İRADEDE DUYGUNUN ETKİSİNE GENEL BİR BAKIŞ (... devam )
|
Bu tanımda ortaya çıkan en önemli özellik ihtirasların, ruhun aksiyonları veya iradeleri olmayan bütün düşünceleri içine alacak kadar geniş düşünülmesi, ruh ve beden arasındaki sıkı birleşmenin karışık ve karanlık kıldığı bir algı olarak nitelendirilmesidir.
Descartes bunlara duygu adını da verebileceğimizi ifade etmektedir. Bedene etki edildiğinde meydana gelen duygulan incelerken Descartes, kendisinden önceki düşünürlerin ihtirasları iki gruba ayırmalarının yanlışlığına dikkat çekmekte ve altılı bir sınıflama yapmaktadır. Temel ve ilk ihtirasların sayısının altı; bunların da "hayranlık", "aşk ve sevgi", "nefret veya kin", "arzu", "neşe veya sevinç" ve "keder veya hüzün" olduğunu iddia etmektedir. Bu çerçevede örneğin "öfke", "kendini sevme" ile birleşmiş bir tür şiddetli nefret olarak çözümlenmektedir.
Descartes'ın duyguların doğası ile ilgili bu açıklamalarında iki nokta dikkat çekicidir. Bunlardan ilki duyguların psiko-fiziksel etkilerinin araştırılması, diğeri de duyguların kontrol edilmesidir. Ancak her iki konu ile de ilişkili olarak öncelikle bedendeki fizyolojik değişimleri belirlemek gerekmektedir. Zira duyguların kontrol edilmesi, insanın duygularına hakim olması ve ustalıkla kullanmasını öğrenmesi, yani bilgelik ile ilişkili olmaktadır. Bu da insanın kendi doğasındaki eksiklikleri düzeltmesi, yani kendinde kanın ve can ruhlannm hareketi ile onlara katılan düşünceleri birbirinden ayırmaya çaba göstermesi ile bağıntılıdır. Çünkü Descartes'a göre, duygulara sebep olan nesnelerin kanda kamçıladığı bu hareketler, ruhun hiçbir payı olmaksızın, dimağda açığa çıkan ve organların durumuna bağlı olan izlenimleri pek büyük bir süratle takip ederler; öyle ki, hiçbir insan bilgeliği, önceden yeterince hazırlanmadıkça, bunlara karşı gelemez. Dolayısıyla bu tür bir hakimiyet için irade tek başına yeterli değildir. Çünkü bedenimizdeki ilgili fizyolojik değişimleri denetieyemeyiz. Ancak dikkatli bir uğraş sonucu akla sahip olan bizler fizyolojik değişimlerimizi ruhun hizmetine girebilecek şekilde
yönlendirebiliriz.
Buna bağlı olarak, Descartes iradenin bu konudaki belirleyici rolünün üzerinde durmakta ve akıl ile irade arasında kavramsal bir ayırım da yapmaktadır. "Bir yargıda bulunmak için akıl elbette gereklidir, çünkü hiçbir şekilde algılamadığımız bir şey için yargıda bulunamayız; ancak bir şekilde algılanan bir şey hakkında karar verebilmek için irade de gereklidir." diyerek bu ayırımı dile getirmektedir.
Descartes'in takipçisi Benedict Spinoza ise irade ile ilgili görüşlerini etik teorisinin bir parçası olarak ele almıştır. Spinoza irade ile ilgili görüşlerinde tutkuların eğilimi ile etik bilgi arasındaki ilişkiyi ele almakta ve tutkuların direncini ortadan kaldıracak dedüktif sonuçlandırmaya dayalı bir çözüm sunmaktadır. Bu çerçevenin değerlendirdiği duygu teorisi de Descartes'inkinden oldukça farklı ve yoğun olarak da Stoalılar'dan özellikle de Khrysippos ve Seneca'dan izler taşımaktadır. Stoalılar duyguları dünya hakkındaki yanıltıcı yargılara, yanlış ve zararlı bir biçimde tecrübe etme olarak kabul ettiklerinden kişinin istemesinde ve eyleminde duygulanımlarından bağımsız (duygusuzluk) olması gerektiğini düşünmüşlerdir. Duygusuzluk ise doğal dürtüleri insan için doğal olan duygulan duymamak değil, akılla ilişkisi olmayan bu duygulara ve aşırı dürtülere meydan vermemek, bunların doğmasını önlemek olarak anlaşılmaktadır. Stoalılar böylece ruhun akıllı yönünün akıllı olmayan yönü üzerinde egemenlik kurmasıyla ulaşılabilecek bir erdem dolayısıyla mutluluk kabul etmişlerdir.
Benzer biçimde Spinoza'nın erdem düşüncesi de nihaî olarak kendini kontrol etmeye, duygular ile hareket etmeyip duygulan akıl ile görebilme çabasına dayanır. Bu çerçevede de "Ne yapmalıyım?" "Hayatın anlamı nedir?" gibi sorulan cevaplama amacında olan ve sistematik bir dünya görüşü oluşturmaya çalışan Spinoza bu düşüncelerini Etika adlı temel eserinde dile getirmiştir.
O öncelikle tüm kainatın tek bir tözden oluştuğunu bunun da sonsuz ve sınırsız Tanrı olduğunu, ruh ve maddenin bağımsız birer töz olmayıp yalnızca Tanrı'nın sıfatları olduğunu iddia etmiştir. Böylece hem Descartes'ın dualizminin yarattığı problemlerden uzaklaşmış hem de dünyayı tamamıyla belirlenmiş ve kontrol dışı olarak görmüştür. Bu durumda insan hiçbir şeyi değiştiremez ve kontrol edemez, yalnızca bu işleyişi anlayabilir. İnsanın özgür iradesi yoktur. Varolan tüm fikir ve niyetleri Tanrı 'nın zihninin değişimleridir.
Aynı şekilde insanın duygulanışlannı da "her şeyin kendilerine uyarak meydana geldiği ve bir şekilden başka bir şekle geçtiği tabiat kanunları ve kurallarına" bağlı olarak açıklayan Spinoza naturalist temelli bir duygu anlayışı oluşturmuştur. "Duygulanış deyince bedenin etkileme gücünün artmasına veya eksilmesine sebep olan beden duygulanışlarını, aynı zamanda bu duygulanışlann fikirlerini anlıyorum." diyen Spinoza bedende oluşan değişikliklerle bu değişikliklerin zihindeki yansımasının bütünlüğüne dayalı bir duygu tanımı yapmıştır.
İnsan bedeninin gücünü arttıran ya da eksilten pek çok sayıda duygulanışın varlığını kabul eden Spinoza, örneğin, öfkenin bizi tahrik ettiğini, kederin bizi engellediğini ifade eder. Ayrıca tüm duygulann nihaî olarak haz ve acıya dayalı olarak tanımlanabileceğini de ekler. Sevgi bir dış nedenin fikri ile birlikte olan sevinçten başka bir şey, kin de bir dış neden fikriyle birlikte olan kederden başka bir şey değildir.
Bundan başka bizim dışımızdan kaynaklanan pasif duygular ile kendi tabiatımızın ürünü olan aktif duygulan da birbirinden ayıran Spinoza, ruhun etki ve etkilenme gücü ile duygulanış arasında bir orantının varlığını dile getirir.
Ayrıca iyi ve kötü bilgisini de sevinç ve keder duygulanışına dayalı olarak açıklayarak o ahlakın temeline de duyguyu yerleştirmiştir. Sevinci iyi, kederi ise kötü olarak nitelendirir.
Ona göre insan aklı düstura göre yaşamalıdır. Akılla etki yapmak ve işlemek, yalnız kendi başına göz önüne alman tabiatımızın zorunluluğundan çıkan bu etkileri yapmaktan başka bir şey değildir. Akli yargılar bizim üzerimizde güçlü bilişsel dayanaklar oluştururlar, onlar güçlü ve dayanıklıdır. Tutkulara dayalı olanlar ise kolayca değiştirilebilir. Akli yargıların tutkular üzerindeki bu gücüne bağlı olarak akıl aktif, tutkular pasif olmalıdır. Spinoza bunu, "Ruhun etkileri (aksiyonları) yalnız upuygun fikirlere, edilgileri (ihtirasları) ise yalnız upuygun olmayan fikirlere bağlıdırlar." biçiminde ifade etmekte ve aklın üstünlüğüne vurgu yapmaktadır. Ayrıca o, "akıl ve irade bir ve aynı şeydir" diyerek, Descartes'tan farklı olarak akıl ile irade arasındaki kavramsal ayırımı da ortadan kaldırmaktadır.
Spinoza'nın akıl ile ilişkilendirilmiş irade anlayışı yerini 18. Yüzyıl'da duyumlara ve duygulara dayalı bir irade anlayışına bırakmıştır. Bu konudaki en tipik düşünür de David Hume'dur.
İnsanların duygularım nasıl tecrübe ettiklerini açıklamaya çalışan Hume'un duygu teorisi saf bir duyum teorisidir. O duyguların fiziksel acı ve hazdan tamamıyla farklı olduğunu düşünür. Çünkü ona göre, duyguların belirli, sınırlanabilir fiziksel duyumların rehberliğine ihtiyacı yoktur. Duygular kendine has hislerdir. Bizler bir duyguyu diğerinden nasıl hissedildiğini belirleyerek ayırt edebiliriz.
Hume derin düşünsel izlenimler olarak değerlendirdiği tutkuyu, kökensel bir varoluş ya da varoluş değişkisi olarak belirlemekte, tutkuya gerçeklik ve akıl tarafından karşı çıkılabilmesi ya da onun bunlarla çelişik olmasının da imkansız olduğunu ifade etmektedir. Çünkü o, aklın iradi eylem için bir motif olamayacağını, irade ve istemenin yönlendirilmesinde tutkuya rakip olamayacağını kabul eder. Hatta ona göre akıl tutkuların kölesidir ve tutkulara itaat ve hizmet etmekten başka görev iddiasında bulunamaz.
Hume'un akıl dışında, duygulara dayalı olarak şekillendirdiği ahlak anlayışına bağlı olarak irade de duyumsal ve duygusal bir içerikle ele alınmakta, böylece insanın öznel eyleminde 17. Yüzyıl düşüncesinde terk edilmiş olan doğal irade düşüncesi ile bir bağ oluşturulmaktadır. Nitekim bu yönlenimin bir uzantısı Nietzsche'nin düşüncesinde de ortaya çıkmaktadır.
Nietzsche, "İyinin ve Kötünün Ötesinde" adlı eserinde iradenin her şeyden önce karmaşık bir şey olduğundan ve yalnızca sözde kalan bir birliği olduğundan bahsetmektedir. Ancak iradenin bir kelimeden daha fazla bir şey olmadığını vurgularken onun bir tutku, bir duygulanım ve bir his olduğunu kabul etmekten de uzaklaşmamaktadır.
Aynı şekilde "isteme gücü" kavramını biçimlendirirken de öncelikle hissetme gücünün varlığını kabul etmekte ve böylece hissetmeyi iradenin kendisine dayandırmaktadır. Duygulanım ve tutku temel bir olgu olarak, oluşun ve eylemin özünde yer almaktadır. Bu durumda da irade tüm hislerin kendinden kaynaklandığı ilkel bir duygulanım biçimine dönüşmektedir.
Bu çerçevede de Nietzsche iradeyi tutku, hissetme ve duygulanım ile eşitleyen bir anlayışa sahip olmaktadır. Beşeri varlık öncelikle duygulanma yeteneğindeki varlıktır. O amaçların doğasından kaynaklanan istekler ağının ortasında bulunmaktadır. Ve kişi kendini onlara sahip olarak onların üstünde belirler. Bu da bize insanın bir istek dar anlamı ile bir irade varlığı olduğunu gösterir.
Bununla birlikte, Nietzsche'nin iradedeki duygu yönünü ele alan bu düşüncesi 19.ve 20. Yüzyıl felsefesinde aynı yönde gelişmemiştir. Zira, 19. Yüzyıl'da psikolojinin bağımsız bir disiplin olarak varlığını sürdürmeye başlaması ve etkisini artırması ile iradedeki o incelikli duygu akıl ilişkisi de kaybolmuştur. Konuya ilişkin yapılan değerlendirmeler de ya psikolojinin duygu araştırmaları çerçevesinde psikolojik nitelikli ya da felsefedeki kavramsal analize dayalı duygu değerlendirmeleri olmuştur. Oysa konu ile ilgili gerek psikolojik gerekse metafîziksel nitelikli ayrıntılı incelemelere ihtiyaç vardır. Felsefe çalışmalarında ihmal edilen bu konuda da gayret biz felsefecilere düşmektedir.
Descartes bunlara duygu adını da verebileceğimizi ifade etmektedir. Bedene etki edildiğinde meydana gelen duygulan incelerken Descartes, kendisinden önceki düşünürlerin ihtirasları iki gruba ayırmalarının yanlışlığına dikkat çekmekte ve altılı bir sınıflama yapmaktadır. Temel ve ilk ihtirasların sayısının altı; bunların da "hayranlık", "aşk ve sevgi", "nefret veya kin", "arzu", "neşe veya sevinç" ve "keder veya hüzün" olduğunu iddia etmektedir. Bu çerçevede örneğin "öfke", "kendini sevme" ile birleşmiş bir tür şiddetli nefret olarak çözümlenmektedir.
Descartes'ın duyguların doğası ile ilgili bu açıklamalarında iki nokta dikkat çekicidir. Bunlardan ilki duyguların psiko-fiziksel etkilerinin araştırılması, diğeri de duyguların kontrol edilmesidir. Ancak her iki konu ile de ilişkili olarak öncelikle bedendeki fizyolojik değişimleri belirlemek gerekmektedir. Zira duyguların kontrol edilmesi, insanın duygularına hakim olması ve ustalıkla kullanmasını öğrenmesi, yani bilgelik ile ilişkili olmaktadır. Bu da insanın kendi doğasındaki eksiklikleri düzeltmesi, yani kendinde kanın ve can ruhlannm hareketi ile onlara katılan düşünceleri birbirinden ayırmaya çaba göstermesi ile bağıntılıdır. Çünkü Descartes'a göre, duygulara sebep olan nesnelerin kanda kamçıladığı bu hareketler, ruhun hiçbir payı olmaksızın, dimağda açığa çıkan ve organların durumuna bağlı olan izlenimleri pek büyük bir süratle takip ederler; öyle ki, hiçbir insan bilgeliği, önceden yeterince hazırlanmadıkça, bunlara karşı gelemez. Dolayısıyla bu tür bir hakimiyet için irade tek başına yeterli değildir. Çünkü bedenimizdeki ilgili fizyolojik değişimleri denetieyemeyiz. Ancak dikkatli bir uğraş sonucu akla sahip olan bizler fizyolojik değişimlerimizi ruhun hizmetine girebilecek şekilde
yönlendirebiliriz.
Buna bağlı olarak, Descartes iradenin bu konudaki belirleyici rolünün üzerinde durmakta ve akıl ile irade arasında kavramsal bir ayırım da yapmaktadır. "Bir yargıda bulunmak için akıl elbette gereklidir, çünkü hiçbir şekilde algılamadığımız bir şey için yargıda bulunamayız; ancak bir şekilde algılanan bir şey hakkında karar verebilmek için irade de gereklidir." diyerek bu ayırımı dile getirmektedir.
Descartes'in takipçisi Benedict Spinoza ise irade ile ilgili görüşlerini etik teorisinin bir parçası olarak ele almıştır. Spinoza irade ile ilgili görüşlerinde tutkuların eğilimi ile etik bilgi arasındaki ilişkiyi ele almakta ve tutkuların direncini ortadan kaldıracak dedüktif sonuçlandırmaya dayalı bir çözüm sunmaktadır. Bu çerçevenin değerlendirdiği duygu teorisi de Descartes'inkinden oldukça farklı ve yoğun olarak da Stoalılar'dan özellikle de Khrysippos ve Seneca'dan izler taşımaktadır. Stoalılar duyguları dünya hakkındaki yanıltıcı yargılara, yanlış ve zararlı bir biçimde tecrübe etme olarak kabul ettiklerinden kişinin istemesinde ve eyleminde duygulanımlarından bağımsız (duygusuzluk) olması gerektiğini düşünmüşlerdir. Duygusuzluk ise doğal dürtüleri insan için doğal olan duygulan duymamak değil, akılla ilişkisi olmayan bu duygulara ve aşırı dürtülere meydan vermemek, bunların doğmasını önlemek olarak anlaşılmaktadır. Stoalılar böylece ruhun akıllı yönünün akıllı olmayan yönü üzerinde egemenlik kurmasıyla ulaşılabilecek bir erdem dolayısıyla mutluluk kabul etmişlerdir.
Benzer biçimde Spinoza'nın erdem düşüncesi de nihaî olarak kendini kontrol etmeye, duygular ile hareket etmeyip duygulan akıl ile görebilme çabasına dayanır. Bu çerçevede de "Ne yapmalıyım?" "Hayatın anlamı nedir?" gibi sorulan cevaplama amacında olan ve sistematik bir dünya görüşü oluşturmaya çalışan Spinoza bu düşüncelerini Etika adlı temel eserinde dile getirmiştir.
O öncelikle tüm kainatın tek bir tözden oluştuğunu bunun da sonsuz ve sınırsız Tanrı olduğunu, ruh ve maddenin bağımsız birer töz olmayıp yalnızca Tanrı'nın sıfatları olduğunu iddia etmiştir. Böylece hem Descartes'ın dualizminin yarattığı problemlerden uzaklaşmış hem de dünyayı tamamıyla belirlenmiş ve kontrol dışı olarak görmüştür. Bu durumda insan hiçbir şeyi değiştiremez ve kontrol edemez, yalnızca bu işleyişi anlayabilir. İnsanın özgür iradesi yoktur. Varolan tüm fikir ve niyetleri Tanrı 'nın zihninin değişimleridir.
Aynı şekilde insanın duygulanışlannı da "her şeyin kendilerine uyarak meydana geldiği ve bir şekilden başka bir şekle geçtiği tabiat kanunları ve kurallarına" bağlı olarak açıklayan Spinoza naturalist temelli bir duygu anlayışı oluşturmuştur. "Duygulanış deyince bedenin etkileme gücünün artmasına veya eksilmesine sebep olan beden duygulanışlarını, aynı zamanda bu duygulanışlann fikirlerini anlıyorum." diyen Spinoza bedende oluşan değişikliklerle bu değişikliklerin zihindeki yansımasının bütünlüğüne dayalı bir duygu tanımı yapmıştır.
İnsan bedeninin gücünü arttıran ya da eksilten pek çok sayıda duygulanışın varlığını kabul eden Spinoza, örneğin, öfkenin bizi tahrik ettiğini, kederin bizi engellediğini ifade eder. Ayrıca tüm duygulann nihaî olarak haz ve acıya dayalı olarak tanımlanabileceğini de ekler. Sevgi bir dış nedenin fikri ile birlikte olan sevinçten başka bir şey, kin de bir dış neden fikriyle birlikte olan kederden başka bir şey değildir.
Bundan başka bizim dışımızdan kaynaklanan pasif duygular ile kendi tabiatımızın ürünü olan aktif duygulan da birbirinden ayıran Spinoza, ruhun etki ve etkilenme gücü ile duygulanış arasında bir orantının varlığını dile getirir.
Ayrıca iyi ve kötü bilgisini de sevinç ve keder duygulanışına dayalı olarak açıklayarak o ahlakın temeline de duyguyu yerleştirmiştir. Sevinci iyi, kederi ise kötü olarak nitelendirir.
Ona göre insan aklı düstura göre yaşamalıdır. Akılla etki yapmak ve işlemek, yalnız kendi başına göz önüne alman tabiatımızın zorunluluğundan çıkan bu etkileri yapmaktan başka bir şey değildir. Akli yargılar bizim üzerimizde güçlü bilişsel dayanaklar oluştururlar, onlar güçlü ve dayanıklıdır. Tutkulara dayalı olanlar ise kolayca değiştirilebilir. Akli yargıların tutkular üzerindeki bu gücüne bağlı olarak akıl aktif, tutkular pasif olmalıdır. Spinoza bunu, "Ruhun etkileri (aksiyonları) yalnız upuygun fikirlere, edilgileri (ihtirasları) ise yalnız upuygun olmayan fikirlere bağlıdırlar." biçiminde ifade etmekte ve aklın üstünlüğüne vurgu yapmaktadır. Ayrıca o, "akıl ve irade bir ve aynı şeydir" diyerek, Descartes'tan farklı olarak akıl ile irade arasındaki kavramsal ayırımı da ortadan kaldırmaktadır.
Spinoza'nın akıl ile ilişkilendirilmiş irade anlayışı yerini 18. Yüzyıl'da duyumlara ve duygulara dayalı bir irade anlayışına bırakmıştır. Bu konudaki en tipik düşünür de David Hume'dur.
İnsanların duygularım nasıl tecrübe ettiklerini açıklamaya çalışan Hume'un duygu teorisi saf bir duyum teorisidir. O duyguların fiziksel acı ve hazdan tamamıyla farklı olduğunu düşünür. Çünkü ona göre, duyguların belirli, sınırlanabilir fiziksel duyumların rehberliğine ihtiyacı yoktur. Duygular kendine has hislerdir. Bizler bir duyguyu diğerinden nasıl hissedildiğini belirleyerek ayırt edebiliriz.
Hume derin düşünsel izlenimler olarak değerlendirdiği tutkuyu, kökensel bir varoluş ya da varoluş değişkisi olarak belirlemekte, tutkuya gerçeklik ve akıl tarafından karşı çıkılabilmesi ya da onun bunlarla çelişik olmasının da imkansız olduğunu ifade etmektedir. Çünkü o, aklın iradi eylem için bir motif olamayacağını, irade ve istemenin yönlendirilmesinde tutkuya rakip olamayacağını kabul eder. Hatta ona göre akıl tutkuların kölesidir ve tutkulara itaat ve hizmet etmekten başka görev iddiasında bulunamaz.
Hume'un akıl dışında, duygulara dayalı olarak şekillendirdiği ahlak anlayışına bağlı olarak irade de duyumsal ve duygusal bir içerikle ele alınmakta, böylece insanın öznel eyleminde 17. Yüzyıl düşüncesinde terk edilmiş olan doğal irade düşüncesi ile bir bağ oluşturulmaktadır. Nitekim bu yönlenimin bir uzantısı Nietzsche'nin düşüncesinde de ortaya çıkmaktadır.
Nietzsche, "İyinin ve Kötünün Ötesinde" adlı eserinde iradenin her şeyden önce karmaşık bir şey olduğundan ve yalnızca sözde kalan bir birliği olduğundan bahsetmektedir. Ancak iradenin bir kelimeden daha fazla bir şey olmadığını vurgularken onun bir tutku, bir duygulanım ve bir his olduğunu kabul etmekten de uzaklaşmamaktadır.
Aynı şekilde "isteme gücü" kavramını biçimlendirirken de öncelikle hissetme gücünün varlığını kabul etmekte ve böylece hissetmeyi iradenin kendisine dayandırmaktadır. Duygulanım ve tutku temel bir olgu olarak, oluşun ve eylemin özünde yer almaktadır. Bu durumda da irade tüm hislerin kendinden kaynaklandığı ilkel bir duygulanım biçimine dönüşmektedir.
Bu çerçevede de Nietzsche iradeyi tutku, hissetme ve duygulanım ile eşitleyen bir anlayışa sahip olmaktadır. Beşeri varlık öncelikle duygulanma yeteneğindeki varlıktır. O amaçların doğasından kaynaklanan istekler ağının ortasında bulunmaktadır. Ve kişi kendini onlara sahip olarak onların üstünde belirler. Bu da bize insanın bir istek dar anlamı ile bir irade varlığı olduğunu gösterir.
Bununla birlikte, Nietzsche'nin iradedeki duygu yönünü ele alan bu düşüncesi 19.ve 20. Yüzyıl felsefesinde aynı yönde gelişmemiştir. Zira, 19. Yüzyıl'da psikolojinin bağımsız bir disiplin olarak varlığını sürdürmeye başlaması ve etkisini artırması ile iradedeki o incelikli duygu akıl ilişkisi de kaybolmuştur. Konuya ilişkin yapılan değerlendirmeler de ya psikolojinin duygu araştırmaları çerçevesinde psikolojik nitelikli ya da felsefedeki kavramsal analize dayalı duygu değerlendirmeleri olmuştur. Oysa konu ile ilgili gerek psikolojik gerekse metafîziksel nitelikli ayrıntılı incelemelere ihtiyaç vardır. Felsefe çalışmalarında ihmal edilen bu konuda da gayret biz felsefecilere düşmektedir.