DEMOKRASİ EĞİTİMİ ( ... devam )
|
2. Artık bir ulusun etkisi ve gücü ülkenin askeri gücünden çok diğer ülkelere sağladığı yaralar açısından belirlenmektedir. Bu bakımdan Japonya'nın Rusya'ya oranla daha fazla nüfuzu etkisi söz konusudur.
3. Ve artık uluslararası arenaya devletin yardımcı olmadan bireylerin ve kuruluşların girebilmesi olanaklı hale gelmiştir. Birey bazında küreselleşme gerçekleşmektedir.
4. Ve totolitercilik kavramı; Nazizim, Faşizm ve Bolşevizm gibi kavramlar siyasal sahneden silinmiştir. Liberal demokrasi kavramı evrensel bir yönetim ve yaşama anlayışı olarak tüm dünyada gelişme, insanların özgürlüklerini en üst düzeylere çıkarma eğiliminde gelişim göstermektedir.
Çocuklarımızın bu yeni çağın taleplerini karşılayabilecek biçimde yetiştirilmeleri bir zorunluluk olmuştur. Küreselleşme bu bağlamda bir tercih sorunu değil bir gerçekliktir. Kültürel kolonileşme korkusuyla kapılarını kapalı tutan 'savunmacı ulusçuluk' giderek 'yarışmacı' tutumla yer değiştirmek durumundadır. Siyasa], ekonomik, sosyal. kültürel ve eğitimsel olmak üzere tüm alanlarda küreselleşme yolunda uygun politika ve stratejiler geliştirmek gerekmektedir. Kuşkusuz, bu süreçte tutum ve davranışların, düşüncelerin değişmesi uzun ve zor bir iştir. Bu nedenle, 'eğitim' çağın en önemli sorunudur.
Tüm bu belirlemelerin, irdelemelerin ve yaklaşımların ışığında Türkiye'deki 'eğitim' sorununa önemli gördüğüm bir iki noktadan değinerek konuşmamı bitirmek istiyorum. Türkiye'de eğitim sorunu bir ikilemle karşı karşıyadır; eğitimin resmi araçlarına baktığımızda, bireysel özgürlük, laiklik, adalet ve eşitlik bu amaçların kilit kavramlarıdır. Ve yasal metinlerde ifadesini bulmuştur. Madolyonun öteki yüzü. yani sosyokültürel yapıya baktığımızda ise durum değişmektedir. Temel sorun kanımca bu noktada düğümlenmekledir, bir başka deyişle, amaçlanan zihniyetle yaygın mevcut değerlerin bir çatışması söz konusudur. Amaçlanan zihniyetin temelinde dinden bağımsız bir ahlaksallık, özerklik kazanmış bilim, felsefe ve siyaset, çoğulcu bir dünya görüşü, insan haklan yatar. Türk eğitiminin temel sorunları bu ayrılış noktalarında ya da buralardaki açığı kapatma mücadelelerinde görülmek durumundadır. Soruna bu çerçevede yaklaştığımızda bir takım belirlemelere ulaşmak olanaklı olabilecektir.
Geleneksel kültür ve özellikle aile yapısı bu söz konusu süreçte temel bazı problemlerin kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır, otoriter değerlerin egemen olduğu bir sosyo-kültürel yapı özellikle aile yapısında kendini açıkça göstermektedir. Ben buna 'tek boyutluluk' diyorum. Bu olgu. aile ve sosyal yapıyı belirlemede önemli bir rol oynamaktadır. Kültürde 'tek boyutluluk' yaygın dogmatizmin de skolastik anlayışın da önemli bir kaynağıdır. 'Tek boyutluluk' derken kastettiğim 'bireye uygun bir eylem alanının oluşturulmamış olmasıdır'. Kendi önyargıları içinde kapalı olmak ve bunda ısrarcı tutum sergilemek ise dogmatizimdir. Sorgulanmamış, sorgulanmayan varsayımlara dayalı İde'ler ışığında tüm sorunları çözme iddiasında bulunmaya da 'skolastik' diyorum. Bu iki nokta eğitimimizin kanayan yarası olagelmiştir. Yaygın 'düşünme üretme tıkanıklığının' bana göre temel nedeni de budur.
Burada kullandığım 'önyargı' terimini kötü, zararlı, kurtulunması gereken bir şey olarak kullanmaktayım. Önyargı bir tür yargılamadır. Ancak zorunlu olarak yanlış bir yargı demek değildir; olumlu ya da olumsuz bir değeri olabilir. Önceden verilmiş yargılardır önyargılar ve günlük yaşamdan bilimsel yaşama tüm yaşam alanlarında bizlere yardımcı olurlar. Kişinin kendisini tarihsel durumların belirlediği bir varlık olarak görmesi, kendi değerlerinin, inançlarının, ilgilerinin, algılarının en azından kısmen bu sosyal yapı tarafından belirlendiğini tanıması demektir. Bunu ve bunun sonucu olan önyargıları ortadan kaldıramayız. Bu önyargılar bizim kimliklerimizi oluşturmaktadır. Herbirimiz kültürlenme süreçlerine maruz kaldığımızdan farklı önyargılar taşımaktayız. İçinde yaşadığımız toplum, aile ve devlet içinde kendimizi anlamaktayız. Bu nedenle kişinin önyargıları onun varlığının tarihsel gerçekliğini oluşturur. Bizi biz yapan bunlardır. Mesele tüm önyargılardan kendimizi sıyırmak meselesi değildir fakat tarihsel olarak miras aldığımız ve üzerinde düşünmeden benimsediğimiz önyargıları incelemek, sorgulamak ve başkalarını anlama girişimlerimizde bize engel oluşturanlardan kendimizi kurtarmaktır.
Kimliklerimizi oluşturan önyargıları tanımlamak durumundayız, bunları tanımlayamadığımız ölçüde kendimizi de tanıyamayız. Bunun önkoşulu ise kendininkinden farklı önyargılarla karşılaşmaktır. Aslında "eğitim" (latince 'educare') ortaya çıkarmak anlamına gelir. Kişi kendi kendini ortaya çıkaramaz; başka insanlarla ve olaylarla karşılaşmak ve bu şekilde bunu yapmak durumundadır. Farklı önyargılarla karşılaşana kadar kişinin kendi önyargılarını anlaması ve sorgulaması mümkün değildir. Demek istediğim, buradaki "anlama" olayı birşeyle muhatap olunca başlıyor. Kendimizi yeni biçimlerde anlamak, farkına varmak, farklı birşeyle karşılaşmayı gerektiriyor. Eğitimimizde bu anlayış genellikle farklılıkların, yeniliklerin olduğu gibi sorgulanmadan alınması, kabul edilmesi biçiminde gelişim göstermiştir.
Bunun doğal bir sonucu ise başkalarının kotardığı hazır kalıpların işe koşulması olmuştur. Ezberci geleneğin kaynağı budur. Dogmatik ve skolastik harç böylece eğitimin temeline atılmıştır. Felsefi kültürün gelişmemiş olması bu anlayışı güçlendirmiştir. Felsefi kültürü geliştirmedikçe demokratik oluşumun gerçekleşmesi bu nedenle çok güçtür. Aslında felsefi kültürden yoksun bir insanın demokratik olmasından söz edilemez. Demokratik eğitimin sacayağını oluşturmaktadır felsefe, ve bizim bu ayağımız topaldır. Toplumsal amaçların ön planda tutulması ve bireyin bir araç olarak görülmesi " tek boyutluluğun" ana göstergeleridir. Bunun doğurduğu ve doğuracağı sonuç ise "kulluk" anlayışıdır, kültürümüzde yaygın bir değerdir; Tanrı önünde, devlet önünde, güç önünde kulluk... Bireyin bir değer olarak görülnıeyip. bir araç olarak görülmesi toplumsal yaşamımızın ve demokratikleşme çabalarının diğer ana sorunlarındandır... Bazılarına göre ise yüce bir değerdir.
Türk kültüründe kendi kişisel çıkarlarına uygun, toplumun beklentilerine aykırı harekette bulunanlara " ayıg " denir. Ayıglıg. olumsuz bir değerdir. Toplumun anılarında " övgü" ile yaşamak veya anılmak demek, gerçekte de yaşamak demektir. " Yergi" ile anılmak ise ölmek, yok olmak demektir. Bu noktada bir fıkra sanırım konuya açıklık getirebilir;
" Cehenneme gezmeye giden bir heyet çok sayıda büyük kazanlarla karşılaşınca şaşırır. Her kazanın başında da ellerinde kalın sopalar olan zebaniler... İlgililere sorarlar " Nedir bunlar?" diye. İlgililer her bir kazanın bir ulusa ait olduğunu ve bazılarının bu kazanlardan çıkma girişimi olduğunu, bunu önlemek için de başlarına nöbetçiler diktiklerini söylediklerinde heyet daha da şaşırır. Heyetin daha da İlgisini başında hiç bir nöbetçinin olmadığı kazan çeker; bu ne? Niçin başında nöbetçi yok? diye sorduklarında verilen yanıt ilginçtir; o kazan Türklere ait. nöbetçi koymaya gerek yok, çünkü içlerinden biri dışarıya çıkmak istediğinde diğerleri onu aşağı çekiyor."
Şimdi, insanın bir değer olarak görülmediği bir kültürel yapıda birey de kendisini otonom (özerk) bir varlık olarak görmüyor. Bir araç olarak görüyor. Kendini araç olarak gören insanlardan oluşan bir toplumda bol bol kendini feda eden fedailer ve de kuşkusuz uğruna feda olacak despotlar çıkar; bilim, felsefe, sanat, din. siyasette bu araçsallığın bilgisel boyutunu oluşturur. Buna uygun bir başka terim " düşüncenin militanlaşması ya da" akıl tutulması'dır.
Böylesi bir anlayışın ve akıl tutumunun demokratik bir yaşam biçimine aykırı olduğu açıktır. Bir düşünsel dönüşümün sağlanabilmesi ise belli türden bir eğitimin işe koşulmasına bağlıdır. Buraya kadar söylemeye çalıştıklanm sanınm böyle bir eğitimin genel çerçevesini de çizmiş bulunmaktadır.
3. Ve artık uluslararası arenaya devletin yardımcı olmadan bireylerin ve kuruluşların girebilmesi olanaklı hale gelmiştir. Birey bazında küreselleşme gerçekleşmektedir.
4. Ve totolitercilik kavramı; Nazizim, Faşizm ve Bolşevizm gibi kavramlar siyasal sahneden silinmiştir. Liberal demokrasi kavramı evrensel bir yönetim ve yaşama anlayışı olarak tüm dünyada gelişme, insanların özgürlüklerini en üst düzeylere çıkarma eğiliminde gelişim göstermektedir.
Çocuklarımızın bu yeni çağın taleplerini karşılayabilecek biçimde yetiştirilmeleri bir zorunluluk olmuştur. Küreselleşme bu bağlamda bir tercih sorunu değil bir gerçekliktir. Kültürel kolonileşme korkusuyla kapılarını kapalı tutan 'savunmacı ulusçuluk' giderek 'yarışmacı' tutumla yer değiştirmek durumundadır. Siyasa], ekonomik, sosyal. kültürel ve eğitimsel olmak üzere tüm alanlarda küreselleşme yolunda uygun politika ve stratejiler geliştirmek gerekmektedir. Kuşkusuz, bu süreçte tutum ve davranışların, düşüncelerin değişmesi uzun ve zor bir iştir. Bu nedenle, 'eğitim' çağın en önemli sorunudur.
Tüm bu belirlemelerin, irdelemelerin ve yaklaşımların ışığında Türkiye'deki 'eğitim' sorununa önemli gördüğüm bir iki noktadan değinerek konuşmamı bitirmek istiyorum. Türkiye'de eğitim sorunu bir ikilemle karşı karşıyadır; eğitimin resmi araçlarına baktığımızda, bireysel özgürlük, laiklik, adalet ve eşitlik bu amaçların kilit kavramlarıdır. Ve yasal metinlerde ifadesini bulmuştur. Madolyonun öteki yüzü. yani sosyokültürel yapıya baktığımızda ise durum değişmektedir. Temel sorun kanımca bu noktada düğümlenmekledir, bir başka deyişle, amaçlanan zihniyetle yaygın mevcut değerlerin bir çatışması söz konusudur. Amaçlanan zihniyetin temelinde dinden bağımsız bir ahlaksallık, özerklik kazanmış bilim, felsefe ve siyaset, çoğulcu bir dünya görüşü, insan haklan yatar. Türk eğitiminin temel sorunları bu ayrılış noktalarında ya da buralardaki açığı kapatma mücadelelerinde görülmek durumundadır. Soruna bu çerçevede yaklaştığımızda bir takım belirlemelere ulaşmak olanaklı olabilecektir.
Geleneksel kültür ve özellikle aile yapısı bu söz konusu süreçte temel bazı problemlerin kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır, otoriter değerlerin egemen olduğu bir sosyo-kültürel yapı özellikle aile yapısında kendini açıkça göstermektedir. Ben buna 'tek boyutluluk' diyorum. Bu olgu. aile ve sosyal yapıyı belirlemede önemli bir rol oynamaktadır. Kültürde 'tek boyutluluk' yaygın dogmatizmin de skolastik anlayışın da önemli bir kaynağıdır. 'Tek boyutluluk' derken kastettiğim 'bireye uygun bir eylem alanının oluşturulmamış olmasıdır'. Kendi önyargıları içinde kapalı olmak ve bunda ısrarcı tutum sergilemek ise dogmatizimdir. Sorgulanmamış, sorgulanmayan varsayımlara dayalı İde'ler ışığında tüm sorunları çözme iddiasında bulunmaya da 'skolastik' diyorum. Bu iki nokta eğitimimizin kanayan yarası olagelmiştir. Yaygın 'düşünme üretme tıkanıklığının' bana göre temel nedeni de budur.
Burada kullandığım 'önyargı' terimini kötü, zararlı, kurtulunması gereken bir şey olarak kullanmaktayım. Önyargı bir tür yargılamadır. Ancak zorunlu olarak yanlış bir yargı demek değildir; olumlu ya da olumsuz bir değeri olabilir. Önceden verilmiş yargılardır önyargılar ve günlük yaşamdan bilimsel yaşama tüm yaşam alanlarında bizlere yardımcı olurlar. Kişinin kendisini tarihsel durumların belirlediği bir varlık olarak görmesi, kendi değerlerinin, inançlarının, ilgilerinin, algılarının en azından kısmen bu sosyal yapı tarafından belirlendiğini tanıması demektir. Bunu ve bunun sonucu olan önyargıları ortadan kaldıramayız. Bu önyargılar bizim kimliklerimizi oluşturmaktadır. Herbirimiz kültürlenme süreçlerine maruz kaldığımızdan farklı önyargılar taşımaktayız. İçinde yaşadığımız toplum, aile ve devlet içinde kendimizi anlamaktayız. Bu nedenle kişinin önyargıları onun varlığının tarihsel gerçekliğini oluşturur. Bizi biz yapan bunlardır. Mesele tüm önyargılardan kendimizi sıyırmak meselesi değildir fakat tarihsel olarak miras aldığımız ve üzerinde düşünmeden benimsediğimiz önyargıları incelemek, sorgulamak ve başkalarını anlama girişimlerimizde bize engel oluşturanlardan kendimizi kurtarmaktır.
Kimliklerimizi oluşturan önyargıları tanımlamak durumundayız, bunları tanımlayamadığımız ölçüde kendimizi de tanıyamayız. Bunun önkoşulu ise kendininkinden farklı önyargılarla karşılaşmaktır. Aslında "eğitim" (latince 'educare') ortaya çıkarmak anlamına gelir. Kişi kendi kendini ortaya çıkaramaz; başka insanlarla ve olaylarla karşılaşmak ve bu şekilde bunu yapmak durumundadır. Farklı önyargılarla karşılaşana kadar kişinin kendi önyargılarını anlaması ve sorgulaması mümkün değildir. Demek istediğim, buradaki "anlama" olayı birşeyle muhatap olunca başlıyor. Kendimizi yeni biçimlerde anlamak, farkına varmak, farklı birşeyle karşılaşmayı gerektiriyor. Eğitimimizde bu anlayış genellikle farklılıkların, yeniliklerin olduğu gibi sorgulanmadan alınması, kabul edilmesi biçiminde gelişim göstermiştir.
Bunun doğal bir sonucu ise başkalarının kotardığı hazır kalıpların işe koşulması olmuştur. Ezberci geleneğin kaynağı budur. Dogmatik ve skolastik harç böylece eğitimin temeline atılmıştır. Felsefi kültürün gelişmemiş olması bu anlayışı güçlendirmiştir. Felsefi kültürü geliştirmedikçe demokratik oluşumun gerçekleşmesi bu nedenle çok güçtür. Aslında felsefi kültürden yoksun bir insanın demokratik olmasından söz edilemez. Demokratik eğitimin sacayağını oluşturmaktadır felsefe, ve bizim bu ayağımız topaldır. Toplumsal amaçların ön planda tutulması ve bireyin bir araç olarak görülmesi " tek boyutluluğun" ana göstergeleridir. Bunun doğurduğu ve doğuracağı sonuç ise "kulluk" anlayışıdır, kültürümüzde yaygın bir değerdir; Tanrı önünde, devlet önünde, güç önünde kulluk... Bireyin bir değer olarak görülnıeyip. bir araç olarak görülmesi toplumsal yaşamımızın ve demokratikleşme çabalarının diğer ana sorunlarındandır... Bazılarına göre ise yüce bir değerdir.
Türk kültüründe kendi kişisel çıkarlarına uygun, toplumun beklentilerine aykırı harekette bulunanlara " ayıg " denir. Ayıglıg. olumsuz bir değerdir. Toplumun anılarında " övgü" ile yaşamak veya anılmak demek, gerçekte de yaşamak demektir. " Yergi" ile anılmak ise ölmek, yok olmak demektir. Bu noktada bir fıkra sanırım konuya açıklık getirebilir;
" Cehenneme gezmeye giden bir heyet çok sayıda büyük kazanlarla karşılaşınca şaşırır. Her kazanın başında da ellerinde kalın sopalar olan zebaniler... İlgililere sorarlar " Nedir bunlar?" diye. İlgililer her bir kazanın bir ulusa ait olduğunu ve bazılarının bu kazanlardan çıkma girişimi olduğunu, bunu önlemek için de başlarına nöbetçiler diktiklerini söylediklerinde heyet daha da şaşırır. Heyetin daha da İlgisini başında hiç bir nöbetçinin olmadığı kazan çeker; bu ne? Niçin başında nöbetçi yok? diye sorduklarında verilen yanıt ilginçtir; o kazan Türklere ait. nöbetçi koymaya gerek yok, çünkü içlerinden biri dışarıya çıkmak istediğinde diğerleri onu aşağı çekiyor."
Şimdi, insanın bir değer olarak görülmediği bir kültürel yapıda birey de kendisini otonom (özerk) bir varlık olarak görmüyor. Bir araç olarak görüyor. Kendini araç olarak gören insanlardan oluşan bir toplumda bol bol kendini feda eden fedailer ve de kuşkusuz uğruna feda olacak despotlar çıkar; bilim, felsefe, sanat, din. siyasette bu araçsallığın bilgisel boyutunu oluşturur. Buna uygun bir başka terim " düşüncenin militanlaşması ya da" akıl tutulması'dır.
Böylesi bir anlayışın ve akıl tutumunun demokratik bir yaşam biçimine aykırı olduğu açıktır. Bir düşünsel dönüşümün sağlanabilmesi ise belli türden bir eğitimin işe koşulmasına bağlıdır. Buraya kadar söylemeye çalıştıklanm sanınm böyle bir eğitimin genel çerçevesini de çizmiş bulunmaktadır.