ORTAÇAĞIN SORUNLARI

NICOLAI HARTMANN
Çeviren: Uluğ Nutku

Antik metafiziğin hazinesi Ortaçağa miras kaldı, ama Hıristiyanlığın güçlü, değiştirici etkileri altında. Dünya metafiziği tanrı metafiziğine dönüştü. İdealar alanı, eidos, cevherin biçimleri (formae substantiates) olarak tanrısal akla dahil edildi. Böylece tanrının aklı yalnız tanrısal akıl (intellectus divinus) değil, aynı zamanda sonsuz akıl (intellectus infinitus), ilkelerin toplandığı başlangıçtaki akıl (intellectus archetypus) ve içtengören akıl (intellectus intuitivus) oluyordu. Son niteleme (intuitivus) tanrısal akla, salt görüyle dolaysız kavrayışı da yüklüyordu. Bu durum, günümüzde içtengörüşten sözetmeye ve örn. matematikse bağıntıların içten kavranabileceğim ileri sürmeye benziyor. Burada pek önemil bir düşüncenin, dünyayı genellikle nasıl bilebildiğimizin açıklanışı üzerinde duralım. O zamanki anlayışa göre tanrısal akıl, kendi içinde bulunan ilkelerle dünyayı yaratmıştı. İnsan bu ilkelerden pay alıyor, onları o da içinde taşıyordu -bu nedenle de dünyayı bilebiliyordu. Bu daha Platon'da rastlanan bir düşünceydi: Demiurgos (yapı ustası) olan tanrı dünyayı idealara göre yaratmıştı. İnsan dünyanın yaratılışının bu ilkelerini yeniden aklına getirebilir ve böylece dünyayı bilebilir. Bu bağıntı sonradan Spinoza'nm.bir sözüyle uygunca formüle edilmiştir: Düşüncelerin düzen ve bağlantısı nesnelerin düzen ve bağlantısının tıpkısıdır (ordo et connexio idearum idem ac ordo st connexio rerum).

Ortaçağın metafizik temel sorunları dizisinde genel-olanla bireysel-olan sorunu, tümeller sorunu, ayrı bir önem taşır. Soru şudur: Genel-olan kendi başına mı varolur, nesnelerin sadece içinde midir, ya da yalnızca bir ad mıdır? Bu sorun Antik Çağa uzanır. Aristoteles bireyleşme sorununu ihmal etmişti: genel-olan nesnelerin içindeydi, ama eidos'un bireylere ayrışması yalnız madde de temelini buluyordu, yalnızca maddeyle birlikte oluyordu, salt rastlantıydı (sümbebekos). Sonra Plotinos bireylerin de idealan olması gerektiğini öne sürdü. Platon için kalıcı yalnız genel-olandi; bireysel-olan ise doğuş ve yokoluş değişimlerine bağlıydı.

Sözkonusu sorunlar Ortaçağda essentia ile (Aristoteles'in ti en einai, temelde duran, önkoşul olan varlık kavramıyla) existentia: tek durumun, nesnenin, canlının varlık tarzı arasındaki karşıtlıkta dile gelir. Essentia alanının önceliği (prius) olunca, asıl gerçeklik bu aJana yerleştirilir. Ama bu, doğal dünya görüşünün yüzüne çarpar, çünkü doğal dünya görüşü asıl gerçeklikten nesneleri anlar. Nesneler dünyasının, karşımızda duran herşeyin değerden düşürülüşünün korkunç sonucu, nesnelerin varlığının kuşku götürür olmasıdır.

Bu yüzden karşıt bir sav oluştu ve gerçek-olanın nerede bulunabileceği sorusuna ancak tek tek nesnelerde bulunabileceği, nesnelerin asıl gerçeklik sayılması gerektiği cevabını verdi. Ama bu görüş de bu kez genelin, dolayısıyla da tanrının değerini düşürüyordu, çünkü tanrısal akıl genel ilkelerin taşıyıcısıydı.

Bu tartışmadan dikkate değer bir teori gelişti: Dünyadaki herşey, gerçekliğine göre basamaklıdır. Daha fazla varlık belirlenimleri olan şeyler daha gerçektir. Elimize alabildiğimiz nesneler en az gerçekliğe sahiptir; bunlar birkaç maddî-fiziksel belirlenimle tükenir. Sonraki basamak olan organizmin, canlı olma özelliğinden dolayı nesneler karşısında bir artı-gerçekliği (plus realitatis) vardır. Bunu izleyen üst basamak Ruhtur (manevî alan). En üst basamak olan tanrı hem en yetkin varlık (ens perfectissimum) hem de en gerçek varlıktır (ens realissimum). Bu aynı zamanda değerlerin basamaklandınlışıdır ve iyi-olana (bonum) bakış açışına göre düzenlenmiştir. Gerçi şu söylenir: bütün varlık iyidir lomne ens est bonum), ama iyi-olan gerçekliğin yükselmesiyle birlikte basamaklandırılıyor. En üstün iyi (sununum bonum) tanrıdır.

Bu basamaklar dizisinde, daha başlangıçta, tanrının varlığını kanıtlama olanağı görülüyordu. Canterbury'li Anselmus ontolojik tanrı kanıtına klasik biçimini verdi: Tanrı, özü gereği, kendisinden daha büyük bir şeyin düşünülemeyeceği varlıktır, (id quo nihil maius cogitari potest). Böyle olunca, tanrılığın olumlu yüklemlerine varoluş da katılmalıdır; çünkü varoluş tanrıya ait olmazsa, o, kendisinden daha büyük bir şeyin düşünülemeyeceği varlık olamaz. Varoluş tanrının özüne aitse, o gerçekten varolmalıdır. Bu ontolojik kanıta daha Anselmus'un yaşadığı devirde, sonra Thomas Aquinas, nihayet de Kant tarafından karşı çıkılmıştır.

Başka bir tanrı kanıtı kozmolojikti. Bu kanıt, dünyanın sonluluğundan, koşullarının belliliğinden (belirlenmişlik) ve rastlantısallığmdan (bu nedenle, «dünyanın rastlantısallığmdan yola çıkan kanıt» -argumentum a contingentia mundi- adını alır) kalkarak kendi başına zorunlu olan, belirlenmemiş bir varlığın, bir ilk nedenin varoluşu sonucuna varıyordu. Dünyada nedenli akan olaylar zinciri bir ilk halka istiyordu.

Üçüncü bir tanrı kanıtı fiziko-teleolojik denen kanıttır; dünyanın, özellikle organizmlerin amaca uygun düzenlenişinden hareketle bunların ardında duran düzenleyici bir akim -böylece tanrının aklının- varolduğu sonucunu çıkarır.

Tanrı kanıtlanmak istenince -özellikle ontolojik kanıtın uygulanışında- onun aslında ne olduğunun önceden bilinmesi gerekir. Böylece, tanrı üzerine bir bilgimizin olup olamayacağı sorusu öne çıkar. Sadece, dünyanın yaratıcısı olarak bir tanrının varsayılmasında değil, başka herhangi bir dünya temelinin kabulünde de -Schopenhauer'ın «irade» si gibi- karşıda duran soru-, bu dünya temelinin bilinmesi, kavranması olanağı nedir? önem kazanır. Arap skolastiğinde doğan, sonradan Batı'ya geçen düşünceye göre tanrı ancak insandan kaynaklanan bütün kavramlardan vazgeçildiği zaman kavranabilir. Bu, düşünce apofatik, yargıdan kaçman teoloji dive adlandırılır. Buna karşı Anselmus'un teolojisine de «yargıda bulunan teoloji« denebilir. Ama tanrıya, yaygınca bilinen şu üç: gücü mutlak, bilgisi mutlak, iyiliği mutlak yüklemleri atfedilirsè, yine de inetllectus divinus'a, insan hayatından alman ve sonsuza yansıtılan kavramlar uygulanıyor demektir. Daha sonraları kullanılan bir terimle, insanî kavramların insanî olmayana böyle taşınmasına antropomorfizm (insan kılıkçılığı) denmiştir.

Nicolaus Cusanus (15. yüzyıl) «De Docta Ignraontia» (Bilgili Cahillik) kitabında tanrının sonlu insan aklınca kavranamaz olduğunu vurguladı. Tanrının tam bir bilgisini kazanabilecek durumda değiliz. Ama Cusanus yeni bir yolun başladığı yeri de gösterdi: sonsuzluğa belli bir bakış kazanabilecek durumdayız. İçinde 'düşüncemizin hareket ettiği karşıtların, onları örtüştüren bir Birliğe sahip olmaları gerekir. Karşıtların örtüşmesi sonsuzluktadır, tanrıdadır. Cusanus karşıtların örtüşmesine (coincidentia oppositorum) matematikten analojiler gösterir: düz ile eğri çizgi arasında, düz çizgiyle daire arasında keskin sınırlar yoktur. Dairenin yarı çapının sonsuza uzatıldığını düşünmemiz yeter; dairenin çevresi düz çizgiye dönüşecek, karşıtlar örtüşecektir. Noktayla daire de örtüşük düşünülebilir: dairenin yarı çapı gittikçe küçültülürse sonunda daire nokta olacaktır. — Bu tasavvurlar, Leibniz'de diferensiyal kavramım oluşturacak düşüncenin başlangıcıydı: geometrik formlar, sonsuzca küçük olanda da vardır.

Tanrıda örtüşen karşıtlıklar dünyada birbirinden ayrılırlar. Demek ki tanrıyla dünya arasında güçlü bir bağlantı vardır. — Bundan başka Casunus daha Stoa'da ortaya çıkan Mikrokosmos kavramını ele aldı; insan bilinci dünyayı, Makrokosmos'u yansıtır. Cusa'lının felsefesi, metafiziğin, sorunlarının ağırlığıyla kendi dışına nasıl taştığının ve başka bir dünya görüşüne nasıl yol açtığının bir örneğidir. Burada sözü edilen düşünce çizgisi ilerleyerek Giordano Bruno'nun ve Spinoza'nın panteizmine varacaktır.

Tümeller tartışmasıyla bağıntılı sorun yalnız tanrı sorunu değildir. Kısaca değindiğimiz bireyleşme ilkesi de (principium individuationis) bununla bağıntılıdır.

Plotinos bireyleşmeyi yalnızca maddenin oluşturduğunu ileri süren Aristotelesçi anlayışla yetinüemeyeceğini açıkça belirtmişti. Aristoteles'in paradoksu surda yatıyordu: Sokrates ve Rallias gibi iki insan yalnız maddî bakımdan birbirlerinden ayrı oluyorlar, ama onların form ilkesi bir ve aynı ilke olarak görülüyor. Thomas Aquinas'da da bireyleşme ilkesi maddededir.

Thomas eski teoriyi bir parça aştı: somut bireyi oluşturan şey, «genellikle madde», bütünüyle belirlenmemiş madde (materia non signatal değil, belli boyutlarla sınırlanmış, işaretlenmiş maddeydi (materia signata). Ama bu çözüm de insanlar arasındaki karakteristik ruhsal-manevî farkların nasıl meydana geldiği sorusuna cevap vermiyordu.

Bireyleşme sorunu Hıristiyan dünyasında özellikle ağırlıklıdır, çünkü orada kurtarılması gereken bireylik vardır. 13. yüzyılın sonunda Duns Scotus sorunu yeniden ele alarak Thomas'a karşı çıktı. (Oysa o, Aquina'linm hep karşısında değildir; sık sık böyle sanılması haksızlık oluyor.) Duns, bireyleşme ilkesinin yalnızca maddeye yerleştirilmesinin doğru olamayacağını ileri sürdü. Formun kendisinin de ayrışması gerekir. Bu nedenle Duns, eidos (causae immanentes: içteki ilkeler) alanında yarı yolda duran Aristoteles'i geçmeye çalıştı. Plotinos'dan sonra ilk kez Duns tek-durumu biricik ve bireysel kılan ilkenin, formun kendisi olduğu düşüncesini dile getirdi (principium individuationis est formal).

Bireyleşme ilkesi üzerine uğraşlardan başka -bir düşünce daha doğdu. Meister Eckhardt'm bazı görüşlerinden çıkan bu düşünceye göre principium individuationis mekânda ve zamandadır. Bu sav, iki şeyin aynı zamanda aynı yerde olamayacağı saptamasından kaynaklanır. Eğer bu düşünce yalnız sayısal anlamda alınırsa aydınlatıcı olur. Ama bununla, tek bir nesnenin mekânda kendisinden belli uzaklıkta yeralan, yahut aynı yere sonraki bir zamanda ulaşan başka bir nesneden nitelikçe farklı olduğu söylenmiş olmuyor.

Burada birey-olma kavramının sayısal ve nitel olarak ayrımı göze çarpıyor. Nitel farklılığın Ortaçağdaki tek temsilcisi Duns Scotus'dur.

Tümeller sorununa dönelim. Üç görüş ortaya çıkar. İdeaların dünyevî nesneler üstünde ve daha yetkin bir dünyada varolduklarına, bu nedenle de dünyadaki kopyalarından daha real olduklarına ilişkin Platoncu düşünceden tümeller realizmi doğdu. Platon'a göre genel kavramlar temeldedir ve asıl gerçekliktir; bunların prius'u vardır. Bütün nesneler, içinde yaşadığımız dünyanın tümü, ya da bu dünyayla birlikte varolan yahut bundan sonra varolacak bütün olanaklı dünyalar -dünyaların (evrenlerin) çokluğu düşüncesi eskidir- ancak ve ancak bireyleşme ilkesinin genelin içine girişiyle kurulurlar. Tümeller realizmi için geçerli sonuç: tümel nesneden öncedir(universalia ante rem).

Bu görüşe Aristoteles idealarm bağımsız varlığının olamayacağı görüşüyle karşı çıkmıştı. Onca real varlık ancak nesnelerin içinde olabilirdi. Böylece onun hareket noktası universalia in re oluyordu. Sonradan bu görüşle 12. yüzyılda Abaelardus'da, 13. yüzyılda Albertus Magnus ve Thomas Aquinas'da yeniden karşılaşıyoruz. Özellikle Aquinas üzerinde durur, çünkü o çağda Aristotelizm daha da öne çıkmıştı; dünyanın ikileştirilme sinden sakınılıyordu.

Dünyanın ikileştirilmesi düşüncesinin tutunamazlığı Duns Scotus'un öğretisinde yeni bir boyutla savunulur: bireyleşme yalnızca maddî bakımdan olamaz, çünkü yalnızca nesnelerin mekân ve zamanda farklı yer alışları değil, bireylerin içten farklılığı da sözkonusudur. Ama Duns'un yaptığı gibi formun kendisi bireyleşme ilkesi olarak düşünülürse, her bireyin özel bir form ile içinde oluştuğu formlar dünyası çok karmaşıklaşır ve dünyanın ikileştirilmesi sorununun anlamı kalmaz. Daha önce bir kez ortaya çıkan nominalist eğilimlerin Ockham'h William'da (öl. 1347) yeniden canlanmasının nedeni budur. Özellikle Ockham'ın izleyicilerinin güçlüce geliştirdikleri nominalizme göre kavramlar adlardan ibarettir, sadece düşünülen şeylerdir. Önceleri gerçek ilke kabul edilenler, şimdi sadece tasavvur oluyorlar. Nominalizm için geçerli sonuç: universalia post rem.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP