4. Tanrı’nın emirlerinde ve dogada nedensellik sorunu
|
İslam teolojisinde ekoller arasında tartışmalara konu olmuş önemli bir konu da Tanrı’nın buyruklarında ve dogada nedenselligin olup olmadıgıdır. Mu’tezile ve Mâtûrîdî bilginler, Tanrı’nın vahyinde insana emrettigi ve yasakladıgı eylemlerde ve nesnelerde bu emir ve yasagı gerektiren bir nedenin bulundugunu kabul ederler. Tanrı’nın hükmünü doguran bu nedendir. Yoksa Tanrı keyfi olarak bu hükmü koymamıştır. Örnegin, temiz gıdaların "helal" olmalarını gerektiren şey, onların temiz ve faydalı olmaları; pis ve zararlı şeylerin "haram" olmalarını gerektiren şey de, onlardaki pislik ve zarardır. Çalma eyleminin yasak olmasının gerekçesi, bu eylemin malı çalınana verdigi zarardır vb. Tanrı, buyruklarının bir kısmının gerekçesini Kur’an’da açıklamıştır, bir kısmını da açıklamamıştır. Açıklamadıklarını insanlar akıl yürütme ile kavrayabilirler.
Eş’arî ekolüne mensup bilginler, Tanrı tasavvurlarına uygun olarak –çünkü onlar Tanrı’yı mutlak ve hiçbir kayda baglı olmayan bir kudret olarak düşünüyorlardı– Tanrı’nın buyruklarında herhangi bir neden ve gerekçe aramazlar. Tanrı’nın herhangi bir nesne veya eylem/ilişki hakkındaki hükmü, bu nesnenin veya eylemin/ilişkinin kendi dogasında bulunan bir gerekçe ve nedenden kaynaklanamaz. Bizzat Tanrı’nın mutlak iradesinden çıkar, Tanrı’nın hükmü ile bizim neden/sebep dedigimiz şey arasında sadece bir yan yana bulunma söz konusudur; yoksa, bir neden-sonuç ilişkisi yoktur.
Dogadaki nedensellige gelince, Mu’tezilî bilginler, Ortaçag’daİslam filozoflarının savundugu nedensellige (determinizm) yakın bir neden-sonuç ilişkisini kabul etmişlerdir. Doga’yı Tanrı yoktan yaratmıştır. Ondaki kanunları da O koymuştur. Mucizenin anlamı, bu kanunları istedigi zaman kaldırmasıdır.
Eş’arîler, dogada nedenselligi kabul etmezler. Onlar, bu konuyu izah etmek için sürekli "yaratma" ve Leibniz’in "monad"larına benzer "atomlar" kuramını geliştirmişlerdir. Buna göre, hiçbir varlık, herhangi bir şeyin nedeni olamaz. Böyle bir gücü yoktur. Dogadaki nesnelerin sahip oldugu güç, etkin bir güç degildir. Bütün cisimlerin aslını oluşturan atomların birbirlerini etkileme, birbirlerine tesir etme gücü yoktur. Onlar iç içe geçmiş degildirler, sadece yan yana dururlar. Tanrı bu atomları her an yok edip tekrar varlıga çıkartmaktadır. Doganın algıladıgımız tarzda görünmesi Tanrı’nın sürekli yaratması sayesindedir. Nesnelerin kendilerine ait "doga"ları yoktur. Ateşin yakma, ısıtma; ekmegin doyurma; içkinin sarhoş etme; tohumun bitki olma...vs. özelligi ve kabiliyeti yoktur. Aralarında bir zamandaşlık (arka arkaya gelme) vardır. Fakat neden-sonuç ilişkisi yoktur. O anda bu eserleri veya sonuçları Allah yaratmaktadır.İnsanlar alev ile pamugu bir araya getirince Allah "yanma" olayını yaratmaktadır. Bundan dolayı, "doga yasaları" dedigimiz yasalar aslında Tanrı’nın şeyleri ve olayları her zaman aynı tarzda meydana getirme yönündeki alışkanlıgından ibarettir. Eş’arîler, bu tip bir ontolojiye (varlıkbilim) Tanrı tasavvurlarının geregi ve mucizeyi açıklama kaygısıyla başvurmuşlardır. Pakistanlı ünlü şair-filozof Muhammed İkbâl, 19. yüzyılın başlarında çekirdek fizigindeki son gelişmeleri göz önünde tutarak Eş’arîlerin "sürekli yaratma" teorisini savunmuştur.
Sonuç olarak, 11. yüzyıla kadarİslam toplumlarında botanikten tıbba, biyolojiden fizige her türlü doga bilimlerinin, felsefenin ve din bilimlerinin ciddi bir gelişme gösterdigi bilinmektedir. Mu’tezile ekolü XI. yüzyıla dogru politik bazı nedenlerden dolayı etkisini yitirmiştir. Mâtûrîdîlik ise Maveraünnehir bölgesinden dışarı fazla çıkmamıştır. Selçuklu sultanı Alparslan, veziri Nizamülmülk’e "Nizamiye Medreseleri"ni kurdurmuş ve Eş’arîligi resmi görüş olarak benimsemiştir. Ünlü Eş’arî tanrıbilimcisi ve ömrünün ikinci yarısında mistisizmi (tasavvuf) benimsemiş olan Gazali’nin bu medresede uzun süre ders verdigi ve yöneticilik yaptıgı bilinmektedir.
Gazali, Eş’arîlerin teolojik bakış açısındanİslam filozoflarını sert bir şekilde eleştirmiştir. O, Dinsel Bilimlerin Canlandırılması adında halk için kapsamlı bir kitap yazarak burada mistisizmle Eş’arîlerin teolojik perspektifini ideal dindar yaşam olarak harmanlamıştır.
Gazali’nin İslam toplumu üzerine etkisi çok büyük olmuştur. Giderek birçok tarihi nedenle medreselerde felsefe ve doga bilimleri zayıflamış ve medreseler teolojinin agırlıkta oldugu birer kurum haline gelmiştir.İnsanın eylemlerinde bir etkisinin olmadıgını ileri süren, dogada ise nedenselligi yadsıyan bir teolojinin egemen oldugu toplumda bilim başta olmak üzere, felsefe ve eleştirel düşüncenin gelişmemesi dogal bir sonuç olarak ortaya çıkacaktır. Bu teolojik bakış açısı, "ilahi kader" doktrini ile İslam toplumlarında bireysel ve toplumsal ahlakın gerilemesine de sebebiyet verdigi Mehmet Akif başta olmak üzere bir- çok Müslüman aydın tarafından eleştirilmektedir.
Başta söyledigimiz gibi teoloji, İslam dinin inanç ilkelerini akılsal olarak savunmak için kurulmuştu. Gelişme döneminde üç büyük ekol ortaya çıkarmıştır. Fakat bunlardan biri (Mu’tezile) giderek yok olmuş, digeri (Mâtûrîdîlik) kıyıda kalmış, biri ise (Eş’arîlik) "Ehl-i Sünnet"in görüşü olarakİslam toplumlarına hakim olmuştur. Fakat bu hakimiyet, içinde muhalefetini taşımadıgı için giderek kemikleşmiş ve uzun bir süre skolastik bir tarzda, aynı konuları özetleyerek, yorumlayarak kendini tekrar edip durmuştur. Osmanlı medreselerinde de genellikle Eş’arî yazarların kaleme aldıgı kelam kitapları veya bunların şerhleri, yani yorum ve açıklamaları okutulmuştur.
19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarından itibaren Cemaleddin Afgani (Materyalizme Reddiye), Muhammed Abduh (Tevhih Risalesi), Seyyid Ahmet Han (Kur’an Tefsiri), Muhammed İkbâl (İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Kuruluşu) gibi isimler, çagımızın yeni sorunlarını göz önünde tutarak Mu’tezile’den de etkilenerek teolojiyi yenilemeye çalışmışlardır. Ülkemizde de İ. Hakkı İzmirli (Yeni Kelâmİlmi) ve Şerafetin Yalkkaya (İctimai Kelâm İlmi = Toplumsal Tanrıbilim) bu çabaya katkıda bulunmaya çalışmışlardır. Aydınlanmadan sonra Batı’da Hıristiyan teolojisinin gösterdigi gelişmeler (başta Protestanlıgın ortaya çıkması) göz önünde bulundurulursa,İslam teolojisinin entelektüel açıdan oldukça zayıf oldugu söylenebilir.
Eş’arî ekolüne mensup bilginler, Tanrı tasavvurlarına uygun olarak –çünkü onlar Tanrı’yı mutlak ve hiçbir kayda baglı olmayan bir kudret olarak düşünüyorlardı– Tanrı’nın buyruklarında herhangi bir neden ve gerekçe aramazlar. Tanrı’nın herhangi bir nesne veya eylem/ilişki hakkındaki hükmü, bu nesnenin veya eylemin/ilişkinin kendi dogasında bulunan bir gerekçe ve nedenden kaynaklanamaz. Bizzat Tanrı’nın mutlak iradesinden çıkar, Tanrı’nın hükmü ile bizim neden/sebep dedigimiz şey arasında sadece bir yan yana bulunma söz konusudur; yoksa, bir neden-sonuç ilişkisi yoktur.
Dogadaki nedensellige gelince, Mu’tezilî bilginler, Ortaçag’daİslam filozoflarının savundugu nedensellige (determinizm) yakın bir neden-sonuç ilişkisini kabul etmişlerdir. Doga’yı Tanrı yoktan yaratmıştır. Ondaki kanunları da O koymuştur. Mucizenin anlamı, bu kanunları istedigi zaman kaldırmasıdır.
Eş’arîler, dogada nedenselligi kabul etmezler. Onlar, bu konuyu izah etmek için sürekli "yaratma" ve Leibniz’in "monad"larına benzer "atomlar" kuramını geliştirmişlerdir. Buna göre, hiçbir varlık, herhangi bir şeyin nedeni olamaz. Böyle bir gücü yoktur. Dogadaki nesnelerin sahip oldugu güç, etkin bir güç degildir. Bütün cisimlerin aslını oluşturan atomların birbirlerini etkileme, birbirlerine tesir etme gücü yoktur. Onlar iç içe geçmiş degildirler, sadece yan yana dururlar. Tanrı bu atomları her an yok edip tekrar varlıga çıkartmaktadır. Doganın algıladıgımız tarzda görünmesi Tanrı’nın sürekli yaratması sayesindedir. Nesnelerin kendilerine ait "doga"ları yoktur. Ateşin yakma, ısıtma; ekmegin doyurma; içkinin sarhoş etme; tohumun bitki olma...vs. özelligi ve kabiliyeti yoktur. Aralarında bir zamandaşlık (arka arkaya gelme) vardır. Fakat neden-sonuç ilişkisi yoktur. O anda bu eserleri veya sonuçları Allah yaratmaktadır.İnsanlar alev ile pamugu bir araya getirince Allah "yanma" olayını yaratmaktadır. Bundan dolayı, "doga yasaları" dedigimiz yasalar aslında Tanrı’nın şeyleri ve olayları her zaman aynı tarzda meydana getirme yönündeki alışkanlıgından ibarettir. Eş’arîler, bu tip bir ontolojiye (varlıkbilim) Tanrı tasavvurlarının geregi ve mucizeyi açıklama kaygısıyla başvurmuşlardır. Pakistanlı ünlü şair-filozof Muhammed İkbâl, 19. yüzyılın başlarında çekirdek fizigindeki son gelişmeleri göz önünde tutarak Eş’arîlerin "sürekli yaratma" teorisini savunmuştur.
Sonuç olarak, 11. yüzyıla kadarİslam toplumlarında botanikten tıbba, biyolojiden fizige her türlü doga bilimlerinin, felsefenin ve din bilimlerinin ciddi bir gelişme gösterdigi bilinmektedir. Mu’tezile ekolü XI. yüzyıla dogru politik bazı nedenlerden dolayı etkisini yitirmiştir. Mâtûrîdîlik ise Maveraünnehir bölgesinden dışarı fazla çıkmamıştır. Selçuklu sultanı Alparslan, veziri Nizamülmülk’e "Nizamiye Medreseleri"ni kurdurmuş ve Eş’arîligi resmi görüş olarak benimsemiştir. Ünlü Eş’arî tanrıbilimcisi ve ömrünün ikinci yarısında mistisizmi (tasavvuf) benimsemiş olan Gazali’nin bu medresede uzun süre ders verdigi ve yöneticilik yaptıgı bilinmektedir.
Gazali, Eş’arîlerin teolojik bakış açısındanİslam filozoflarını sert bir şekilde eleştirmiştir. O, Dinsel Bilimlerin Canlandırılması adında halk için kapsamlı bir kitap yazarak burada mistisizmle Eş’arîlerin teolojik perspektifini ideal dindar yaşam olarak harmanlamıştır.
Gazali’nin İslam toplumu üzerine etkisi çok büyük olmuştur. Giderek birçok tarihi nedenle medreselerde felsefe ve doga bilimleri zayıflamış ve medreseler teolojinin agırlıkta oldugu birer kurum haline gelmiştir.İnsanın eylemlerinde bir etkisinin olmadıgını ileri süren, dogada ise nedenselligi yadsıyan bir teolojinin egemen oldugu toplumda bilim başta olmak üzere, felsefe ve eleştirel düşüncenin gelişmemesi dogal bir sonuç olarak ortaya çıkacaktır. Bu teolojik bakış açısı, "ilahi kader" doktrini ile İslam toplumlarında bireysel ve toplumsal ahlakın gerilemesine de sebebiyet verdigi Mehmet Akif başta olmak üzere bir- çok Müslüman aydın tarafından eleştirilmektedir.
Başta söyledigimiz gibi teoloji, İslam dinin inanç ilkelerini akılsal olarak savunmak için kurulmuştu. Gelişme döneminde üç büyük ekol ortaya çıkarmıştır. Fakat bunlardan biri (Mu’tezile) giderek yok olmuş, digeri (Mâtûrîdîlik) kıyıda kalmış, biri ise (Eş’arîlik) "Ehl-i Sünnet"in görüşü olarakİslam toplumlarına hakim olmuştur. Fakat bu hakimiyet, içinde muhalefetini taşımadıgı için giderek kemikleşmiş ve uzun bir süre skolastik bir tarzda, aynı konuları özetleyerek, yorumlayarak kendini tekrar edip durmuştur. Osmanlı medreselerinde de genellikle Eş’arî yazarların kaleme aldıgı kelam kitapları veya bunların şerhleri, yani yorum ve açıklamaları okutulmuştur.
19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarından itibaren Cemaleddin Afgani (Materyalizme Reddiye), Muhammed Abduh (Tevhih Risalesi), Seyyid Ahmet Han (Kur’an Tefsiri), Muhammed İkbâl (İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Kuruluşu) gibi isimler, çagımızın yeni sorunlarını göz önünde tutarak Mu’tezile’den de etkilenerek teolojiyi yenilemeye çalışmışlardır. Ülkemizde de İ. Hakkı İzmirli (Yeni Kelâmİlmi) ve Şerafetin Yalkkaya (İctimai Kelâm İlmi = Toplumsal Tanrıbilim) bu çabaya katkıda bulunmaya çalışmışlardır. Aydınlanmadan sonra Batı’da Hıristiyan teolojisinin gösterdigi gelişmeler (başta Protestanlıgın ortaya çıkması) göz önünde bulundurulursa,İslam teolojisinin entelektüel açıdan oldukça zayıf oldugu söylenebilir.
ANA FİKİRLER
Tanrıbilim veya İslam Düşünce gelenegi içindeki ismiyle ‘Kelam’ disiplini, İslam dininin inanç esaslarını akılla temellendirme ve bu inanç esaslarını diger dinlerden ve felsefi akımlardan gelen saldırılara, eleştirilere karşı savunma amacıyla oluşturulmuş bir çabadır. Tanrıbilimin ilk çekirdek sorunları, büyük günah işleyenin dinden çıkıp çıkmadıgı (iman-amel ilişkisi) ve Kader sorunu olarak islam toplumunun içinde çıkmıştır. Bu sorunlar etrafında Hariciler, Mürcie, Cebriyye ve Kaderiyye gibi henüz sistematik olmayan gruplaşmalar oluşmuştur. Daha sonra, sekizinci yüzyılda ilk sistematik ekol olarak Mu’tezile, son derece rasyonel bir Teoloji Okulu kurmuştur. Eş’arîlik, Mu’tezileye tepki olarak Sünni inanç esaslarını sistemleştirmiştir. Maveraünnehir (Türkistan) bölgesinde gelişen Mâtûrîdîlik ise, bir sünni ekol olmasına ragmen Mu’tezile ile Eş’arîligi bireştirmiştir.
İslam teolojisinin kendine konu olarak ele alıp çözmeye çalıştıgı, ve bu gün de güncelligini koruyan örnek dört temel soruna, bu ekollerin bakış açıları şöyledir: Ahlaki iyi ve kötünün akılla mı yoksa vahiyle mi bilinebilecegi sorununu Mu’tezile ve Mâtûrîdîlik, akıl ile bilinir şeklinde cevaplarken; Eş’arîlik, vahiyle bilinir şeklinde çözmüştür. İkinci sorun olan Ezeli takdir konusunda yine Mu’tezile ve Mâtûrîdîlik, insanın eylemlerinde özgür oldugunu savunurken; Eş’arîlik insana eylemlerinde ve iradesinde özgürlük tanımamıştır. Sünni kader teorisi, Eş’arîligin görüşüdür. Dogal kötülüklerin Tanrının mutlak iyi olan iradesiyle bagdaştırılması sorununda Mu’tezile, geliştirmiş oldugu Adalet ilkesiyle, Tanrı’ya kötü eylemleri yüklemezken; Eş’arîlik ve Mâtûrîdîlik, Tanrı’nın mutlak gücü ve mutlak iradesiyle istedigini yapabilecegini savunmuştur. Tanrının eylemlerinde ‘hikmet’ ve dogada ‘nedensellik’ sorununda ise Mu’tezile ve Mâtûrîdîlik, her iki alanda da yani Tanrı’nın fiillerinde hikmeti, sebebi, anlamı; dogada ise göreli bir nedenselligi (zorunlulugu) savunmuştur. Eş’arî ekolü ise, ne Tanrı’nın eylemlerinde, ne de dogada nedenselligi kabul etmiştir. Onlar, Tanrı’nın mutlak keyfi iradesini savunmuşlardır.
Büyük islam bilgini Gazali, Eş’arîligin görüşlerini Tasavvuf ile bireştirerek kendinden sonra gelen Sünni düşünceye damgasını vurmuştur. Mu’tezile, on birinci yüzyılda Sünnilik tarafından bastırılmış ve yok edilmiştir. Mâtûrîdîlik ise, Türkistan’dan dışarı çıkamamıştır. Sünni devletlerin resmi ideolojilerini Eş’arîlik belirlemiştir. Giderek Osmanlıİmparatorlugu döneminde Teoloji, skolastik bir kimlige bürünerek gerilemiştir. Son iki yüzyılda İslam teolojisini içine düşmüş oldugu taklit ve tekrarlardan kurtarmak için Afgani, Abduh, S. Ahmed Han ve M.İkbal gibi tanınmış islam düşünürleri tarafından bazı teşebbüsler olmuştur. Ülkemizde de Cumhuriyetin kuruluş yıllarında İ.Hakkı İzmirli ve Şerafettin Yaltkaya tarafından bazı yeni adımlar atılmak istenmiş ise de fazla bir yenilik yapılamamıştır.