3. Ahlaki iyi ve kötünün rasyonelligi - dinselligi
|
Mu’tezile ekolü, altın çagını, Abbasiler döneminde yaşamıştır. Abbasilerin çöküşüyle bu ekol varlıgını cılız da olsa Zeydî-Şii mezhebi içinde sürdürmüştür. Sünni Eş’arîlik ortaya çıkınca, halifeler ve sultanlar bu ekolü bir anlamda devletin resmi ideolojisi olarak desteklemiş ve kitlelere yayılmasını saglamışlardır. Mu’tezile, Sünni bilim adamlarınca "sapkın" ilan edilmiş, devlet tarafından da yer yer takibata ugramıştır. Abbasilerin çöküşü ile Mu’tezile de etkisini giderek yitirmiştir.
Mâtûrîdîlik ise,İslam imparatorluklarının bir anlamda "taşra"sında kaldıgı için, fazla gelişmemiş ve kitleselleşememiştir. Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarının kültür merkezlerinde ve medreselerinde yaklaşık bin yıl boyunca (örnegin Nizamiye Medreselerinden başlayarak) Eş’arîligin görüşleri okutulmuştur.
Teoloji, metodolojisini ve konularını tarihte oluşturması dolayısıyla, dogal olarak, bir yönüyle tarihsel bir disiplindir. Bundan dolayıİslam teolojisinin birçok konusu da tarihte kalmıştır. Fakat İslam teolojisinin ele alıp tartıştıgı öyle konular vardır ki bugün de genel teoloji ve özeldeİslam teolojisi içinde hala güncelligini ve sorun oluşunu korumaktadır.
Örnek olarak,İslam teolojisinin üç başat ekolünün (Mu’tezile, Eş’arîlik, Mâtûrîdîlik) ahlak bakımından iyi ve kötünün rasyonel mi yoksa dinsel (vahye baglı) mi oldugu; insanın Tanrı karşısındaki ahlaki konumu (kader); yeryüzündeki kötülüklerin Tanrı’nın (mutlak iyi olan) iradesiyle bagdaştırılması ve dogada nedenselligin olup olmadıgı sorunlarına bakışlarını karşılaştırmalı bir tarzda özetlemeye çalışacagız.
Mu’tezileye göre ahlaki iyi ve kötü insan eylemlerinin bizzat dogasında olan özsel niteliklerdir. Bir insan eylemini veya bir insani ilişkiyi iyi ve kötü yapan şey, bu eylemin veya ilişkinin bizzat kendi dogasında mevcuttur. Örnegin: Yalan söylemeyi "kötü" yapan şey, yalanın bizzat kendisidir. İnsan aklı eylemlerin dogasında olan bu iyiligi ve kötülügü keşfeder. Yoksa eylemler insanların onlara iyi veya kötü demesiyle bu nitelikleri kazanmazlar. Dolayısıyla, eylemler iyi ve kötü, adalet ve zulüm olma niteliklerini Tanrı’nın iradesinden de almazlar. Yoksullara yardım etmek kendiliginden "iyi" oldugu için, insan aklı buradaki iyiligi keşfetmiştir. Tanrı da, yoksullara yardım etmek, bizzat iyi oldugu için onu insanlara tavsiye etmiştir. Vahiy gelmeden önce insan aklı, ahlaki iyi ve kötünün ne oldugunu bilme kabiliyetine sahip oldugu için ahlakın bir otonomlugu söz konusudur. İnsan aklı, ahlaki iyi ve kötünün bir kısmını direkt ve zorunlu olarak apaçık bir şekilde görür, bir kısmını da düşünerek ve akli çıkarımlar yaparak görür. Vahiy, aklın iyi dedigine iyi, kötü dedigine kötü der. Vahyin asıl işlevi, insanları iyilige teşvik etmek ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Vahiy, ahlaki iyiye "sevap", ahlaki kötülüge ise "günah" gibi metafizik nitelikler ekler.İnsanlar vahiy ve peygamberlerle karşılaşmasalar da akıllarıyla Allah’ın varlıgına, birligine inanmak ve ahlaki dogruları bulmakla yükümlüdürler.
Bazı Mu’tezile bilginleri ahlaki iyiyi erdem yapan şeyin eylemin dogasında bulunan yarar ve huzur, sevinç, mutluluk verici özelligine baglarken; bazıları da Kant’ın ahlak felsefesinde oldugu gibi, o eylemin insan onurunu koruması ve ödev oluşuna baglar. Mu’tezile’ye göre insanlar arasındaki ahlaki anlaşmazlıgın nedeni, insanların yanlış inançları, bilgisizlikleri ve içgüdülerine uymalarıdır. Örnegin, İslam tarihindeki Haricilerin birçok Müslümanı acımasızca öldürmelerinin nedeni, onların cahil bir kitle oluşu ve birtakım yanlış inançlarına bagnazca baglanmalarıdır.
Eş’arîligin görüşleri genel olarak, bu konuda Mu’tezile’nin tam zıddıdır. Onlara göre eylemler, kendi dogalarında bizzat iyi ve kötü degildirler. Onlar iyilik ve kötülüklerini Tanrı’nın iradesinden alırlar. Örnegin, eger Tanrı yalan söylemenin "iyi" oldugunu söyleseydi, yalan iyi bir şey olurdu. Tanrı yalan söylemenin "kötü" oldugunu söyledigi için yalan kötüdür. İnsan aklı, tek başına ahlaki iyi ve kötünün ne oldugunu bilemez. Ancak Tanrı’nın vahiy yoluyla bildirmesiyle bilebilir.
Eş’arîler insanlık tarihindeki ahlaki görüş ayrılıklarını gerekçe göstererek böyle bir sonuca varırlar. Vahiy olmadan insan aklı ne Tanrının birligine inanmak ne de ahlaki iyi ve kötüyü görmek ve yapmakla yükümlüdür. Yükümlülügün biricik kaynagı vahiydir.
Mu’tezile ile Eş’arîlik arasında orta bir yol bulmaya çalışan Mâtûrîdîlik, eylemlerin kendi dogalarında iyi ve kötü oldugu, ayrıca aklın eylemlerin dogasındaki bu iyiligi ve kötülügü görebilecegi konusunda Mu’tezile ile aynı görüştedir. Allah, emir ve yasaklarını bildirirken bu iyiligi ve kötülügü göz önünde bulundurmuştur. Ancak Mâtûrîdîler, insan aklının vahiy olmadan Tanrı’nın varlıgına ve birligine inanma ve ahlaki dogrulara uyma yükümlülügünün olmadıgına inanarak Mu’tezile’den ayrılırlar, Eş’arîlere yaklaşırlar.
Mâtûrîdî, insanların arzu, dürtü, alışkanlık, çevre, toplum ve kültürden kaynaklanan ahlaki anlaşmazlıklardan ancak vahiy yardımıyla kurtulabilecekleri kanaatindedir. Mâtûrîdî, akıl ile vahyin birbiriyle çelişmeyen ve birbirini tamamlayan iki bilgi kaynagı oldugunu ileri sürer.
a. Ezeli takdir sorunu (kader)
Tanrı’nın mutlak iradesi karşısında insanın özgürlügü ve sorumlulugu (kaza ve kader) sorununa gelecek olursak; bu sorunun, bütün semavi dinlerin, hatta insanlıgın temel ve genel bir sorunu oldugunu öncelikle belirtmeliyiz. Henüz sistematik teoloji disiplini oluşmadan önce, ilk defa Cehm b. Safvan adındaki düşünürün Tanrı’nın iradesi karşısında insanın hiçbir gücü ve bagımsızlıgı olmadıgı, insanın bütün eylemlerine Tanrı tarafından zorlandıgı şeklinde görüşler ileri sürdügünü belirtmiştik. Bu görüş belli bir taraftar kitlesi de bulmuştur. Bunlara "Cebriyye" denmiştir.
Muaviye başta olmak üzere, Emevi hükümdarları bu görüşü kendi çıkarları dogrultusunda yaygınlaştırmaya çalışmışlardı. Mu’tezile, sistematik teolojiyi kurmadan önce Hasan el-Basrî, Vasıl b. Atâ’, Gaylan ve Ma’bed el-Cühenî gibi önemli kişiler bu görüşle mücadele etmiş, insanın eylemlerinde özgür oldugu ve bunlardan sorumlu tutulacagını ileri sürmüşlerdir. Mu’tezile, bu görüşü rasyonel olarak temellendirmiş ve sistemli hale getirmiştir.
Mu’tezile bu soruna, hem metafizik boyuttan hem de ahlaki boyuttan bakarak çözmeye çalışmıştır. Metafizik boyuttan bakarken, Tanrı’yı mutlak adil olarak gördükleri için, insanı eylemlerini yapmaya zorlamayı O’na yakıştıramamışlardır.İnsanı önce bir eylemi yapmaya zorlamak, sonra da "Sen niye bu eylemi yaptın?" diye onu sorguya çekmek, bütün insanlara göre apaçık ahlaksızlıktır, kötüdür. İnsanlara yakıştıramadıgımız bu eylemi, mutlak adil olan Tanrı’ya nasıl yakıştırabiliriz?
Tanrı’dan hiçbir kötü, haksız, eksik eylem çıkmaz. Dünyevi-ahlaki açıdan da baktıgımızda kötülük yapanları kınamamız, iyilik yapanları övmemiz ve ayrıca hukuki soruşturmalara ve kovuşturmalara başvurmamız, insanın eylemlerinde özgür oldugunu gösterir. Ayrıca insanlar bilinçleriyle ve akıllarıyla da bunu bilmektedirler. Mu’tezile, insanın özgürlügünü ve sorumlulugunu akılsal olarak temellendirdikten sonra dinsel metinlerdeki "zorlama" düşüncesini çagrıştıran ifadeleri bu dogrultuda yorumlamışlardır.
Eş’arîler, soruna Tanrı’nın mutlak kudreti açısından bakarak insana eylem ve iradesinde özgürlük vermeyi Tanrı’ya ortak koşma gibi görmüşlerdir. Eş’arîlere göre, insanın bir eylemi gerçekleştirmesi için gerekli olan irade ve güç, Allah tarafından yaratılmıştır. İnsan eylemde bulunurken işte bu yaratılmış irade ve gücü kullanır. Bundan dolayı, insanın eylemlerini Allah yaratır, insan ise kazanır (kesb).
Eş’arîlik, Cebriyye ile Mu’tezile arasında bir orta yol çizmeye çalışmıştır. Ancak, bunu sıradan insanların anlayabilecegi bir şekilde dile getirememiştir. Bu nedenle kitleler bu görüşü "zorlama" olarak algılamıştır. "Allah’tan başka eyleyen ve Allah’tan başka yaratıcı yoktur", "İnsan görünüşte özgürdür, fakat aslında mecburdur", şeklinde sloganlaşmış ifadeler, Eş’arîligin konuya bakışını özetler. Eş’arîler, Tanrı’nın insan ile olan ilişkisini, Tanrı’nın fiziksel doga ile olan ilişkisi gibi görmeye çalışmışlardır. Eylem için gerekli irade ve kudretin Allah tarafından yaratıldıgını kabul etmekle birlikte, insanın seçmesinde veya diger deyimle kazanmasında (kesb) özgür oldugunu iddia etmeleri, muhalifleri tarafından bir çelişki olarak görülmüştür. Eş’arîler, Tanrı’yı salt mutlak güç olarak görmüş ve ahlakı böyle bir Tanrı tasavvurunun buyruguna bagladıkları için ona özerklik vermemişlerdir.
Mâtûrîdîligin bu konudaki yaklaşımı, Mu’tezile’ye oldukça yakındır. Eş’arîligin yaptıgı yaratma-kazanma ayrımını benimseyen Mâtûrîdîlik, eylemin yaratılmasını Allah’a, kazanılmasını da bütünüyle insana verir. Burada Mâtûrîdîligin Eş’arîlikten ayrılıp Mu’tezileye yaklaştıgı nokta, iradenin insana ait olması ve yaratılmamış olmasıdır. Mâtûrîdî’nin bu konudaki görüşü Ebû Hanife’nin daha önce formüle ettigi görüşlerinin akılsal olarak temellendirilmesidir. Ebû Hanife, "Kaza ve Kader" olarak bilinen Allah’ın ezeli bilgisinin insan özgürlügüne zarar vermedigi kanaatindedir. Çünkü Allah, insanın istedigi gibi yapacagı eylemleri sadece ezelde mutlak bilgisiyle bilmiştir. Bu bilgi betimleyen (tasviri) bir bilgidir. Yoksa belirleyici-zorlayıcı (takdiri) degildir. Ne var ki, insanın özgür davranışı ile Tanrı’nın ezeli bilgisi arasındaki ilişki herkesi tatmin edici bir şekilde hiçbir zaman çözülememiştir. Aslında sorunun çözümsüzlügü metafizik dogasından kaynaklanmaktadır.
b. Dogal kötülükler ve Tanrı’nın mutlak iyi iradesi
Bir diger teolojik sorun, insanın yeryüzünde karşılaştıgı dogal afetler, hastalıklar, savaşlar, acı, ıstırap, açlık vb. kötülüklerin Tanrı’nın mutlak iyi olan iradesiyle nasıl bagdaştırılacagı sorunudur. Bu sorun, çagdaş din felsefesinde "Kötülük sorunu", "Tanrı’nın adaleti" sorunu olarak bilinir.
Mu’tezile, adalet ilkesi geregi Allah’ın insanlar için en iyi-en yararlı olanı yaratmak zorunda olduguna inandıkları için, insanların iradelerinden çıkan ahlaki kötülüklerden Allah’ı sorumlu tutmazlar. Allah insanları bu kötülükleri yapmaya muktedir yapmış, fakat özgür iradeleriyle bu kötülükleri yapmamalarını istemiştir. Diger taraftan, Allah durduk yerde gören bir kimseyi kör, saglıklı bir kimseyi hasta, zengin bir kimseyi fakir yapmaz.
Bunların tersi de dogrudur. Bizim insan olarak ahlaksızlık veya kötülük olarak bildigimiz şeyleri, Tanrı kasıtlı olarak insanlara asla vermez. Ancak insana her mutluluk, sevinç ve zevk veren şey ahlaki anlamda "iyi" olmadıgı gibi, her acı, ıstırap, sıkıntı ve zarar veren şey de "kötü" degildir. Tıpkı ameliyat olmanın hastaya acı vermesine ragmen son tahlilde onun iyiligine oldugu gibi. Dogada insana zarar, sıkıntı, elem ve ıstırap verme imkanının bulunmasına gelince, Mu’tezile, bunu insanın yeryüzünde deneniyor olmasına baglar.
Denenme ortamı belli bir "risk" içermek zorundadır. Eger yeryüzünde hiçbir risk olmasaydı insanın denenmesinin anlamı olmazdı. Hatta bazı bazı Mu’tezilî bilginler, Kur’an ayetlerine dayanarak insan özgür oldugu halde yeryüzünde sıkıntı veren şeyler olmasaydı insanların çogunlukla Tanrı’nın tavsiyelerine uymayacaklarını ileri sürerler. Bazı Mu’tezilî bilginler, kimi insanların bu dünyada elem, ıstırap, acı ve sıkıntıya maruz kalmalarını ahiretteki ebedi mutluluklarının bir kefareti olarak gördükleri için bunlara "kötülük" dememişlerdir. Eş’arî ekolüne baglı ünlü bilgin Gazali de bu konuda Mu’tezile gibi düşünmüş ve "Dünyamız, mümkün dünyaların en iyisidir" demiştir.
Eş’arîlere gelince onlar, Tanrı’nın iradesine "adalet" ve "iyilik" gibi bize ait nitelikleri yüklemeyi uygun görmedikleri için, kötülük sorunu üzerine fazla düşünmemişlerdir. Kötülükler de dogada olan her olay gibi, Tanrı’nın iradesi ve yaratmasıyladır. Tanrı’nın iradesinden çıkan her şey de hikmetlidir. Fakat insan olarak biz bu hikmet ve anlamı bilemeyiz. Bize düşen teslimiyettir.
Mâtûrîdîler, Eş’arîlerle beraber Tanrı’nın insanlar için en iyiyi yaratmak zorunda oldugu görüşüne katılmazlar. Onlar, Eş’arîler gibi Tanrı’nın irade ve yaratmalarındaki hikmetin, anlamlılıgın bilinemeyecegi kanaatinde de degildirler. Mâtûrîdîler, Eş’arîlerin benimsedigi Tanrı’nın insana güç yetiremeyecegi sorumluluklar yükleyebilecegi görüşüne de katılmazlar. Bu konuda da Mâtûrîdîler Eş’arîlikle Mu’tezile arasında orta bir yeri benimsemişlerdir.
Mâtûrîdîlik ise,İslam imparatorluklarının bir anlamda "taşra"sında kaldıgı için, fazla gelişmemiş ve kitleselleşememiştir. Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarının kültür merkezlerinde ve medreselerinde yaklaşık bin yıl boyunca (örnegin Nizamiye Medreselerinden başlayarak) Eş’arîligin görüşleri okutulmuştur.
Teoloji, metodolojisini ve konularını tarihte oluşturması dolayısıyla, dogal olarak, bir yönüyle tarihsel bir disiplindir. Bundan dolayıİslam teolojisinin birçok konusu da tarihte kalmıştır. Fakat İslam teolojisinin ele alıp tartıştıgı öyle konular vardır ki bugün de genel teoloji ve özeldeİslam teolojisi içinde hala güncelligini ve sorun oluşunu korumaktadır.
Örnek olarak,İslam teolojisinin üç başat ekolünün (Mu’tezile, Eş’arîlik, Mâtûrîdîlik) ahlak bakımından iyi ve kötünün rasyonel mi yoksa dinsel (vahye baglı) mi oldugu; insanın Tanrı karşısındaki ahlaki konumu (kader); yeryüzündeki kötülüklerin Tanrı’nın (mutlak iyi olan) iradesiyle bagdaştırılması ve dogada nedenselligin olup olmadıgı sorunlarına bakışlarını karşılaştırmalı bir tarzda özetlemeye çalışacagız.
Mu’tezileye göre ahlaki iyi ve kötü insan eylemlerinin bizzat dogasında olan özsel niteliklerdir. Bir insan eylemini veya bir insani ilişkiyi iyi ve kötü yapan şey, bu eylemin veya ilişkinin bizzat kendi dogasında mevcuttur. Örnegin: Yalan söylemeyi "kötü" yapan şey, yalanın bizzat kendisidir. İnsan aklı eylemlerin dogasında olan bu iyiligi ve kötülügü keşfeder. Yoksa eylemler insanların onlara iyi veya kötü demesiyle bu nitelikleri kazanmazlar. Dolayısıyla, eylemler iyi ve kötü, adalet ve zulüm olma niteliklerini Tanrı’nın iradesinden de almazlar. Yoksullara yardım etmek kendiliginden "iyi" oldugu için, insan aklı buradaki iyiligi keşfetmiştir. Tanrı da, yoksullara yardım etmek, bizzat iyi oldugu için onu insanlara tavsiye etmiştir. Vahiy gelmeden önce insan aklı, ahlaki iyi ve kötünün ne oldugunu bilme kabiliyetine sahip oldugu için ahlakın bir otonomlugu söz konusudur. İnsan aklı, ahlaki iyi ve kötünün bir kısmını direkt ve zorunlu olarak apaçık bir şekilde görür, bir kısmını da düşünerek ve akli çıkarımlar yaparak görür. Vahiy, aklın iyi dedigine iyi, kötü dedigine kötü der. Vahyin asıl işlevi, insanları iyilige teşvik etmek ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Vahiy, ahlaki iyiye "sevap", ahlaki kötülüge ise "günah" gibi metafizik nitelikler ekler.İnsanlar vahiy ve peygamberlerle karşılaşmasalar da akıllarıyla Allah’ın varlıgına, birligine inanmak ve ahlaki dogruları bulmakla yükümlüdürler.
Bazı Mu’tezile bilginleri ahlaki iyiyi erdem yapan şeyin eylemin dogasında bulunan yarar ve huzur, sevinç, mutluluk verici özelligine baglarken; bazıları da Kant’ın ahlak felsefesinde oldugu gibi, o eylemin insan onurunu koruması ve ödev oluşuna baglar. Mu’tezile’ye göre insanlar arasındaki ahlaki anlaşmazlıgın nedeni, insanların yanlış inançları, bilgisizlikleri ve içgüdülerine uymalarıdır. Örnegin, İslam tarihindeki Haricilerin birçok Müslümanı acımasızca öldürmelerinin nedeni, onların cahil bir kitle oluşu ve birtakım yanlış inançlarına bagnazca baglanmalarıdır.
Eş’arîligin görüşleri genel olarak, bu konuda Mu’tezile’nin tam zıddıdır. Onlara göre eylemler, kendi dogalarında bizzat iyi ve kötü degildirler. Onlar iyilik ve kötülüklerini Tanrı’nın iradesinden alırlar. Örnegin, eger Tanrı yalan söylemenin "iyi" oldugunu söyleseydi, yalan iyi bir şey olurdu. Tanrı yalan söylemenin "kötü" oldugunu söyledigi için yalan kötüdür. İnsan aklı, tek başına ahlaki iyi ve kötünün ne oldugunu bilemez. Ancak Tanrı’nın vahiy yoluyla bildirmesiyle bilebilir.
Eş’arîler insanlık tarihindeki ahlaki görüş ayrılıklarını gerekçe göstererek böyle bir sonuca varırlar. Vahiy olmadan insan aklı ne Tanrının birligine inanmak ne de ahlaki iyi ve kötüyü görmek ve yapmakla yükümlüdür. Yükümlülügün biricik kaynagı vahiydir.
Mu’tezile ile Eş’arîlik arasında orta bir yol bulmaya çalışan Mâtûrîdîlik, eylemlerin kendi dogalarında iyi ve kötü oldugu, ayrıca aklın eylemlerin dogasındaki bu iyiligi ve kötülügü görebilecegi konusunda Mu’tezile ile aynı görüştedir. Allah, emir ve yasaklarını bildirirken bu iyiligi ve kötülügü göz önünde bulundurmuştur. Ancak Mâtûrîdîler, insan aklının vahiy olmadan Tanrı’nın varlıgına ve birligine inanma ve ahlaki dogrulara uyma yükümlülügünün olmadıgına inanarak Mu’tezile’den ayrılırlar, Eş’arîlere yaklaşırlar.
Mâtûrîdî, insanların arzu, dürtü, alışkanlık, çevre, toplum ve kültürden kaynaklanan ahlaki anlaşmazlıklardan ancak vahiy yardımıyla kurtulabilecekleri kanaatindedir. Mâtûrîdî, akıl ile vahyin birbiriyle çelişmeyen ve birbirini tamamlayan iki bilgi kaynagı oldugunu ileri sürer.
a. Ezeli takdir sorunu (kader)
Tanrı’nın mutlak iradesi karşısında insanın özgürlügü ve sorumlulugu (kaza ve kader) sorununa gelecek olursak; bu sorunun, bütün semavi dinlerin, hatta insanlıgın temel ve genel bir sorunu oldugunu öncelikle belirtmeliyiz. Henüz sistematik teoloji disiplini oluşmadan önce, ilk defa Cehm b. Safvan adındaki düşünürün Tanrı’nın iradesi karşısında insanın hiçbir gücü ve bagımsızlıgı olmadıgı, insanın bütün eylemlerine Tanrı tarafından zorlandıgı şeklinde görüşler ileri sürdügünü belirtmiştik. Bu görüş belli bir taraftar kitlesi de bulmuştur. Bunlara "Cebriyye" denmiştir.
Muaviye başta olmak üzere, Emevi hükümdarları bu görüşü kendi çıkarları dogrultusunda yaygınlaştırmaya çalışmışlardı. Mu’tezile, sistematik teolojiyi kurmadan önce Hasan el-Basrî, Vasıl b. Atâ’, Gaylan ve Ma’bed el-Cühenî gibi önemli kişiler bu görüşle mücadele etmiş, insanın eylemlerinde özgür oldugu ve bunlardan sorumlu tutulacagını ileri sürmüşlerdir. Mu’tezile, bu görüşü rasyonel olarak temellendirmiş ve sistemli hale getirmiştir.
Mu’tezile bu soruna, hem metafizik boyuttan hem de ahlaki boyuttan bakarak çözmeye çalışmıştır. Metafizik boyuttan bakarken, Tanrı’yı mutlak adil olarak gördükleri için, insanı eylemlerini yapmaya zorlamayı O’na yakıştıramamışlardır.İnsanı önce bir eylemi yapmaya zorlamak, sonra da "Sen niye bu eylemi yaptın?" diye onu sorguya çekmek, bütün insanlara göre apaçık ahlaksızlıktır, kötüdür. İnsanlara yakıştıramadıgımız bu eylemi, mutlak adil olan Tanrı’ya nasıl yakıştırabiliriz?
Tanrı’dan hiçbir kötü, haksız, eksik eylem çıkmaz. Dünyevi-ahlaki açıdan da baktıgımızda kötülük yapanları kınamamız, iyilik yapanları övmemiz ve ayrıca hukuki soruşturmalara ve kovuşturmalara başvurmamız, insanın eylemlerinde özgür oldugunu gösterir. Ayrıca insanlar bilinçleriyle ve akıllarıyla da bunu bilmektedirler. Mu’tezile, insanın özgürlügünü ve sorumlulugunu akılsal olarak temellendirdikten sonra dinsel metinlerdeki "zorlama" düşüncesini çagrıştıran ifadeleri bu dogrultuda yorumlamışlardır.
Eş’arîler, soruna Tanrı’nın mutlak kudreti açısından bakarak insana eylem ve iradesinde özgürlük vermeyi Tanrı’ya ortak koşma gibi görmüşlerdir. Eş’arîlere göre, insanın bir eylemi gerçekleştirmesi için gerekli olan irade ve güç, Allah tarafından yaratılmıştır. İnsan eylemde bulunurken işte bu yaratılmış irade ve gücü kullanır. Bundan dolayı, insanın eylemlerini Allah yaratır, insan ise kazanır (kesb).
Eş’arîlik, Cebriyye ile Mu’tezile arasında bir orta yol çizmeye çalışmıştır. Ancak, bunu sıradan insanların anlayabilecegi bir şekilde dile getirememiştir. Bu nedenle kitleler bu görüşü "zorlama" olarak algılamıştır. "Allah’tan başka eyleyen ve Allah’tan başka yaratıcı yoktur", "İnsan görünüşte özgürdür, fakat aslında mecburdur", şeklinde sloganlaşmış ifadeler, Eş’arîligin konuya bakışını özetler. Eş’arîler, Tanrı’nın insan ile olan ilişkisini, Tanrı’nın fiziksel doga ile olan ilişkisi gibi görmeye çalışmışlardır. Eylem için gerekli irade ve kudretin Allah tarafından yaratıldıgını kabul etmekle birlikte, insanın seçmesinde veya diger deyimle kazanmasında (kesb) özgür oldugunu iddia etmeleri, muhalifleri tarafından bir çelişki olarak görülmüştür. Eş’arîler, Tanrı’yı salt mutlak güç olarak görmüş ve ahlakı böyle bir Tanrı tasavvurunun buyruguna bagladıkları için ona özerklik vermemişlerdir.
Mâtûrîdîligin bu konudaki yaklaşımı, Mu’tezile’ye oldukça yakındır. Eş’arîligin yaptıgı yaratma-kazanma ayrımını benimseyen Mâtûrîdîlik, eylemin yaratılmasını Allah’a, kazanılmasını da bütünüyle insana verir. Burada Mâtûrîdîligin Eş’arîlikten ayrılıp Mu’tezileye yaklaştıgı nokta, iradenin insana ait olması ve yaratılmamış olmasıdır. Mâtûrîdî’nin bu konudaki görüşü Ebû Hanife’nin daha önce formüle ettigi görüşlerinin akılsal olarak temellendirilmesidir. Ebû Hanife, "Kaza ve Kader" olarak bilinen Allah’ın ezeli bilgisinin insan özgürlügüne zarar vermedigi kanaatindedir. Çünkü Allah, insanın istedigi gibi yapacagı eylemleri sadece ezelde mutlak bilgisiyle bilmiştir. Bu bilgi betimleyen (tasviri) bir bilgidir. Yoksa belirleyici-zorlayıcı (takdiri) degildir. Ne var ki, insanın özgür davranışı ile Tanrı’nın ezeli bilgisi arasındaki ilişki herkesi tatmin edici bir şekilde hiçbir zaman çözülememiştir. Aslında sorunun çözümsüzlügü metafizik dogasından kaynaklanmaktadır.
b. Dogal kötülükler ve Tanrı’nın mutlak iyi iradesi
Bir diger teolojik sorun, insanın yeryüzünde karşılaştıgı dogal afetler, hastalıklar, savaşlar, acı, ıstırap, açlık vb. kötülüklerin Tanrı’nın mutlak iyi olan iradesiyle nasıl bagdaştırılacagı sorunudur. Bu sorun, çagdaş din felsefesinde "Kötülük sorunu", "Tanrı’nın adaleti" sorunu olarak bilinir.
Mu’tezile, adalet ilkesi geregi Allah’ın insanlar için en iyi-en yararlı olanı yaratmak zorunda olduguna inandıkları için, insanların iradelerinden çıkan ahlaki kötülüklerden Allah’ı sorumlu tutmazlar. Allah insanları bu kötülükleri yapmaya muktedir yapmış, fakat özgür iradeleriyle bu kötülükleri yapmamalarını istemiştir. Diger taraftan, Allah durduk yerde gören bir kimseyi kör, saglıklı bir kimseyi hasta, zengin bir kimseyi fakir yapmaz.
Bunların tersi de dogrudur. Bizim insan olarak ahlaksızlık veya kötülük olarak bildigimiz şeyleri, Tanrı kasıtlı olarak insanlara asla vermez. Ancak insana her mutluluk, sevinç ve zevk veren şey ahlaki anlamda "iyi" olmadıgı gibi, her acı, ıstırap, sıkıntı ve zarar veren şey de "kötü" degildir. Tıpkı ameliyat olmanın hastaya acı vermesine ragmen son tahlilde onun iyiligine oldugu gibi. Dogada insana zarar, sıkıntı, elem ve ıstırap verme imkanının bulunmasına gelince, Mu’tezile, bunu insanın yeryüzünde deneniyor olmasına baglar.
Denenme ortamı belli bir "risk" içermek zorundadır. Eger yeryüzünde hiçbir risk olmasaydı insanın denenmesinin anlamı olmazdı. Hatta bazı bazı Mu’tezilî bilginler, Kur’an ayetlerine dayanarak insan özgür oldugu halde yeryüzünde sıkıntı veren şeyler olmasaydı insanların çogunlukla Tanrı’nın tavsiyelerine uymayacaklarını ileri sürerler. Bazı Mu’tezilî bilginler, kimi insanların bu dünyada elem, ıstırap, acı ve sıkıntıya maruz kalmalarını ahiretteki ebedi mutluluklarının bir kefareti olarak gördükleri için bunlara "kötülük" dememişlerdir. Eş’arî ekolüne baglı ünlü bilgin Gazali de bu konuda Mu’tezile gibi düşünmüş ve "Dünyamız, mümkün dünyaların en iyisidir" demiştir.
Eş’arîlere gelince onlar, Tanrı’nın iradesine "adalet" ve "iyilik" gibi bize ait nitelikleri yüklemeyi uygun görmedikleri için, kötülük sorunu üzerine fazla düşünmemişlerdir. Kötülükler de dogada olan her olay gibi, Tanrı’nın iradesi ve yaratmasıyladır. Tanrı’nın iradesinden çıkan her şey de hikmetlidir. Fakat insan olarak biz bu hikmet ve anlamı bilemeyiz. Bize düşen teslimiyettir.
Mâtûrîdîler, Eş’arîlerle beraber Tanrı’nın insanlar için en iyiyi yaratmak zorunda oldugu görüşüne katılmazlar. Onlar, Eş’arîler gibi Tanrı’nın irade ve yaratmalarındaki hikmetin, anlamlılıgın bilinemeyecegi kanaatinde de degildirler. Mâtûrîdîler, Eş’arîlerin benimsedigi Tanrı’nın insana güç yetiremeyecegi sorumluluklar yükleyebilecegi görüşüne de katılmazlar. Bu konuda da Mâtûrîdîler Eş’arîlikle Mu’tezile arasında orta bir yeri benimsemişlerdir.