemlerimize baktığımızda bu hem geleneksel ahlak anlayışını anlamamıza ve hem de onu tamamlayan veya geliştiren alternatif kuramları geliştirmemizde bize ardıma olabilir. Jonas, daha öncede işaret edildiği gibi, geleneksel ahlak öğretilerinin insanın, belli bir zaman ve mekan içinde maydana gelen ve sınırları belirlenebilen eylemlerini esas olarak aldıklarını, iyi ve kötüyü buna göre tanımladıklarını ifade eder. Zira insan eylemleri, doğaları gereği, ne diğer canlı türlerini yok etmek, ne de doğal dengenin düzenini toptan tehdit gibi sonuçları içermiyordu. Niteliği ve gücü gereği böyle bir potansiyeli de yoktu. Ancak zamanla, değişen bilim anlayışı (Bacon), gelişen mekanik yeni dünya görüşü (Descartes ve Newton), ilerlemeci uygarlık anlayışı (aydınlanma) ve insanın elinde bir güç olarak biriken kümülatif bilgi ve teknolojiyle birleşince, insanın eylemleri klasik sınırlarını yıkarak, çok büyük boyutlar kazanmıştır. Çevre sorunları olarak karşımıza çıkan sorunların çoğunun bu gücün şöyle veya böyle kullanılması ve doğadaki sınırların aşılmasından başka birşey değildir.
İnsan (sanayileşmiş ve gelişmiş ülkelerin insanı dense daha doğru olur) sahip olduğu bilgi ve teknolojik güçle tüm ekosistemdeki dengeleri değiştirebilecek bir güce erişmiştir. İşte bu bağlamda' insanın eylemlerinin sınırını ve sorumluluklarını yeniden belirlemek, iyiyi ve kötüyü yeniden tanımlamak gerekmektedir. Modern insan eylemleriyle ve seçtiği yaşam biçimiyle şu zaman diliminde bulunan insanlara bir zarar vermese de, gelecek nesiller için aynısı söz konusu olmamaktadır. Şu andaki yaşam tarzımızın bir sonucu olarak doğal dengenin gittikçe bozulması ve canlı türlerin yok olması bunu açıkça göstermektedir.
Öyle ise, insanın eylemlerinin ahlaki boyutları üzerinde yeniden düşünmek, iyi ve kötüyü ona göre yeniden belirlemek gerekmektedir. Böylece insan, eylemlerinin sonuçlarının sorumluluğunu duyacak, doğal dengeye, doğadaki diğer canlılara ve gelecek nesillere karşı daha sorumlu bir tavır takınacaktır.
Ahlak felsefesinin yapacağı katkı ise, eylemlerimizin ahlaki boyutlarını yeniden tartışarak ve eleştirerek kendimiz için daha iyi kararlar vermeyi sağlaması olarak görülebilir. Schumacher'in dediği gibi, dünyamızı, ekosistemi ve gelecek nesilleri tehdit eden çevre sorunları karşısında duyarlı ve "gerçekten ne yapabilirim?" diye soran birisine "kendi içimize bir çeki düzen vermeye çalışarak" cevabıyla çevre ahlakı yardımcı olabilir. Böylece, kendi dışımızdaki varlıklara ve tüm aleme karşı daha sağlıklı ve dengeli bir yaşam tarzı geliştirebiliriz. Dünyanın geleceği de böyle bir ahlak geliştirip gelişticemiyeceğimize bağlı görünmektedir.