3. Tasavvuf düşüncesinde insan anlayışı
|
Bütün bu anlatılanlar çerçevesinde şunu söyleyebiliriz ki, evreni anlamaya çalışmak, yaratılıştaki sırrı kavramaya çalışmaktan başka bir şey degildir. Bu ise, Tanrı’nın kendini bilmeyi arzu edişi demek olan ilahi ve ebedi aşk dan pay almak ve yine bu arzu edişteki mutlak iradeye kendini teslim etmektir. Burada yavaş yavaş, tasavvuf düşüncesinin insana verdigi önemi fark etmeye başlıyoruz. Çünkü, bu bilişin gerçekleşmesi anlamında, Tanrı’nın asıl muradı ve dolayısıyla asıl muhatabı insan’dan başkası degildir. Bütün yaratılmışlar içinde sadece O, varlıgın özünü, Tanrı’nın mutlak güzellik ve iyiligini sezebilir.
Tanrı ona "kendi ruhundan üflemiştir"; bir başka deyişle, onu kendi kudretini bilecek seviyede yüceltmiştir. Fakat bu, insana, o nispette büyük bir sorumluluk yüklemek, ve Kur’an’ın ifadesiyle bu, "emaneti" ona vermektir. Nasıl evrenin görevi, Tanrı Kudret ve Güzelligini bildirmek ise, insan’ın görevi de bu Kudret ve Güzelligi en saf şekliyle idrak etmektir. Böylelikle insan yaratılışın asıl amacı olarak ortaya çıkmakta, evren ve Tanrı arasında bir biliş köprüsü oluşturmakta, potansiyel (bil kuvve) anlamda Birlik Prensibi’nin kendisiyle ve kendisi açısından fark edilmek durumunda olundugu bir ayna vazifesi görmektedir. Fakat insan’ın bu degeri ancak özü itibariyledir, ve onun egoizmi demek olan "benlik"i bu özü yakalamada engeldir. O halde o, kendini benlik örtüleri altında saklayan "asıl beni"ni yakalayabilmeli; bir başka ifadeyle kendini arındırmalıdır. Ünlü düşünürümüz Yunus Emre (XIII. yüzyıl)’nin "bir ben var bende benden içeru" deyişi bunu ima etmektedir. Böylece, insan kendisine karşı verdigi bir mücadele sonunda kendini bilme ve bu şekilde de gerçek anlamıyla Tanrı’yı bilme ve sevme derecesine yükselecektir. Tasavvuf düşüncesi, kendi özünü bu yolla fark edip, yaratılıştaki asıl gayeyi, arınarak yakalayabilmiş olan kişiyi, insanlık mahiyetini kendinde, mükemmel şekliyle gerçekleştirmiş anlamında, Kâmil insan (insan-ı Kâmil) olarak adlandırıyor. Batı dillerindeki çevirisi bakımından Evrensel insan (I’Homme Universel) da denen Kâmil insan, ayrıca, ahlaki erdemleri en iyi bir şekilde yaşayan kişi olarak, diger insanlar için bir örnek konumundadır. Ve tasavvuf düşüncesi, bu örnek olma kavramına ruhsal egitim ve ahlak kazanma bakımından çok özel bir anlam yükleyecektir.
Mevlâna Celâleddin-i Rûmî (ö. 1273)’ye göre, benligi yenmenin, ruhsal olgunluga ermenin ve bu yolla Tanrı katına kavuşmanın en uygun yolu "aşk"tır. Çünkü ilahi bir anlam taşıyan aşk, asıl varlıgından ya da gerçek Sevgili olan Tanrı’dan ayrı düşmüş olan insanın nasıl bir ayrılık acısı içinde oldugunu bize fark ettirir. Düşünür, en tanınmış eseri olan Mesnevi’sinin ilk onsekiz beyitinde, bu hasret duygusunun metafizik agırlıgını bize aksettirmektedir. Fakat mutlak varlık olan sevgiliye kavuşup, O’nunla bir ve bütün olma ümidi, bu ayrılık acısını, kendi içine çöken bir sıkıntı ve mutsuzluk kaynagı olmaktan çıkartarak, sabır ve teslimiyet coşkusu haline getirir. Bu arada sevgi yaratılmışlar alanının tamamına yaygınlaştırılır.
O halde, aşk, insanın kendine has varlık konumunun tam bir farkedilişidir ki bu, Tanrı’daki kendini arzulayış halinin insandaki yansımasından başka bir şey degildir. Bir farkla ki, mutlak varlık olan Tanrı, kendi tamlıgı içinde ve belki de bunun bir geregi olarak, "Kendi’"ni "Kendi"n den aktarırken, bunun aynası durumunda olan insan, simetrik bir varoluş hamlesiyle ve gerçekteki yoklugu dolayısıyla, kendindeki, kendine olan mesafeyi idrak ederek, Tanrı’dan başka bir şey olmayan Asıl Varlık’ı kendi varlık temeli olarak istemektedir. Tanrı, bilinmeyi arzulayarak bir rahmet bollugu şeklinde, Kendi’ni Kendi’nden taşırmakta; digeri ise, kendi eksikliginin bilinci olarak gerçek varlıgına yönelmektedir. Bu diyalektik, evren karşısında oldugu kadar, dostluk ve sevgi ilişkisi sürdürdügümüz diger insanlar açısından da, her seferinde kademeli olarak aşılarak tekrar edilecek; ve Tanrı demek olan Asıl Vatan’a dogru yol alınacaktır. Bu durumda bir ilk degerlendirmeyle, sadece Tanrı için olan bu aşk aslında insanı dünyaya ve diger insanlara ilgisiz kalmaya; bilimden ve toplumdan uzaklaşmaya sevk etmez. Zira madem ki evren, Tanrı kudretinin ortaya çıktıgı yerdir, burada yer alan her şey O’nun adına sevilir, ögrenilir ve korunur. Evrende egemen olan düzenlilik ve kanunluluk, kendimizde bulmamız ya da oluşturmamız gereken ahenk ve ölçü prensibi için de bir örnek oluşturur. Öte yandan, kim olursa olsun her insan ilahi özün barınagı konumundadır. O halde bütün insanlara farklılıkları ve seviyeleri itibariyle bir göz ile bakmalı, hoşgörü ve bagışlama temele alınmalıdır.
Tanrı ona "kendi ruhundan üflemiştir"; bir başka deyişle, onu kendi kudretini bilecek seviyede yüceltmiştir. Fakat bu, insana, o nispette büyük bir sorumluluk yüklemek, ve Kur’an’ın ifadesiyle bu, "emaneti" ona vermektir. Nasıl evrenin görevi, Tanrı Kudret ve Güzelligini bildirmek ise, insan’ın görevi de bu Kudret ve Güzelligi en saf şekliyle idrak etmektir. Böylelikle insan yaratılışın asıl amacı olarak ortaya çıkmakta, evren ve Tanrı arasında bir biliş köprüsü oluşturmakta, potansiyel (bil kuvve) anlamda Birlik Prensibi’nin kendisiyle ve kendisi açısından fark edilmek durumunda olundugu bir ayna vazifesi görmektedir. Fakat insan’ın bu degeri ancak özü itibariyledir, ve onun egoizmi demek olan "benlik"i bu özü yakalamada engeldir. O halde o, kendini benlik örtüleri altında saklayan "asıl beni"ni yakalayabilmeli; bir başka ifadeyle kendini arındırmalıdır. Ünlü düşünürümüz Yunus Emre (XIII. yüzyıl)’nin "bir ben var bende benden içeru" deyişi bunu ima etmektedir. Böylece, insan kendisine karşı verdigi bir mücadele sonunda kendini bilme ve bu şekilde de gerçek anlamıyla Tanrı’yı bilme ve sevme derecesine yükselecektir. Tasavvuf düşüncesi, kendi özünü bu yolla fark edip, yaratılıştaki asıl gayeyi, arınarak yakalayabilmiş olan kişiyi, insanlık mahiyetini kendinde, mükemmel şekliyle gerçekleştirmiş anlamında, Kâmil insan (insan-ı Kâmil) olarak adlandırıyor. Batı dillerindeki çevirisi bakımından Evrensel insan (I’Homme Universel) da denen Kâmil insan, ayrıca, ahlaki erdemleri en iyi bir şekilde yaşayan kişi olarak, diger insanlar için bir örnek konumundadır. Ve tasavvuf düşüncesi, bu örnek olma kavramına ruhsal egitim ve ahlak kazanma bakımından çok özel bir anlam yükleyecektir.
Mevlâna Celâleddin-i Rûmî (ö. 1273)’ye göre, benligi yenmenin, ruhsal olgunluga ermenin ve bu yolla Tanrı katına kavuşmanın en uygun yolu "aşk"tır. Çünkü ilahi bir anlam taşıyan aşk, asıl varlıgından ya da gerçek Sevgili olan Tanrı’dan ayrı düşmüş olan insanın nasıl bir ayrılık acısı içinde oldugunu bize fark ettirir. Düşünür, en tanınmış eseri olan Mesnevi’sinin ilk onsekiz beyitinde, bu hasret duygusunun metafizik agırlıgını bize aksettirmektedir. Fakat mutlak varlık olan sevgiliye kavuşup, O’nunla bir ve bütün olma ümidi, bu ayrılık acısını, kendi içine çöken bir sıkıntı ve mutsuzluk kaynagı olmaktan çıkartarak, sabır ve teslimiyet coşkusu haline getirir. Bu arada sevgi yaratılmışlar alanının tamamına yaygınlaştırılır.
O halde, aşk, insanın kendine has varlık konumunun tam bir farkedilişidir ki bu, Tanrı’daki kendini arzulayış halinin insandaki yansımasından başka bir şey degildir. Bir farkla ki, mutlak varlık olan Tanrı, kendi tamlıgı içinde ve belki de bunun bir geregi olarak, "Kendi’"ni "Kendi"n den aktarırken, bunun aynası durumunda olan insan, simetrik bir varoluş hamlesiyle ve gerçekteki yoklugu dolayısıyla, kendindeki, kendine olan mesafeyi idrak ederek, Tanrı’dan başka bir şey olmayan Asıl Varlık’ı kendi varlık temeli olarak istemektedir. Tanrı, bilinmeyi arzulayarak bir rahmet bollugu şeklinde, Kendi’ni Kendi’nden taşırmakta; digeri ise, kendi eksikliginin bilinci olarak gerçek varlıgına yönelmektedir. Bu diyalektik, evren karşısında oldugu kadar, dostluk ve sevgi ilişkisi sürdürdügümüz diger insanlar açısından da, her seferinde kademeli olarak aşılarak tekrar edilecek; ve Tanrı demek olan Asıl Vatan’a dogru yol alınacaktır. Bu durumda bir ilk degerlendirmeyle, sadece Tanrı için olan bu aşk aslında insanı dünyaya ve diger insanlara ilgisiz kalmaya; bilimden ve toplumdan uzaklaşmaya sevk etmez. Zira madem ki evren, Tanrı kudretinin ortaya çıktıgı yerdir, burada yer alan her şey O’nun adına sevilir, ögrenilir ve korunur. Evrende egemen olan düzenlilik ve kanunluluk, kendimizde bulmamız ya da oluşturmamız gereken ahenk ve ölçü prensibi için de bir örnek oluşturur. Öte yandan, kim olursa olsun her insan ilahi özün barınagı konumundadır. O halde bütün insanlara farklılıkları ve seviyeleri itibariyle bir göz ile bakmalı, hoşgörü ve bagışlama temele alınmalıdır.
ANA FiKiRLER
Dini tecrübesini en içsel noktadan yakalayarak bunu düşünce, estetik zevk ve ahlakla bütünleştirmeye gayret eden tasavvuf, aslında felsefi bilgiden farklıdır. Çünkü O, kendisini akılsal nedenlerle meşrulaştırabilme, haklı çıkarma iddiasında olmayıp, içten kavrayarak anlaşılacak bir yaşantı hali olmak istemektedir. Fakat yine de bazı tasavvuf insanlarının (mutasavvıflarının) kavramlar ve tutarlı fikir bütünlükleri çerçevesinde dile getirmiş oldukları görüşler felsefe temaları şeklinde degerlendirilebilirler; karşılaştırmalı araştırmalara elverişli bir konum sergileyebilirler.
Nitekim Gazali, (ö. 1111) tasavvufi bilgiyi kesinlik ve apaçıklık ölçütleri bakımından degerlendirmiş; burada vurgulanan içsel tecrübenin, felsefenin ve din bilimlerinin genel yapılanması içindeki yerini göstermiştir. Söz konusu olan öznel tabanlı kesinlik kriterinin tasavvuf kanalıyla da ortaya çıkarılmasıdır.
Tasavvuf Düşüncesi’ndeki en temel görüş Tanrı’nın Birligi prensibi ve bunun ontolojik statüsüdür. Buna göre Gerçek Bir, ya da Bir’in Gerçekligi Tanrı’dır. O Varlık’ın ta kendisidir. Evrendeki her varlık, aslında kendi yeteneginin izin verdigi ölçüde O’nu yansıtmaktadır. Evrenin yaratılışı O’nun kendi içine kapalı bir "hazine olmaktan çıkarak, bilinmeyi arzu edişi" ile alakalıdır. Bu görüşe "Vahdet-i Vücûd" adı verilir.
O halde, evreni anlamak, yaradılıştaki sırrı kavramaya çalışmak; Tanrı’nın Kendini bilmeyi arzu edişi demek olan ilahi ve ebebi aşktan pay almaktır. Bu da insanın kendi içinde bir arınmayı gerçekleştirmesiyle mümkün olur. Bu yolla özünü fark edip, yaratılıştaki asıl gayeyi yakalayabilmiş olan kişiyi, tasavvuf, insanlık mahiyetini kendinde, mükemmel şekliyle ortaya çıkartabilmiş anlamında, "Kâmil insan" (insan-ı Kâmil) olarak adlandırmaktadır.
Tasavvuf’un bir diger cephesi de, böyle bir mistik tavrı, dünyadan ve insanlardan uzaklaştırmak için önermedigidir. Zira madem ki evren, Tanrı kudretinin ortaya çıktıgı yerdir, burada yer alan her şey O’nun adına sevilir, ögrenilir ve korunur. Öte yandan kim olursa olsun, nereden gelirse gelsin, her insan ilahi özün barınagıdır ve her türlü hoşgörünün konusu olmalıdır.