FELSEFÎ AÇIDAN M. ALÎ AYNÎ'DE FELSEFE VE TASAVVUFA BİR BAKIŞ
|
Müslim AKDEMİR
Felsefe ve tasavvuf kavranılan arasında ilişki kurmak tabiî olarak bir takım yanlış anlaşılmalara ve itirazlara zemin hazırlayabilir. Çünkü felsefenin ve tasavvufun ne olduğuna ilişkin sorulara doyurucu cevaplar bulmak zordur. Kaldı ki her felsefe sisteminin hatta bir tek sistem içinde ele aldığımız her filozofun farklı bir felsefe anlayışı vardır. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda kaynağını, ilâhi bilgiden aldığını ileri süren tasavvuf ile akıl ve akıl yürütme yoluyla düşünme gayreti olarak değerlendirilen felsefenin çıkış noktalarındaki farklılık hemen dikkati çeker. Biri ilâhi kökenli olduğu iddiasında iken, diğeri insanî sınırlar ve imkânlar çerçevesinde değerlendirilir. Ancak bu farklılıklara rağmen, şuna inanıyoruz ki, insanı bir bütün olarak düşündüğümüz zaman onun, kâinatı, kendisini ve Allahı tanımak için ortaya koyduğu bilgi de bir bütündür. Yanî iman ve akıl sahasının oluşturduğu bilgi alanı onda bir birliği ifade eder. İşte bu birlik içerisinde birbirini tamamlayan farklı unsurlar arasında bağlantının kurulmaya çalışılması felsefe ve tasavvuf ilişkisini de gündeme getirir . Bu noktadan hareketle M. Ali Aynî'nin felsefe ve tasavvufa bakışını değerlendirmeye çalışacağız. Amacımız; onun görüşlerine felsefi bakış getirmek, temel iddiaları hakkında rasyonal, objektif ve tutarlı bir tarzda düşünmek ve tartışmaktır.
M. Ali Aynî felsefeyi en genel anlamı ile ele alırken, söz konusu bilgi alanı için "... insan aklına taalluk eden ilmî meselelerin tetkikidir" der. Bu yaklaşımında O, felsefenin özünü her hangi bir bilgi alanına sahip olmakla sınırlandırmayıp, bilginin aranması temeline dayandırır. Yani felsefenin amaç kapsamını dar çerçeveye sıkıştırmaktan ziyade, onun faaliyet şeklini tasvirle verme çabasındadır, ona göre;
"...felsefe, insan şahsının cinsi, rengi ve akidesi ne olursa olsun taarruzdan mahsuniyetini ilân etmiş. Bir çok çeşitliliğe ve eşitsizliğe rağmen, insanlık mahiyetinin genelde birleştiğini keşfederek, hukukta eşitliği bu birliğe bina eylemişti. İnsan inkişaf etsin, fert ehil olduğu yüksekliğe ve saadete erişsin. İşte felsefe bunu temenni ediyor. Felsefe sosyal hayatı; duygu ve menfaatler arasında kardeşliği, mübalağa (abartı) ile destekler ve över. însan oğullarının kalplerinde hak fikrini idame eyler. Haksız farklar ve imtiyazlara karşıdır. Kendine mahsus silahlar yanî ilim ve irfan nurları yardımı ile insanlan hürriyete ve hukuk eşitliğine sevk eder ".
Bu tasvirle o, felsefeyi bütün insanları renk, dil, ırk ayrımı yapmadan mutluluğa götürme çabası olarak görür. Bu yorum Eflâtun'dan Farabî'ye kadar uzanan çizginin devamı gibidir. Aynînin bu tasvirinde dikkati çeken önemli bir nokta da insanları hürriyete ve hukuk eşitliğine götüren çabanın ilim ve irfan nurları yardımıyla olmasıdır, İlmi, O, insanın akıl ve tecrübe yoluyla fenomen alanındaki başarısı olarak görürken, irfanla manevi bütünlüğe ve irrasyonel alana yönelir. Böylece felsefeyi salt akıl ve akıl yürütme yolu olarak beşeri sınırlar içinde düşünme olayı olarak değil; sevgi, coşku ve vecd içinde hakikatle buluşma hali olarak da değerlendirmek istediğini vurgulamaya çalışır. O, felsefeyi küllî ve her türlü ilmi çalışmanın üstünde yer alan bir saha olarak kabul eder .
Aynî'de felsefe, insanı ve cemiyeti varlık fikrinin sağlayacağı bütünlük çerçevesinde ele alınırken; varlık, bilgi ve değerler gibi felsefenin temel problemleri de kendi iç gerekliliği ile değil, insan-varlık, insan-bilgi ve insan-değerler ilişkisine uygun olarak ortaya konulmaya çalışılır. Bu gayeye uygun olarak o, döneminde yapılan genel tasnife uyarak felsefeyi dört bölüme ayırır. Bu bölümlerden birincisi; psikolojidir ki, bu ilim insan ruhundan bahseder. İkincisi; mantıktır ki, söz konusu ilim, ilmin metodu ve yakîn'in şartlarım araşlmr. Üçüncüsü, metafiziktir ki, insan oluş ve Allah hakkındaki ulaşılan neticelerin bütününden bahseder. Dördüncüsü ahlâk ilmidir ki, bu ilim de bilgilerimizi eylemlerimize uygulamaktan ibarettir .
Aynî'nin felsefeye dair bu açıklamaları bize gösteriyor ki, o, salt felsefe yapma yerine pratik hayatta görmek istediklerini düşüncesinde yansıtmak arzusundadır. Onu bu tür izahlara sevk eden şey ise; tasavvufa olan bağlılığından kaynaklanmaktadır. Zira tasavvuf! yaşayış. Bir iman, edep ve aşk halidir. Bu nedenle onun, felsefe ve tasavvufa bakış açısını birbirinden tamamen ayrı olarak düşünmek mümkün değildir. Bu durum tasavvufa ait izahlarında da dikkatimizi çekmektedir. M. Ali Aynî İslâm tasavvufunun nasıl teşekkül ettiğini tayin edebilmek için, öncelikle tasavvufa meyli görülen şahsiyetlerin yaşam biçimlerini incelemeyi önemli bir keyfiyet saymıştır. O, tecrübi olan ve insanın iç yapısını araştıran tasavvufun tanım itibariyle hedefinin, bizzat hakikati diğer bir tabirle insanan iç yapısının mahiyetini ve gerçekliğini ortaya koymak olduğunu söyler. Bu gerçeği ise M. Ali Aynî, sufilerin işaret ve iması altında tamamen ruhani olan bu güzelliği aramada görür. Bunun için de tasavvuftaki gelişmenin şanım, tasavvufu öğrendiklerini iddia edenlerin geçirdikleri hayat ve bıraktıkları eserlerin ince ve derinden araştırılmasına bağlar .
Aynî, tasavvufun çeşitli tanımlarını yapar. Bu tanımlardan bazıları şunlardır:
"Tasavvuf Allah'ın ahlâkı ile ardaklanmaktır."
"Tasavvuf, hiçbir şeye sahip olmamak, hiçbir şey tarafından sahip olunmamaktır".
"Tasavvuf nefsi Allah'tan başka herşeyden muhafaza etmektir ve Allah'tan başka hiçbir şey yoktur ."
Bu izahatlarından da anlaşılacağı gibi, tasavvuf hayat tarzı olarak bir takım pratik değerler içermektedir. Aynî, tasavvufun kaynağını İslâm dinine bağlarken, bu gerçeği zahiri olarak Kur'an'dan çıkarmanın mümkün olamıyacağmı da vurgular. O, gerek Mekkî gerek Medenî bir takım surelerde mecazi manalara yönelmiş âyetlerin olduğunu belirtir. Müfessirlerin bir çoğunun âyetlerdeki kelimelere mecazi mana verdiğini söyleyerek, küçük düşünme ile bu âyetlerde irade sahibi olanların aklî olan ahlâki ve şer'î hükümlerin dışında, içkin olarak mananın bulunduğunu bileceklerini söyler . Böylece o, tasavvufta asıl müracat kaynağı ve değişmez ölçü olarak Kur'an'ın batınî yorumunu gösterir.
Aynînin tasavvufi düşüncede temele aldığı Kur'an'nın batınî yorumu bir tür akli çabadır. Çünkü burada salt kabullenmenin ötesine akıl gücü ile geçme hareketi vardır. Gerçi tasavvuf düşüncesinde işin başında da sonun da akılla pek fazla alışveriş yoktur. Ancak akıl gücünün imkânlarını kullanmak suretiyle tasavvufun ana iddialarının temellendirmesi bu iddiamızı doğrular. Nitekim M. Ali Aynînin tasavvuf anlayışı içinde temel aldığı İbn'ül Arabî, tasavvuf iç yaşayışa bu yolla ulaştığını iddia ettiği hakikatleri felsefî bir biçimde sistematize etmek ihtiyacını duymuştur. Böylece o, fikirlerini sistematik bir zemine oturtarak, farklı fikir hareketleri karşısında kendi yerini tayin yoluna gitmiştir.
M. Ali Aynî, felsefenin varlık-bilgi ve değerler gibi temel problemlerini îbn'ül Arabi'nin Vahdet-i Vücud anlayışını esas olarak izah etmeye çalışmıştır. Ona göre; îbn'ül Arabî meseleleri basit ve açık bir görüşle muhakeme etmiştir . Her ne kadar îbn'ül Arabi'ye bağlılığını dile getirmiş ise de o salt nakilcilikle yetinmeyip îbn'ül Arabi'nin görüşlerini esas almakla beraber; Heraklitos, Parmanides, Sokrates, Aristotales, Spinoza, Leibnitz, Descartes, Berkeley, Bergson gibi filozoflara da atıfta bulunarak îbn'ül Arabi'yi mukayese etmiştir. Böylece o, felsefeye yine felsefe diliyle söyleyecek olursak, kendi doğrularını ve değerlerini söyletmeye çalışmıştır.
Aynî, düşüncelerini belli bir gaye ve metod çerçevesinde ele almaya çaba sarfederken, kendi sahip olduğu medeniyeti ve dünya görüşünü, dünya medeniyetleri ve kültürlerinin temelindeki dünya görüşleri ile de mukayese ederek yerini tayin etmeye çaba sarfetmiştir.
M. Ali Aynî, akla ve duyulara bağlı olarak sadece dış dünyayı araştırma ve inceleme çabasını eksik bulurken, maddi bakış açısının insanı hataya düşüreceğini savunur. Çünkü o, düşünce gibi sınırlandınlamayan ilâhî bir kuvvetin varlığını ihmal etmenin insanı yerde sürünen solucandan farklı küamayacağını belirtir . Bu nedenle Aynî, insanın varlık alanını tabiatı icabı üç kısma ayırır. Birinci kısmı oluşturan beden, dış dünya ile doğrudan doğruya ilişki içindedir, ikinci kısımda ruh vardır. Ruhun fonksiyonu ise, herhangi bir objenin insanda meydana getirdiği izlenimleri muhafaza etmektir. Üçüncü kısımda ise, nefsi natıka vasıtasıyla bizzat eşya ile ilişkili unsurlar hakkında bilgi elde edilmiş olur . Aynî bu düşünceleri ile insanı bir bütün olarak kabul ederken, bu bütünlükte ulaşılacak son merhaleyi keşf ile ortaya koyar. Bu da ona göre, "gönül marifeti"nin bilgisidir. Gönül marifeti tasavvufî bilginin esasıdır. O, gayesi, Allah'ı bilmek olan gönül marifetinin insana kazandırdığı şeylerden biri olarak da nefsin temizlenmesini gösterir .
Aynî, "gönül marifeti" bilgisini Bergson'un "sezgi" bilgisine benzetirken, tasavvuf ve felsefenin hedeflerinin aynı olduğunu söylemeye çalışır. Bu açıklamadan Aynî'nin tasavvufa felsefî zeminde aklî ve tutarlı bir sistem arayışı anlaşılır. Ancak tasavvufta esas olan kendi kendisini bu akliliğin dışına doğru aşma halidir. Felsefe diliyle söyleyecek olursak irrasyonel alanıdır. Yani tasavvufta aşkla bütünleşen iman alanı vardır. O halde tasavvufi sistemde aklî derunî olan iç tecrübeyle, duyu ve akıl sahasını paranteze alarak küllî aşka bir kapı açış vardır. Aynı şekilde felsefe de irrasyonel sahaya yönelme çabasındadır. Bunun farkında olan Aynî; Bergson'un sezgi bilgisi ile tasavvuftaki keşf bilgisi arasında ilişki kurmaya çalışmıştır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, M. Ali Aynî'de felsefenin temel problemleri tasavvuf anlayışı içinde ele alınmış ve Mutlak Varlık olan Allah kavramında herşey temellendirilmiştir.
"Bu durum, tasavvuf düşüncesinin beşerî ve derunî bir ferdî tecrübeye dayanmış olmasına rağmen, rasyonellik (aklîlik) değerinden hiç bir fedakârlık yapmamış anlamındadır... batı felsefesi diliyle söyleyecek olursak, burada Rasyonalizm ve Amprizm, Entuisyonizm karşıtlığı aşılmış, iki görüş karşılıklı doğruları çerçevesinde uzlaştırılmıştır ".
Kaldı ki, Aynî'de felsefe ve tasavvufun aynı olmaması gerçeği, aralarındaki farkı bir sistem ve sistemsizlik farkı haline getirmeyi de pekala engellemez. Zira, tasavvufun akılla pek fazla ilgisinin olmayışı felsefenin dışında kalmasını gerektirmez. Çünkü felsefenin de aklın kavrayamayacağı hakikatleri bilmeye yönelik çabası vardır. Bu çaba aynı iddiaları paylaşabileceklerini gösterir.
Aynî de bu duruma dikkat çekerek sürekli aynı tasavvufi düşüncenin gerçekliğini ispatta felsefî çalışmalardan faydalanmıştır. Bu ise, aslında hem Aynî'de hem de tasavvufçularda kaçınılmaz bir sonuçtur. Zira insan kendi tecrübelerine başkalanra ortak etmek, hattâ bizzat kendini inandırmak drurumunda kalınca onu aklî bir sistemin gerekleriyle donatmak zorundadır.
Felsefe ve tasavvuf kavranılan arasında ilişki kurmak tabiî olarak bir takım yanlış anlaşılmalara ve itirazlara zemin hazırlayabilir. Çünkü felsefenin ve tasavvufun ne olduğuna ilişkin sorulara doyurucu cevaplar bulmak zordur. Kaldı ki her felsefe sisteminin hatta bir tek sistem içinde ele aldığımız her filozofun farklı bir felsefe anlayışı vardır. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda kaynağını, ilâhi bilgiden aldığını ileri süren tasavvuf ile akıl ve akıl yürütme yoluyla düşünme gayreti olarak değerlendirilen felsefenin çıkış noktalarındaki farklılık hemen dikkati çeker. Biri ilâhi kökenli olduğu iddiasında iken, diğeri insanî sınırlar ve imkânlar çerçevesinde değerlendirilir. Ancak bu farklılıklara rağmen, şuna inanıyoruz ki, insanı bir bütün olarak düşündüğümüz zaman onun, kâinatı, kendisini ve Allahı tanımak için ortaya koyduğu bilgi de bir bütündür. Yanî iman ve akıl sahasının oluşturduğu bilgi alanı onda bir birliği ifade eder. İşte bu birlik içerisinde birbirini tamamlayan farklı unsurlar arasında bağlantının kurulmaya çalışılması felsefe ve tasavvuf ilişkisini de gündeme getirir . Bu noktadan hareketle M. Ali Aynî'nin felsefe ve tasavvufa bakışını değerlendirmeye çalışacağız. Amacımız; onun görüşlerine felsefi bakış getirmek, temel iddiaları hakkında rasyonal, objektif ve tutarlı bir tarzda düşünmek ve tartışmaktır.
M. Ali Aynî felsefeyi en genel anlamı ile ele alırken, söz konusu bilgi alanı için "... insan aklına taalluk eden ilmî meselelerin tetkikidir" der. Bu yaklaşımında O, felsefenin özünü her hangi bir bilgi alanına sahip olmakla sınırlandırmayıp, bilginin aranması temeline dayandırır. Yani felsefenin amaç kapsamını dar çerçeveye sıkıştırmaktan ziyade, onun faaliyet şeklini tasvirle verme çabasındadır, ona göre;
"...felsefe, insan şahsının cinsi, rengi ve akidesi ne olursa olsun taarruzdan mahsuniyetini ilân etmiş. Bir çok çeşitliliğe ve eşitsizliğe rağmen, insanlık mahiyetinin genelde birleştiğini keşfederek, hukukta eşitliği bu birliğe bina eylemişti. İnsan inkişaf etsin, fert ehil olduğu yüksekliğe ve saadete erişsin. İşte felsefe bunu temenni ediyor. Felsefe sosyal hayatı; duygu ve menfaatler arasında kardeşliği, mübalağa (abartı) ile destekler ve över. însan oğullarının kalplerinde hak fikrini idame eyler. Haksız farklar ve imtiyazlara karşıdır. Kendine mahsus silahlar yanî ilim ve irfan nurları yardımı ile insanlan hürriyete ve hukuk eşitliğine sevk eder ".
Bu tasvirle o, felsefeyi bütün insanları renk, dil, ırk ayrımı yapmadan mutluluğa götürme çabası olarak görür. Bu yorum Eflâtun'dan Farabî'ye kadar uzanan çizginin devamı gibidir. Aynînin bu tasvirinde dikkati çeken önemli bir nokta da insanları hürriyete ve hukuk eşitliğine götüren çabanın ilim ve irfan nurları yardımıyla olmasıdır, İlmi, O, insanın akıl ve tecrübe yoluyla fenomen alanındaki başarısı olarak görürken, irfanla manevi bütünlüğe ve irrasyonel alana yönelir. Böylece felsefeyi salt akıl ve akıl yürütme yolu olarak beşeri sınırlar içinde düşünme olayı olarak değil; sevgi, coşku ve vecd içinde hakikatle buluşma hali olarak da değerlendirmek istediğini vurgulamaya çalışır. O, felsefeyi küllî ve her türlü ilmi çalışmanın üstünde yer alan bir saha olarak kabul eder .
Aynî'de felsefe, insanı ve cemiyeti varlık fikrinin sağlayacağı bütünlük çerçevesinde ele alınırken; varlık, bilgi ve değerler gibi felsefenin temel problemleri de kendi iç gerekliliği ile değil, insan-varlık, insan-bilgi ve insan-değerler ilişkisine uygun olarak ortaya konulmaya çalışılır. Bu gayeye uygun olarak o, döneminde yapılan genel tasnife uyarak felsefeyi dört bölüme ayırır. Bu bölümlerden birincisi; psikolojidir ki, bu ilim insan ruhundan bahseder. İkincisi; mantıktır ki, söz konusu ilim, ilmin metodu ve yakîn'in şartlarım araşlmr. Üçüncüsü, metafiziktir ki, insan oluş ve Allah hakkındaki ulaşılan neticelerin bütününden bahseder. Dördüncüsü ahlâk ilmidir ki, bu ilim de bilgilerimizi eylemlerimize uygulamaktan ibarettir .
Aynî'nin felsefeye dair bu açıklamaları bize gösteriyor ki, o, salt felsefe yapma yerine pratik hayatta görmek istediklerini düşüncesinde yansıtmak arzusundadır. Onu bu tür izahlara sevk eden şey ise; tasavvufa olan bağlılığından kaynaklanmaktadır. Zira tasavvuf! yaşayış. Bir iman, edep ve aşk halidir. Bu nedenle onun, felsefe ve tasavvufa bakış açısını birbirinden tamamen ayrı olarak düşünmek mümkün değildir. Bu durum tasavvufa ait izahlarında da dikkatimizi çekmektedir. M. Ali Aynî İslâm tasavvufunun nasıl teşekkül ettiğini tayin edebilmek için, öncelikle tasavvufa meyli görülen şahsiyetlerin yaşam biçimlerini incelemeyi önemli bir keyfiyet saymıştır. O, tecrübi olan ve insanın iç yapısını araştıran tasavvufun tanım itibariyle hedefinin, bizzat hakikati diğer bir tabirle insanan iç yapısının mahiyetini ve gerçekliğini ortaya koymak olduğunu söyler. Bu gerçeği ise M. Ali Aynî, sufilerin işaret ve iması altında tamamen ruhani olan bu güzelliği aramada görür. Bunun için de tasavvuftaki gelişmenin şanım, tasavvufu öğrendiklerini iddia edenlerin geçirdikleri hayat ve bıraktıkları eserlerin ince ve derinden araştırılmasına bağlar .
Aynî, tasavvufun çeşitli tanımlarını yapar. Bu tanımlardan bazıları şunlardır:
"Tasavvuf Allah'ın ahlâkı ile ardaklanmaktır."
"Tasavvuf, hiçbir şeye sahip olmamak, hiçbir şey tarafından sahip olunmamaktır".
"Tasavvuf nefsi Allah'tan başka herşeyden muhafaza etmektir ve Allah'tan başka hiçbir şey yoktur ."
Bu izahatlarından da anlaşılacağı gibi, tasavvuf hayat tarzı olarak bir takım pratik değerler içermektedir. Aynî, tasavvufun kaynağını İslâm dinine bağlarken, bu gerçeği zahiri olarak Kur'an'dan çıkarmanın mümkün olamıyacağmı da vurgular. O, gerek Mekkî gerek Medenî bir takım surelerde mecazi manalara yönelmiş âyetlerin olduğunu belirtir. Müfessirlerin bir çoğunun âyetlerdeki kelimelere mecazi mana verdiğini söyleyerek, küçük düşünme ile bu âyetlerde irade sahibi olanların aklî olan ahlâki ve şer'î hükümlerin dışında, içkin olarak mananın bulunduğunu bileceklerini söyler . Böylece o, tasavvufta asıl müracat kaynağı ve değişmez ölçü olarak Kur'an'ın batınî yorumunu gösterir.
Aynînin tasavvufi düşüncede temele aldığı Kur'an'nın batınî yorumu bir tür akli çabadır. Çünkü burada salt kabullenmenin ötesine akıl gücü ile geçme hareketi vardır. Gerçi tasavvuf düşüncesinde işin başında da sonun da akılla pek fazla alışveriş yoktur. Ancak akıl gücünün imkânlarını kullanmak suretiyle tasavvufun ana iddialarının temellendirmesi bu iddiamızı doğrular. Nitekim M. Ali Aynînin tasavvuf anlayışı içinde temel aldığı İbn'ül Arabî, tasavvuf iç yaşayışa bu yolla ulaştığını iddia ettiği hakikatleri felsefî bir biçimde sistematize etmek ihtiyacını duymuştur. Böylece o, fikirlerini sistematik bir zemine oturtarak, farklı fikir hareketleri karşısında kendi yerini tayin yoluna gitmiştir.
M. Ali Aynî, felsefenin varlık-bilgi ve değerler gibi temel problemlerini îbn'ül Arabi'nin Vahdet-i Vücud anlayışını esas olarak izah etmeye çalışmıştır. Ona göre; îbn'ül Arabî meseleleri basit ve açık bir görüşle muhakeme etmiştir . Her ne kadar îbn'ül Arabi'ye bağlılığını dile getirmiş ise de o salt nakilcilikle yetinmeyip îbn'ül Arabi'nin görüşlerini esas almakla beraber; Heraklitos, Parmanides, Sokrates, Aristotales, Spinoza, Leibnitz, Descartes, Berkeley, Bergson gibi filozoflara da atıfta bulunarak îbn'ül Arabi'yi mukayese etmiştir. Böylece o, felsefeye yine felsefe diliyle söyleyecek olursak, kendi doğrularını ve değerlerini söyletmeye çalışmıştır.
Aynî, düşüncelerini belli bir gaye ve metod çerçevesinde ele almaya çaba sarfederken, kendi sahip olduğu medeniyeti ve dünya görüşünü, dünya medeniyetleri ve kültürlerinin temelindeki dünya görüşleri ile de mukayese ederek yerini tayin etmeye çaba sarfetmiştir.
M. Ali Aynî, akla ve duyulara bağlı olarak sadece dış dünyayı araştırma ve inceleme çabasını eksik bulurken, maddi bakış açısının insanı hataya düşüreceğini savunur. Çünkü o, düşünce gibi sınırlandınlamayan ilâhî bir kuvvetin varlığını ihmal etmenin insanı yerde sürünen solucandan farklı küamayacağını belirtir . Bu nedenle Aynî, insanın varlık alanını tabiatı icabı üç kısma ayırır. Birinci kısmı oluşturan beden, dış dünya ile doğrudan doğruya ilişki içindedir, ikinci kısımda ruh vardır. Ruhun fonksiyonu ise, herhangi bir objenin insanda meydana getirdiği izlenimleri muhafaza etmektir. Üçüncü kısımda ise, nefsi natıka vasıtasıyla bizzat eşya ile ilişkili unsurlar hakkında bilgi elde edilmiş olur . Aynî bu düşünceleri ile insanı bir bütün olarak kabul ederken, bu bütünlükte ulaşılacak son merhaleyi keşf ile ortaya koyar. Bu da ona göre, "gönül marifeti"nin bilgisidir. Gönül marifeti tasavvufî bilginin esasıdır. O, gayesi, Allah'ı bilmek olan gönül marifetinin insana kazandırdığı şeylerden biri olarak da nefsin temizlenmesini gösterir .
Aynî, "gönül marifeti" bilgisini Bergson'un "sezgi" bilgisine benzetirken, tasavvuf ve felsefenin hedeflerinin aynı olduğunu söylemeye çalışır. Bu açıklamadan Aynî'nin tasavvufa felsefî zeminde aklî ve tutarlı bir sistem arayışı anlaşılır. Ancak tasavvufta esas olan kendi kendisini bu akliliğin dışına doğru aşma halidir. Felsefe diliyle söyleyecek olursak irrasyonel alanıdır. Yani tasavvufta aşkla bütünleşen iman alanı vardır. O halde tasavvufi sistemde aklî derunî olan iç tecrübeyle, duyu ve akıl sahasını paranteze alarak küllî aşka bir kapı açış vardır. Aynı şekilde felsefe de irrasyonel sahaya yönelme çabasındadır. Bunun farkında olan Aynî; Bergson'un sezgi bilgisi ile tasavvuftaki keşf bilgisi arasında ilişki kurmaya çalışmıştır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, M. Ali Aynî'de felsefenin temel problemleri tasavvuf anlayışı içinde ele alınmış ve Mutlak Varlık olan Allah kavramında herşey temellendirilmiştir.
"Bu durum, tasavvuf düşüncesinin beşerî ve derunî bir ferdî tecrübeye dayanmış olmasına rağmen, rasyonellik (aklîlik) değerinden hiç bir fedakârlık yapmamış anlamındadır... batı felsefesi diliyle söyleyecek olursak, burada Rasyonalizm ve Amprizm, Entuisyonizm karşıtlığı aşılmış, iki görüş karşılıklı doğruları çerçevesinde uzlaştırılmıştır ".
Kaldı ki, Aynî'de felsefe ve tasavvufun aynı olmaması gerçeği, aralarındaki farkı bir sistem ve sistemsizlik farkı haline getirmeyi de pekala engellemez. Zira, tasavvufun akılla pek fazla ilgisinin olmayışı felsefenin dışında kalmasını gerektirmez. Çünkü felsefenin de aklın kavrayamayacağı hakikatleri bilmeye yönelik çabası vardır. Bu çaba aynı iddiaları paylaşabileceklerini gösterir.
Aynî de bu duruma dikkat çekerek sürekli aynı tasavvufi düşüncenin gerçekliğini ispatta felsefî çalışmalardan faydalanmıştır. Bu ise, aslında hem Aynî'de hem de tasavvufçularda kaçınılmaz bir sonuçtur. Zira insan kendi tecrübelerine başkalanra ortak etmek, hattâ bizzat kendini inandırmak drurumunda kalınca onu aklî bir sistemin gerekleriyle donatmak zorundadır.