TÜRK POSTMODERNIZMI (...devam )
|
Cumhuriyet ideolojisi, "Hayatta en hakiki mürşidin ilim ve fen" olduğu biçiminde bir pozitivist fikri, yönlendirici ide olarak benimsemekle Türk modernizmİ, siyasal iktidan ele geçirir ve o, artık hiçbir legal rakip tanımaz. Ona göre, Tanzimat'ın başarısızlığı alınan "yarım tedbirier"de idi. Şimdi yapılacak olan şey, Atatürk inkılâplarını "topyekûn" olarak anlamak ve tümüyle batı medeniyetine dahil olmaktır. Böylece yapılan doğu-batı karşılaştırılmasında doğu, içki içmekten Tann'ya ibadet etmeye dek yaşamın her alanında batı karşısında aşağı bir konumda görüldü . Kuşkusuz, batıcılık, daha esnek biçimlerde de kendini göstermiştir.
Cumhuriyet pozitivizminin başlıca iki yanılgısı oldu. Birine yukarıda değinmiştik: O, batıyı Aydınlanma'dan ibaret sandı. Oysa "modern" batı düşüncesi, kendi mistik-metafizik öğelerini, Hıristiyani motiflerini oldum olası içinde taşıdı. Bu, Descartes'da da böyleydi, Hegel'de, hatta günümüzün "pozitivist" Wittgenstein'inda da. O kadar ki, Wittgenstein, Birinci Dünya Savaşl'nda, "pozitivizmin amentüsü" sayılan ünlü "Tractatusu"nu yazarken Tolstoy'un "İncil'in Kısa Tasviri" adlı kitabını elinden düşürmüyordu . Ama bizde Tasavvufla bile ilgi kurmak, daima reaksiyoner bir tavır olarak görülmüştür. İkinci yanılgı daha da tehlikelidir: Sanıldı ki, binlerce yıllık tarihi, gelenekleri, dinsel ve dünyasal tasavvurları ve inançları olan bir "ulus, bir halk, bir hafıza yitimine uğratılarak, "topyekûn" başka bir uygarlığın içine sokulabilir. Bu yöndeki çabalar, bugün çekilen pek çok sıkıntının da nedenidir.
Aydınlarımız, gelenek sorunu karşısında iki ayn tavır içinde oldu: Ya kendi geleneklerine sahip çıkma ve onları yeniden canlandırma ya da hem batılının hem atalarının geleneklerinden farklı ne batılı ne yerli bir karma tür, "gelenek" edinme. (Doğrusu, ortada başka bir seçenek de yoktu. Çünkü "topyekûncu" tavır, gelenek karşısında inkarcı olmak durumundaydı. O bu inkârı daha çoğu sessizce yapıyordu). Birinci tavır, kuramsal arka-plandan yoksundu. İkincisinin böyle bir eksiği yoktu ama bir türlü parçalar, "hemahenk" birleşmiyordu. Ve bu "parçalanma" içindeki aydın, entellektüel bir şizofreni ile karşı karşıya kaldı. Yukarıda söylediğimiz gibi tam bu sırada "postmodern" yetişti(!).
Aslında postmodern bize hiç yabancı değildir. Bizim ilk postmodemimiz Nasreddin Hoca'dir. Birbirinden davacı olan iki kişiye de "haklısın" diyen ve buna karşı çıkan karısına da hak veren Hoca'nın bu söylemi, yukarıda açıklanan postmodern belirti "Her şey gider!" ve Nietzche'nin "Her şeye izin vardır." sözüne tıpatıp uyar. Çiğ köfte ile viski de öyle. Bir kez meşruluk sorgulanırsa, yanyana gelemeyecek iki şey bulmak olanaksız olur. Yıllar yılı almaya çalıştığımız batılı ussallığın cenderesi, en batılı aydınlarımızı bile rahatsız etmiştir. Şimdi postmodern, kendimizi rahata bırakarak, buna rağmen bizi batılı kılmada işimize yaradı. Yıllardır Atatürk'çülüğü eleştiriyor diye birileri "gerici" olmuşken, şimdi "ikinci cumhuriyetçiler" aynı şeyi yaparken "ilerici" hatta "devrimci" olabiliyor. Postmodern, galiba bizde ençok "sağcı", "dinci", "tutucu", "gerici" denen tutumlara yaradı (?). Yukarıda Habermas'ın anılan eleştirisiyle belirtildiği gibi postmodern, bilimden boşalttığı meydanı geleneğe peşkeş çektiği için batıda tutuculukla suçlanır. Aynı suçlama, kendi tarzımızda bizde de var: Laik-Atatürkçü-feminist bir felsefecimiz, "türban"a batılı, postmodern hoşgörüyle bakan başka "tür"(?) bir feminist aydınımızı eleştirirken, "modern mahremden modern hareme" sloganını kullanır .
80' sonrasında ülkemizde "Özal Dönemi" denen siyasal iktidarın ekonomik-sosyal etkinliklerine, aydınlarımız postmodern yorumlar getiriyor. Bir emekli felsefe profesörümüz, başlıca olarak "usçuluğun yapı-bozumu" diye nitelendirdiği postmoderni ve onun usçu değerlere yaptığı tahribatı eleştirirken, "Akılcılığın dekonstrüksiyonu', (...) toplum yaşamında da etkisini gösterir, özellikle de 'akılcı devlet'in kurum ve yapılarının 'özelleştirilmesi ve bireyselleştirilmesi' eğiliminde." diyerek, KiT'lerin özelleştirilmesine gönderme yapar . Postmoderne yakınlığı bilinen hem de sorunun ayrıntılarına vakıf bir başka felsefecimiz, adı geçen dönemde ülkemizde iletişim alanındaki gelişmeleri postmodernle ilgi içinde görür ve bu nedenle bizi Rusya'nın önüne koyar: "... bu teknolojinin yaygınlığı, Türkiye'yi —örneğin elektronik telefon ağının fazla gelişmediği Rusya'ya göre— yalnız daha modem değil, ister istemez postmodern yapıyor" . Demek ki Özal, döşettiği telefon ağı sayesinde vaktiyle batılılaşmada Osmanlı'yı geride bırakmış olan Deli Petro'ya hem modemde fark attı hem de onun aya çıktığı halde postmodem olamayan torunlarına. Bu nasıl iştir? Van'ın ücra köyünde bir yurttaş, hastasına ilâç bulamıyor —"modern"in eksikliği— ama Almanya'daki akrabasına telefonla onu ısmarlıyor— "Postmodem". Ya da aynı kişi, TV'de reklâmını gördüğü bir deodoranı telefonla ısmarlar (Postmodem), varsın ama çocuğunun gideceği doğru dürüst bir okulu olmasın (modernin yokluğu). Doğrusu buna "postmodern" değil, olsa olsa POSTARABESK denir. Bu adlandırmamız, bizdeki postmodern tartışmaların arabesk sonrasına isabet etmiş olması olgusuna da uygun düşer.
Tanzimat'tan bu yana izlenen batıcılık, öze inmeyen taklitçilik nitelemesiyle başından beri hem batılılaşmaya karşı olan kesimlerden hem de "topyekûn" batılılaşmaktan yana olanlardan eleştiriler alıyordu. Sanırım artık bu eleştiriler de postmodem sayesinde geçersiz (?) olacaktır. Bunun için, gerçeğin yerine "sahte"yi, öyle yapmak yerine öyle yapar gibi davranmayı koyan, hatta hiçbir gerçeğin benzeri olmayan bir simulasyonu gerçeğin de üstüne oturtan Baudrillard postmodemi işe yarayabilir. Üstelik, onun bu simulasyon ve simulakr kavrayışı, bizim geleneksel edebiyatımızda kendi tarzımızda yüzyıllardır işleniyordu. Baudrillard, daha bugün "Biz her yerde artık gerçekliğin estetik halüsinasyonunda yaşıyoruz." derken ve bunu içinde yaşadığmız "hyper-gerçekliğin" simuler boyutu olarak belirlerken, biz zaten öteden beri simulakr, yani suret, yani "zıll-ı hayâl" olduğumuzu biliyorduk; örneğin şöyle söylerken: "Hayâl içre hayâldir görünen eşya." Karagöz perdesini, üstündeki gölgeleri bu dünyaya ve dünya içindeki bizlere teşbih eden çok sayıda gazelde dile gelen "hayal gölgesi" anlayışında, perdede görünen, onu perde arkasından oynatanın bir gölgesi, bir sureti değildir. Tersine tıpla postmodem simulakr'ın olduğa gibi suret, bizatihi surettir. O, hiçbir orijinalin kopyası değildir. Herbiri birbirinin kopyası olan, Heidegger'in "yansız" dediği "herkes" (das Man) 'in bir postmodern çevirisi olan simulakr, adı dışında bizim hiç yabancımız değildir. Tasavvufu dinsel öğelerinden soyutladığımızda geriye postmodern kalır. Yukarıdaki Japonya değerlendirmesi burada anımsanmalıdır. Japonların zaten "iç"leri olmadığı, tüm değerleri tamamen biçimsel olduğu için, 300 yıllık batılılaşma sürecinde postmoderni somut olarak yaşadıkları söylenmişti. Oysa bizim içimiz vardı, "Avrupaca anlamda" "dinimiz", "ahlâkımız" ve 600 yıl üç kıtada hükmeden "politika"mız da vardı. Kısacası bizim "bozulacak yapı"mız vardı. Dolayısıyla biz eğer postmoderne "geçmişsek", bu Japonya'daki gibi değil, tersine batıdaki gibi modernden sonra bir geçiş olmalıdır. Varsın "modern"imiz batınınkiyle aynı olmasın; zaten "postmodern"imiz de aynı değil ki! (Yukarıdaki Van'lı yurttaş örneği anımsansın.) Bizim "modern"imizde "postmodern" Tasavvuf söylemleri ve hatta Nasreddin Hoca örneğinde olduğu gibi (Buna Deli Dumrul söylemini de ekleyebiliriz.) modern öncesinde postmodern söylemler görülmesi de Lyotard'ın "ön-gelecek paradoksu"na uygun düşer.
Postmodern, kendisinin tüm media kanallannca kullanılmasına elverişlidir. O, zaten medianın çocuğu olarak doğdu. Bazan örneğin Umberto Eco gibi tek bir kişi, bütün media kanallarını edebiyat, göstergebilim, tarih, felsefe, sinema, mimarlık alanlarında postmodern hesabına işgal edebiliyor. Fukuyama gibi bir bürokrat, sözümona "evrensel tarih felsefesi" ile tüm kültür dünyasında adından hararetle söz ettirebiliyor. Öte yandan, postmoderne kayıtsız kalmak da olacak şey değildir. Anlaşılan bu tartışma daha süreceğe benzer. Ne zamana dek? —Mannheim anlamında, yeni bir sosyal alan oluşana değin.
Ama şu da bir gerçek: İnsanlık, oldum olası ister dinsel, ister değil hep vaatlerin peşinde koştu. Dinsel olanların ötekiler karşısında bir avantajı var: Onların vaatlerinin ne zaman çıkacakları diye bir sorun yoktur. Ama berikler öyle değil. Onlar, bu dünyaya ilişkin konuşur. Aydınlanma erginliği, Fransız Devrimi özgürlüğü, kapitalizm zenginliği, marksizm kurtuluşu hep bu dünya için vaat etmişti. Ama insanlık 200 yıldan fazladır kendisine vaat edilen bu "cennet'lerin hiçbirine giremedi. Günümüzde postmodern, umut yorgunu insanlığın artık hiçbir beklentiye kapılmak istemeyişinin bir tepkisidir. Ne var ki bu "tepki", "reaksiyoner" ("gerici") ideolojinin teslimiyetçiliğini, gerçek ilâcın bulunmadığı yerde "yalancı ilâç" olarak sunmaktadır. Yine de ondan alınacak dersler vardır. Sanırım bunların başında, "dediğim dedikçi" ideolojilere karşın, onun hoşgörür çoğulculuğu gelir. Postmodern çoğulculuk, bilimin sınırlarını bilmeyi, bilimle birlikte bilim dışı söylemlerin de yaşamdaki önemini reddetmemeyi bize öğretir.
Cumhuriyet pozitivizminin başlıca iki yanılgısı oldu. Birine yukarıda değinmiştik: O, batıyı Aydınlanma'dan ibaret sandı. Oysa "modern" batı düşüncesi, kendi mistik-metafizik öğelerini, Hıristiyani motiflerini oldum olası içinde taşıdı. Bu, Descartes'da da böyleydi, Hegel'de, hatta günümüzün "pozitivist" Wittgenstein'inda da. O kadar ki, Wittgenstein, Birinci Dünya Savaşl'nda, "pozitivizmin amentüsü" sayılan ünlü "Tractatusu"nu yazarken Tolstoy'un "İncil'in Kısa Tasviri" adlı kitabını elinden düşürmüyordu . Ama bizde Tasavvufla bile ilgi kurmak, daima reaksiyoner bir tavır olarak görülmüştür. İkinci yanılgı daha da tehlikelidir: Sanıldı ki, binlerce yıllık tarihi, gelenekleri, dinsel ve dünyasal tasavvurları ve inançları olan bir "ulus, bir halk, bir hafıza yitimine uğratılarak, "topyekûn" başka bir uygarlığın içine sokulabilir. Bu yöndeki çabalar, bugün çekilen pek çok sıkıntının da nedenidir.
Aydınlarımız, gelenek sorunu karşısında iki ayn tavır içinde oldu: Ya kendi geleneklerine sahip çıkma ve onları yeniden canlandırma ya da hem batılının hem atalarının geleneklerinden farklı ne batılı ne yerli bir karma tür, "gelenek" edinme. (Doğrusu, ortada başka bir seçenek de yoktu. Çünkü "topyekûncu" tavır, gelenek karşısında inkarcı olmak durumundaydı. O bu inkârı daha çoğu sessizce yapıyordu). Birinci tavır, kuramsal arka-plandan yoksundu. İkincisinin böyle bir eksiği yoktu ama bir türlü parçalar, "hemahenk" birleşmiyordu. Ve bu "parçalanma" içindeki aydın, entellektüel bir şizofreni ile karşı karşıya kaldı. Yukarıda söylediğimiz gibi tam bu sırada "postmodern" yetişti(!).
Aslında postmodern bize hiç yabancı değildir. Bizim ilk postmodemimiz Nasreddin Hoca'dir. Birbirinden davacı olan iki kişiye de "haklısın" diyen ve buna karşı çıkan karısına da hak veren Hoca'nın bu söylemi, yukarıda açıklanan postmodern belirti "Her şey gider!" ve Nietzche'nin "Her şeye izin vardır." sözüne tıpatıp uyar. Çiğ köfte ile viski de öyle. Bir kez meşruluk sorgulanırsa, yanyana gelemeyecek iki şey bulmak olanaksız olur. Yıllar yılı almaya çalıştığımız batılı ussallığın cenderesi, en batılı aydınlarımızı bile rahatsız etmiştir. Şimdi postmodern, kendimizi rahata bırakarak, buna rağmen bizi batılı kılmada işimize yaradı. Yıllardır Atatürk'çülüğü eleştiriyor diye birileri "gerici" olmuşken, şimdi "ikinci cumhuriyetçiler" aynı şeyi yaparken "ilerici" hatta "devrimci" olabiliyor. Postmodern, galiba bizde ençok "sağcı", "dinci", "tutucu", "gerici" denen tutumlara yaradı (?). Yukarıda Habermas'ın anılan eleştirisiyle belirtildiği gibi postmodern, bilimden boşalttığı meydanı geleneğe peşkeş çektiği için batıda tutuculukla suçlanır. Aynı suçlama, kendi tarzımızda bizde de var: Laik-Atatürkçü-feminist bir felsefecimiz, "türban"a batılı, postmodern hoşgörüyle bakan başka "tür"(?) bir feminist aydınımızı eleştirirken, "modern mahremden modern hareme" sloganını kullanır .
80' sonrasında ülkemizde "Özal Dönemi" denen siyasal iktidarın ekonomik-sosyal etkinliklerine, aydınlarımız postmodern yorumlar getiriyor. Bir emekli felsefe profesörümüz, başlıca olarak "usçuluğun yapı-bozumu" diye nitelendirdiği postmoderni ve onun usçu değerlere yaptığı tahribatı eleştirirken, "Akılcılığın dekonstrüksiyonu', (...) toplum yaşamında da etkisini gösterir, özellikle de 'akılcı devlet'in kurum ve yapılarının 'özelleştirilmesi ve bireyselleştirilmesi' eğiliminde." diyerek, KiT'lerin özelleştirilmesine gönderme yapar . Postmoderne yakınlığı bilinen hem de sorunun ayrıntılarına vakıf bir başka felsefecimiz, adı geçen dönemde ülkemizde iletişim alanındaki gelişmeleri postmodernle ilgi içinde görür ve bu nedenle bizi Rusya'nın önüne koyar: "... bu teknolojinin yaygınlığı, Türkiye'yi —örneğin elektronik telefon ağının fazla gelişmediği Rusya'ya göre— yalnız daha modem değil, ister istemez postmodern yapıyor" . Demek ki Özal, döşettiği telefon ağı sayesinde vaktiyle batılılaşmada Osmanlı'yı geride bırakmış olan Deli Petro'ya hem modemde fark attı hem de onun aya çıktığı halde postmodem olamayan torunlarına. Bu nasıl iştir? Van'ın ücra köyünde bir yurttaş, hastasına ilâç bulamıyor —"modern"in eksikliği— ama Almanya'daki akrabasına telefonla onu ısmarlıyor— "Postmodem". Ya da aynı kişi, TV'de reklâmını gördüğü bir deodoranı telefonla ısmarlar (Postmodem), varsın ama çocuğunun gideceği doğru dürüst bir okulu olmasın (modernin yokluğu). Doğrusu buna "postmodern" değil, olsa olsa POSTARABESK denir. Bu adlandırmamız, bizdeki postmodern tartışmaların arabesk sonrasına isabet etmiş olması olgusuna da uygun düşer.
Tanzimat'tan bu yana izlenen batıcılık, öze inmeyen taklitçilik nitelemesiyle başından beri hem batılılaşmaya karşı olan kesimlerden hem de "topyekûn" batılılaşmaktan yana olanlardan eleştiriler alıyordu. Sanırım artık bu eleştiriler de postmodem sayesinde geçersiz (?) olacaktır. Bunun için, gerçeğin yerine "sahte"yi, öyle yapmak yerine öyle yapar gibi davranmayı koyan, hatta hiçbir gerçeğin benzeri olmayan bir simulasyonu gerçeğin de üstüne oturtan Baudrillard postmodemi işe yarayabilir. Üstelik, onun bu simulasyon ve simulakr kavrayışı, bizim geleneksel edebiyatımızda kendi tarzımızda yüzyıllardır işleniyordu. Baudrillard, daha bugün "Biz her yerde artık gerçekliğin estetik halüsinasyonunda yaşıyoruz." derken ve bunu içinde yaşadığmız "hyper-gerçekliğin" simuler boyutu olarak belirlerken, biz zaten öteden beri simulakr, yani suret, yani "zıll-ı hayâl" olduğumuzu biliyorduk; örneğin şöyle söylerken: "Hayâl içre hayâldir görünen eşya." Karagöz perdesini, üstündeki gölgeleri bu dünyaya ve dünya içindeki bizlere teşbih eden çok sayıda gazelde dile gelen "hayal gölgesi" anlayışında, perdede görünen, onu perde arkasından oynatanın bir gölgesi, bir sureti değildir. Tersine tıpla postmodem simulakr'ın olduğa gibi suret, bizatihi surettir. O, hiçbir orijinalin kopyası değildir. Herbiri birbirinin kopyası olan, Heidegger'in "yansız" dediği "herkes" (das Man) 'in bir postmodern çevirisi olan simulakr, adı dışında bizim hiç yabancımız değildir. Tasavvufu dinsel öğelerinden soyutladığımızda geriye postmodern kalır. Yukarıdaki Japonya değerlendirmesi burada anımsanmalıdır. Japonların zaten "iç"leri olmadığı, tüm değerleri tamamen biçimsel olduğu için, 300 yıllık batılılaşma sürecinde postmoderni somut olarak yaşadıkları söylenmişti. Oysa bizim içimiz vardı, "Avrupaca anlamda" "dinimiz", "ahlâkımız" ve 600 yıl üç kıtada hükmeden "politika"mız da vardı. Kısacası bizim "bozulacak yapı"mız vardı. Dolayısıyla biz eğer postmoderne "geçmişsek", bu Japonya'daki gibi değil, tersine batıdaki gibi modernden sonra bir geçiş olmalıdır. Varsın "modern"imiz batınınkiyle aynı olmasın; zaten "postmodern"imiz de aynı değil ki! (Yukarıdaki Van'lı yurttaş örneği anımsansın.) Bizim "modern"imizde "postmodern" Tasavvuf söylemleri ve hatta Nasreddin Hoca örneğinde olduğu gibi (Buna Deli Dumrul söylemini de ekleyebiliriz.) modern öncesinde postmodern söylemler görülmesi de Lyotard'ın "ön-gelecek paradoksu"na uygun düşer.
Postmodern, kendisinin tüm media kanallannca kullanılmasına elverişlidir. O, zaten medianın çocuğu olarak doğdu. Bazan örneğin Umberto Eco gibi tek bir kişi, bütün media kanallarını edebiyat, göstergebilim, tarih, felsefe, sinema, mimarlık alanlarında postmodern hesabına işgal edebiliyor. Fukuyama gibi bir bürokrat, sözümona "evrensel tarih felsefesi" ile tüm kültür dünyasında adından hararetle söz ettirebiliyor. Öte yandan, postmoderne kayıtsız kalmak da olacak şey değildir. Anlaşılan bu tartışma daha süreceğe benzer. Ne zamana dek? —Mannheim anlamında, yeni bir sosyal alan oluşana değin.
Ama şu da bir gerçek: İnsanlık, oldum olası ister dinsel, ister değil hep vaatlerin peşinde koştu. Dinsel olanların ötekiler karşısında bir avantajı var: Onların vaatlerinin ne zaman çıkacakları diye bir sorun yoktur. Ama berikler öyle değil. Onlar, bu dünyaya ilişkin konuşur. Aydınlanma erginliği, Fransız Devrimi özgürlüğü, kapitalizm zenginliği, marksizm kurtuluşu hep bu dünya için vaat etmişti. Ama insanlık 200 yıldan fazladır kendisine vaat edilen bu "cennet'lerin hiçbirine giremedi. Günümüzde postmodern, umut yorgunu insanlığın artık hiçbir beklentiye kapılmak istemeyişinin bir tepkisidir. Ne var ki bu "tepki", "reaksiyoner" ("gerici") ideolojinin teslimiyetçiliğini, gerçek ilâcın bulunmadığı yerde "yalancı ilâç" olarak sunmaktadır. Yine de ondan alınacak dersler vardır. Sanırım bunların başında, "dediğim dedikçi" ideolojilere karşın, onun hoşgörür çoğulculuğu gelir. Postmodern çoğulculuk, bilimin sınırlarını bilmeyi, bilimle birlikte bilim dışı söylemlerin de yaşamdaki önemini reddetmemeyi bize öğretir.
1 Yorum
postmodernizm hakkında ne düşünüyorsam tam da onu teyit eden bir makale okumuş oldum.postmodernizm denilince cips reklamlarındaki gereksiz ve boşvermiş gençler,saçmapan ilişkilendirmelerle (diş macunu kıvamındaki çorba) edebiyat ve sanat anlayışı,hayat boş gönlünce coş lafazanlıkları vs...vs... aklıma geliyor. eğer gidişat buysa gerçekten de insanlık aydınlanma çağından bu yana bir arpa boyu bile yol alamamış gibi geliyor bana.