2. Problemin dolaylı ortaya konması: Psikolojizmin etkileri
|
Tanrı var mıdır? Bugün bu problem seyrek olarak dogrudan bir biçimde ortaya konmaktadır. İnançlı veya inançsız olsunlar, bugün insanlar karşısındakilerin tutumlarına kanıtlarla cevap vermek yerine, eleştirmek istedikleri tezin kaynagında biyolojik, psikolojik, toplumsal motiflerin varlıgını ortaya çıkararak, bu tutumu dolaylı bir yöntemle alt etmeye çalışmaktadırlar. Böyle bir yöntem, psikolojizm olarak adlandırılabilir.
Bu "taktik" yeni degildir; o, tanrı savunmacıları, özellikle din ve ahlak vaizleri tarafından her zaman uygulanmıştır. Dogrudan dogruya inançsız kişinin kanıtlarını tartışmak yerine ona şöyle denmiştir: Siz gururunuz nedeniyle Tanrı’ya inanmayı reddediyorsunuz, çünkü sizden üstün ve kendisine bagımlı olacagınız bir varlıgı kabul etmek istemiyorsunuz. Aynı şekilde en yüksek bir yargıca inanmanız, sınır tanımayan tutkularınızın tatminini rahatsız edecektir. Dinsizlerin İman Kitabı adlı eserinde Père Sertillanges şunları söyler: "Tanrıtanımaz materyalizmin iki avantajı vardır: O, evreni gururumuz için muhteşem bir oyuncak ve tutkularımız için serbest bir mekan kılar." Sertillanges, belagat gücü yüksek bir vaizin şu sözlerini büyük bir memnuniyetle zikretmektedir: "...dibinde gögün yansıdıgını görmeksizin suda domuzun suratını arayan, haz peşinde koşan tanrıtanımaz..."
Bu tartışma yöntemi tanrıtanımazlar tarafından da aynı yaygınlıkta kullanılır. Herkes Nietzsche’nin Hıristiyanlıga yönelttigi eleştiriyi bilir: Hıristiyanlar bu dünyadaki mutsuzluklarını telafi için kendilerine bir öte dünya yaratmış olan köleler, hayatta yenilmişlerdir. Onlar gerçek degerlere, efendilerin ve güçlülerin degerlerine katılamamalarının tesellisi olarak sahte degerler yaratmışlardır. Beden saglıgına sahip olmadıkları için ruhun kurtuluşu masalını uydurmuşlardır. "Bu dünyaya iftira etmek, onu kirletmek için başka bir dünya icat etmişlerdir." İçgüdülerinin eksiksiz biçimde tatmini anlamına gelen dünya zevklerinden pay alamadıkları için "günah" kavramını ortaya atmışlardır.
Ancak dinsel tutumun psiko-sosyolojik eleştirisini başlatan Ludwig Feuerbach ve Karl Marx olmuştur. Feuerbach, hegelci yabancılaşma temasını, materyalist bir perspektife aktarmıştır. Hegel’e göre (eger Tanrı isterse) İdea, kendini gizler. Tam olarak kendini göstermeden önce geçici olarak tarihte kendine yabancılaşır. Feuerbach’a göre bunun tam tersine bu dünyada gerçekleştiremedigi adalet rüyasını kendinden ayırarak, kendisine yabancılaştırarak göge yansıtan, insandır. Adalet, sevgi, bilgelik insan bilincinin özellikleridir, onlar "fantastik" bir biçimde Tanrı’ya yansıtılan insani ideallerdir: Feuerbach, "Tanrılar, isanın gerçekleşmiş arzularıdır" der ve ona Marx’ın hayran oldugu şu çarpıcı cümleyi ekler: "Yoksul insanın zengin bir tanrısı vardır." Böylece Tanrı, hayali bir gerçeklik adına aslında kendisine ait olan bir şeyin elinden alınmış oldugu insanın hayali bir yansıtmasından başka bir şey degildir. Tanrı’nın ve öte dünyanın varlıgını inkar etmek, o halde, insan için kendi malını yeniden ele geçirmesinden başka bir şey olmayacaktır.
Marx, Feuerbach’ın temalarını benimseyerek açıklıga kavuşturur: Dünya üzerinde insanın insanı sömürmesiyle insani degerler ayaklar altına alınmıştır. O zaman bu degerler dinsel masallar biçiminde göge yansıtılır. Çünkü Marx’a göre din "halkın afyonu, kalpsiz bir dünyanın kalbidir". Sömürenler yeryüzünde sömürdükleri insanlara, kendilerinden mahrum ettikleri nimetleri öte dünyada vaat ederler.
Tanrıya inanmayanın önünde başka dolaylı eleştiri sistemleri de vardır. O, Freud’a da başvurabilir. Freud kendisine tanrı inancında çocugun babaya karşı sevgisinin bir aktarımının, adil, iyi ve her şeye gücü yeten bir babanın koruması altında çocukluga nostaljik bir dönüşün söz konusu oldugunu gösterecektir. "Babanın ölüşü, Tanrı’nın doguşudur". O Bergson’dan da bir eleştiriyi ödünç alabilir. Bu, aslında Ahlak ve Dinin İki Kaynagı’nın yazarının statik dinleri, sosyolojik biçimlerinde donmuş olan ilkel dinleri açıklamakta kullandıgı bir eleştiridir. Buna göre ölüm korkusu, bilinçli bir varlıkta, gelecege inanç duygusu tarafından telafi edilen bir kaygı yaratır. Başarısızlık korkusu, insanların iyiligini isteyen bir güce inanmayla telafi edilir. Dinsel inançlar basit olarak aklın berrak görüşünün insanı çöküntüye götürecegi şeye (ölüm korkusuna, önceden kestirilemeyen şeylerin yarattıgı yılgınlıga) karşı içgüdünün kendini savunma tepkisidir. O halde din, ruhun hayatının bir anı degil, yaşama içgüdüsünün hizmetinde olan bir araçtır. Dinsel mitolojinin herhangi bir dogruluk degeri yoktur, biyolojik bir işlevi vardır. Bergson’un ilkel dinlerde gözlemledigi dinin efsane yaratma işlevi budur.
Nihayet inanmayan bir kişi Durkheim’da da (Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri) silahlar bulacak ve tanrıcıya şöyle diyecektir: "Tanrı sembolik adı altında siz, sizi aşan, sizi kendi üzerinize yükselten toplumun bilincine varıyorsunuz.” (Toplumsal hayatın seremonilerinde birey teselli edici ve güçlendirici bir etkinin kendisine nüfuz ettigini hisseder.)
Psikolojizm hakkında ne düşünecegiz? Jean Lacroix’nin dedigi gibi, ister din ve ahlak vaizlerinin, ister Tanrı’ya inanmayanların psikolojizmi olsun, her psikolojizm "kanıtlara kanıtlarla karşı çıkmayı reddeder, bir sistemi dogrudan bir tarzda gerekçelerle sarsmaya degil, biyolojik, psikolojik ve toplumsal temellerini göstererek yıkmaya çalışır".
Böylece psikolojizm metafizik soruyu cevaplandırılmamış bırakır. Şüphesiz eger metafizik tercihlerimizi, gerçekten onlara karışması mümkün olan tüm duygusal veya toplumsal motiflerden arındırmak üzere, onu kendimize uygularsak bu eleştiri yöntemi verimlidir. Ama bu yöntemin kapsamı tamamen psikolojiktir. Bay Dupont’un kendini rahatça tutkularına bırakması için tanrıtanımaz olması mümkündür. Bay Durand’ın ise ölümden korktugu için tanrıya inanıyor olması mümkündür. Bu bize bay Dupont ve bay Durant hakkında birçok bilgi verir, ama Tanrı’nın varlıgı problemini çözmemize katkıda bulunmaz. Dolayısıyla bu konuda her iki grubun görüşlerini dinleyerek bu problemi dogrudan ortaya koymamızın zamanıdır.
Bu "taktik" yeni degildir; o, tanrı savunmacıları, özellikle din ve ahlak vaizleri tarafından her zaman uygulanmıştır. Dogrudan dogruya inançsız kişinin kanıtlarını tartışmak yerine ona şöyle denmiştir: Siz gururunuz nedeniyle Tanrı’ya inanmayı reddediyorsunuz, çünkü sizden üstün ve kendisine bagımlı olacagınız bir varlıgı kabul etmek istemiyorsunuz. Aynı şekilde en yüksek bir yargıca inanmanız, sınır tanımayan tutkularınızın tatminini rahatsız edecektir. Dinsizlerin İman Kitabı adlı eserinde Père Sertillanges şunları söyler: "Tanrıtanımaz materyalizmin iki avantajı vardır: O, evreni gururumuz için muhteşem bir oyuncak ve tutkularımız için serbest bir mekan kılar." Sertillanges, belagat gücü yüksek bir vaizin şu sözlerini büyük bir memnuniyetle zikretmektedir: "...dibinde gögün yansıdıgını görmeksizin suda domuzun suratını arayan, haz peşinde koşan tanrıtanımaz..."
Bu tartışma yöntemi tanrıtanımazlar tarafından da aynı yaygınlıkta kullanılır. Herkes Nietzsche’nin Hıristiyanlıga yönelttigi eleştiriyi bilir: Hıristiyanlar bu dünyadaki mutsuzluklarını telafi için kendilerine bir öte dünya yaratmış olan köleler, hayatta yenilmişlerdir. Onlar gerçek degerlere, efendilerin ve güçlülerin degerlerine katılamamalarının tesellisi olarak sahte degerler yaratmışlardır. Beden saglıgına sahip olmadıkları için ruhun kurtuluşu masalını uydurmuşlardır. "Bu dünyaya iftira etmek, onu kirletmek için başka bir dünya icat etmişlerdir." İçgüdülerinin eksiksiz biçimde tatmini anlamına gelen dünya zevklerinden pay alamadıkları için "günah" kavramını ortaya atmışlardır.
Ancak dinsel tutumun psiko-sosyolojik eleştirisini başlatan Ludwig Feuerbach ve Karl Marx olmuştur. Feuerbach, hegelci yabancılaşma temasını, materyalist bir perspektife aktarmıştır. Hegel’e göre (eger Tanrı isterse) İdea, kendini gizler. Tam olarak kendini göstermeden önce geçici olarak tarihte kendine yabancılaşır. Feuerbach’a göre bunun tam tersine bu dünyada gerçekleştiremedigi adalet rüyasını kendinden ayırarak, kendisine yabancılaştırarak göge yansıtan, insandır. Adalet, sevgi, bilgelik insan bilincinin özellikleridir, onlar "fantastik" bir biçimde Tanrı’ya yansıtılan insani ideallerdir: Feuerbach, "Tanrılar, isanın gerçekleşmiş arzularıdır" der ve ona Marx’ın hayran oldugu şu çarpıcı cümleyi ekler: "Yoksul insanın zengin bir tanrısı vardır." Böylece Tanrı, hayali bir gerçeklik adına aslında kendisine ait olan bir şeyin elinden alınmış oldugu insanın hayali bir yansıtmasından başka bir şey degildir. Tanrı’nın ve öte dünyanın varlıgını inkar etmek, o halde, insan için kendi malını yeniden ele geçirmesinden başka bir şey olmayacaktır.
Marx, Feuerbach’ın temalarını benimseyerek açıklıga kavuşturur: Dünya üzerinde insanın insanı sömürmesiyle insani degerler ayaklar altına alınmıştır. O zaman bu degerler dinsel masallar biçiminde göge yansıtılır. Çünkü Marx’a göre din "halkın afyonu, kalpsiz bir dünyanın kalbidir". Sömürenler yeryüzünde sömürdükleri insanlara, kendilerinden mahrum ettikleri nimetleri öte dünyada vaat ederler.
Tanrıya inanmayanın önünde başka dolaylı eleştiri sistemleri de vardır. O, Freud’a da başvurabilir. Freud kendisine tanrı inancında çocugun babaya karşı sevgisinin bir aktarımının, adil, iyi ve her şeye gücü yeten bir babanın koruması altında çocukluga nostaljik bir dönüşün söz konusu oldugunu gösterecektir. "Babanın ölüşü, Tanrı’nın doguşudur". O Bergson’dan da bir eleştiriyi ödünç alabilir. Bu, aslında Ahlak ve Dinin İki Kaynagı’nın yazarının statik dinleri, sosyolojik biçimlerinde donmuş olan ilkel dinleri açıklamakta kullandıgı bir eleştiridir. Buna göre ölüm korkusu, bilinçli bir varlıkta, gelecege inanç duygusu tarafından telafi edilen bir kaygı yaratır. Başarısızlık korkusu, insanların iyiligini isteyen bir güce inanmayla telafi edilir. Dinsel inançlar basit olarak aklın berrak görüşünün insanı çöküntüye götürecegi şeye (ölüm korkusuna, önceden kestirilemeyen şeylerin yarattıgı yılgınlıga) karşı içgüdünün kendini savunma tepkisidir. O halde din, ruhun hayatının bir anı degil, yaşama içgüdüsünün hizmetinde olan bir araçtır. Dinsel mitolojinin herhangi bir dogruluk degeri yoktur, biyolojik bir işlevi vardır. Bergson’un ilkel dinlerde gözlemledigi dinin efsane yaratma işlevi budur.
Nihayet inanmayan bir kişi Durkheim’da da (Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri) silahlar bulacak ve tanrıcıya şöyle diyecektir: "Tanrı sembolik adı altında siz, sizi aşan, sizi kendi üzerinize yükselten toplumun bilincine varıyorsunuz.” (Toplumsal hayatın seremonilerinde birey teselli edici ve güçlendirici bir etkinin kendisine nüfuz ettigini hisseder.)
Psikolojizm hakkında ne düşünecegiz? Jean Lacroix’nin dedigi gibi, ister din ve ahlak vaizlerinin, ister Tanrı’ya inanmayanların psikolojizmi olsun, her psikolojizm "kanıtlara kanıtlarla karşı çıkmayı reddeder, bir sistemi dogrudan bir tarzda gerekçelerle sarsmaya degil, biyolojik, psikolojik ve toplumsal temellerini göstererek yıkmaya çalışır".
Böylece psikolojizm metafizik soruyu cevaplandırılmamış bırakır. Şüphesiz eger metafizik tercihlerimizi, gerçekten onlara karışması mümkün olan tüm duygusal veya toplumsal motiflerden arındırmak üzere, onu kendimize uygularsak bu eleştiri yöntemi verimlidir. Ama bu yöntemin kapsamı tamamen psikolojiktir. Bay Dupont’un kendini rahatça tutkularına bırakması için tanrıtanımaz olması mümkündür. Bay Durand’ın ise ölümden korktugu için tanrıya inanıyor olması mümkündür. Bu bize bay Dupont ve bay Durant hakkında birçok bilgi verir, ama Tanrı’nın varlıgı problemini çözmemize katkıda bulunmaz. Dolayısıyla bu konuda her iki grubun görüşlerini dinleyerek bu problemi dogrudan ortaya koymamızın zamanıdır.