|
Eğitim-Öğretim Ve Felsefe Üzerine Bir Deneme
Tan DOĞAN
“ EĞİTİM-ÖĞRETİM ”
İçinde bulunduğumuz yüzyıla büyük beklentilerle girmemizin ana nedeni, “mutlu insanlık” ülküsüne ulaşma isteğini içimizde taşımamızdır. Gelecekten umudu kalmayan bireyler, topluluklar, toplumlar ve uluslar olarak yaşam sürseydik, değil yarınları, bugünü bile yaşayamazdık .
Türünü sürdürmenin ötesine geçen; ”düşünme gücü”yle doğasını ve doğayı değiştirebilen; yeryuvara ve yaşama anlam katma uğraşını veren bir dirim olarak sınırlı, günü kurtarıcı ve çıkarcı bir anlayışla yaşamak, insana yaraşır bir yaşam sayılamaz.
“Çıkar”, kişisel ya da günsel olduğu sürece çatışmaları, savaşları ve zamansız ölümleri oluşturmaktadır :Tarih buna tanıktır. Oysa, yeryuvarın, insanlığın geleceğine yönelik bir çıkar anlayışı, hem “barışçıl bir evren” yaratmayı sağlar, hem de “çağdaş” bir yaşamı kurar.
Doğanın değişimini sağlarken bozan insan, daha da ileri gidip, kendi “insan doğası”nı da bozmuştur. ”Kirlilik”olgusu, salt “dış doğa”da değil, insan yapımızı belirleyen, kişiliğimizi biçimlendiren “iç doğa”mızda da yer almış/almaktadır...
21. yüzyıla ulaşan insan, daha çağdaş, daha iyi, daha güzel, daha doğru bir yaşamı sürdürmeyi düşünmek yerine, gerici, tutucu, inakcı; özce, çağdışı bir yolculuğa sürüklemektedir insanlığı. Bunda en önemli öğe “yetersiz bilinç”tir.
Çözüm arayışlarının tıkandığı yerde, hep kurtarıcı olgu olarak “eğitim-öğretim” çıkartılır karşımıza. Oysa, eğitim-öğretim demekle, olgu ya da iki sözcük olarak adlandırmakla/anmakla “insanca bir yaşam”a ulaşılamaz. Unutulmamalıdır: Değerlerin içi boşaltıldığında, geriye adları kalır. Sorulmalıdır : Nasıl bir eğitim-öğretim?
Eğitimin doğum-ölüm arasını, öğretiminse okul yıllarını, zamansal olarak içerdiğini, bilmek yetmez. Niteliksel olarak söz konusu olguyu irdelemek kaçınılmazdır.
Yeryüzünde yer alan her ulusun, yüzyılların imbiğinden süzülen, kendine özgü değerler dizgesi oluşmuştur. Bu oluşumda yönetim biçimleri, ekin yapıları, tutumsal durumlar, coğrafyaya dayalı konumlar benzeri olgular belirleyicidir. Her ulus, kendi eğitim-öğretim ortamını yaşarken, kendi değerlerler dizgesinin koşullarını da yaşar.
İlerici, çağdaş, yaratıcı; kendini gerçekleştiren, bilimsellikten yana olan, eleştirici, sorgulayıcı bireyler, ancak “çağcıl demokrasiler”de oluşabilir. Çağcıl demokrasilerde her birey, ülkenin olanaklarından yararlanarak, öteki bireylerle eşit olarak yaşamakta; bilgi, beceri, nitelik konumuna göre geleceğini sağlayabilmekte, tüzel olarak da, eşitlikçi bir ortamda yaşam sürebilmektedir.
Koşullar böyle olunca, ”bilimsel bilgi”yle ve ”eleştirel düşünme”yle bilinçlenen çocuklar ve gençler, geleceğin yöneticileri olmak adına, nitelikli donanıma ulaşacaklarından, ”mutlu insanlık” için büyük bir yol alınmış olacaktır.
Eğitim-öğretim dizgeleri, ulusal özellikleri/özgünlükleri içermekle birlikte, ”evrensel değerler”e de yer vermelidir. Bu değerler, ”güzelduyu(estetik)”, “törebilim(etik/ahlak)” ve “mantık”ın yanı sıra, demokrasi yönetiminin çağdaş kurumlarının işleyişinin de bilgisine varabilmelidir. Eşdeyişle, “bilgi çağı”, ”bilgi toplumları”yla, o da, “bilinçli bireyler”le oluşabilir.
Her ulus, yeryuvarın doğasal, insanın törebilimsel kirliliğinin tanıklığını izlememekle kalmayıp, insanın özünde gizilgüç olarak yatan “güzellik” olgusunun dışa çıkması ve yayılması için uğraş verse, bu doğrultuda bir eğitim-öğretim anlayışını benimseyebilse; geçici küçük çaplı çıkarlar yerine, kalıcı büyük çaplı çıkarları, eşdeyişle, “evrensel birliktelik”e yönelim/katılım ve yaşam adına azımsanamayacak denli bir yolu almış olur.
Üzerinde yaşadığımız yeryuvar hiç kimsenindir ya da herkesindir. Bir ulusun varsıllığı(zenginliği), temizliği, çağdaşlığı ya da bir başka ulusun yoksulluğu, kirliliği, çağdışılığı, salt o ulusları değil, tüm insanlığı bağlamaktadır.
Şimdilerde bir kavram gündeme yerleştirildi: “Küreselleşme.” Söz konusu kavramdan çıkartılması gereken anlamlar şunlar olmalı: Tüm uluslar kardeştir; insanlar ten, dil, din konumlarına bakılmaksızın eşittir; yeryuvarda oluşan her sorun herkesindir, üretilenlerin ve kazanımların uygun paylaşımı kaçınılmazdır, yiyecek, barınma, sağlık, eğitim-öğretim, iş, dolaşım benzeri olanaklarından herkesin yararlanması gerekir...
Yeryuvarda yaşayan insanları ve ulusları “Kuzeyliler-Güneyliler”, “Varsıllar-Yoksullar”, “Hristiyanlar-Müslümanlar”, “Gelişmişler-Gelişememişler”, “Çağdaşlar-İlkeller” benzeri ayrımcı bir tavırla bölmeye kalkışmak, anlaşılması istenen, dile getirilen küreselleşmeden bambaşka bir içerik taşımaktadır.
Ulusların “evrensel eğitim-öğretim anlayışı”, tam da bu bağlamda işlevselleşmelidir . Yapılması gereken , “bilinçlenme eğitimi-öğretimi”ni sunmaktır. Bu eğitim-öğretimin içeriğini (ki, oldukça yalın, insansal, açık-seçik ve ussal bir bağlam ve olgu olarak) “yeryuvar hepimizindir” ve “insanlar kardeştir” anlayışı oluşturmalıdır.
Umudun yitirildiği yerde insanca bir yaşam olamaz. Evrensel bir anlayışla oluşturulacak ve yaşama geçirilecek bir eğitim-öğretimden başka bir çıkışın olacağı da şimdilerde görülememekte. Ne var ki, bu anlayışın oluşması, tüm ulusların ortak bir antlaşması altında sağlanamayabilir. Bu gerçek, ulusların bilinç süreçlerini başlatmaması ve yoğunlaştırmaması anlamına gelmez. Her iki bilinçlenme süreci de işlemezse, geriye, ne yazık/acı ki, “bireysel bilinçlenme”, sonrasında da “bilinçlendirme”çabası kalıyor…
Sonuçta, iki seçenekten birini seçmekle karşı karşıyayız: Ya “mutlu insanlık” için “evrensel değerleri içerir bir eğitim-öğretim dizgesi”ni uygulanmak ya da kısa zaman dilimli, ileriyi görmekten uzak, gündelik bakışa yönelik/günü kurtarıcı, yazgıcı bir anlayışla niteliksiz insanlar yetiştirmek. Seçim biz insanlara kaldığına göre, gelecekten söz açmak ya da açamamak da bizlere kalmakta. Yoksa…
EN BÜYÜK ÖĞRETMEN “YAŞAM” MI ?…
Bize, ilk çocukluk günlerimizden başlamak üzere, herkes “öğretmen” olmak istemiştir…Anne-babamızdır ilk öğretmenlerimiz: Kimimiz “sevgi” almıştır , kimimizse sevgisizlik… “Bilgi” vermiştir kimimize canlarımız, kimimizinse payına bilgiçlik denk gelmiştir.
Yakın akrabalarımız dizilir sıra sıra, bizlerin öğretmenleri olmak arzusuyla: Anneannemiz, babaannemiz, dedemiz; amcamız, dayımız, eniştemiz; halamız, teyzemiz, yengemiz…Eşdeyişle, yedi sülalemiz, neredeyseişini-gücünü bırakıp, öğretmenliğe soyunurlar, özveriyle ve yalnızca bizim için… Ne kadar “o yasak, bu günah; o cız, şu ayıp…” varsa, özenle ve sabırla öğretirler bize (!), günler- geceler, aylar-yıllar boyu…
Sonra, pek istenmese de “büyüklerce (!)”, tanışırız “sokak”la…Top oynar kimimiz, kimimiz evcilik oynar, ip atlar. Misketlerini yutturur kimimiz, kimimiz çelik-çomakta dayak yer. Ağaçtan düşüp kolunu kırar kimimiz, kimimiz bisikletin paslı zincirine ayağını kaptırıp tetanos iğnesiyle tanışmak zorunda kalır…Bakkaldan gazete-ekmek almalar başlar, fırından poğaça-börekler…Mahallenin yaşlılarının bitmek bilmez istekleri gelir ardından ve bedeli olan ilk üç-beş kuruş, ya da şeker,çikolata, bisküvi…Başlı başına bir okulduk “sokak” ve “ekini (kültürü)”; ve nice öğretmeni (!) barındırır bağrında…
Derken , mahalle bakkalının, eczacısının, manavının; sonra dondurmacısının, simitçisinin, sütçüsünün; ardından terzisinin, gazetecisinin, kalaycısının…öğretmenlikleri yapışır yakanıza: Her biri “ali mektep diplomalı”dır; eşdeyişle, yaşam okulundan mezundur, üstelik “pekiyi” dereceyle…
Derken, “gerçek !” okul yılları dayanır kapınıza : İlk, orta, yüksek öğrenim sürecinizce nice öğretmeniniz olur, nice geçmeniz (başarmanız) gereken ders; yüzlerce sınavdan sonucunda…Her öğretmeniniz ayrı bir dünya (!), ayrı bir kişiliktir ve her birinin yoğurt yemesi başka başkadır…Her ders bir başka zaman dilimidir, bir başka duygu-düşünce yükü ve bilme uğraşı / anlama… Kimisinde midenize kramplar girer, kimisinde soluğunuz kesilir; dağlara kaçmak istersiniz kimisinde, kimisinde de aşk dolu duygularla (!) hep kalmak istersiniz…Öğrenmişsinizdir bir şeyleri; ama severek, ama zorla; ama isteyerek, ama ezbere; ama anlayarak, ama bir anlam veremeyerek…Kimisi yaşama hazırlarken derslerin ve öğretmenlerin, kimisi de yaşamın çok ötesinden seslenir size…Kılgısaldır (pratiktir) kimisi, kuramsaldır (teoriktir) ötekisi. Ne var ki, iyi-kötü bir şeyler kalmıştır usunuzda (aklınızda), yüreğinizde; yarınlar için…
Sonra, “okul arkadaşları”nızın da öğretmenlikleri vardır : Kimisi “bak oğlum, o iş öyle değil, böyle yapılır” der, kimisi “biz bunun kitabını yazdık” der, kimisi “bendeki bilgiler benim diyen profesörde bile yok” der, bir başkası “çekinme sor sor, aydınlatayım seni” diye “ahkam keser…” Her biri “iflah olmaz” bir biçimde ve çocukluğun, ardından gençliğin/delikanlılığın deliliğince (!), birer öğretmen tavrına bürünüp, bilgiçleşirler… Onlardan da az şey öğrenmemişizdir doğrusu.
Derken, iş yaşamı, ekmek derdi; sonra askerli, sonra söz-nişan-düğün; ardından çoluk-çocuk…ilk annelik, ilk babalık…Ve her dönemde yeni öğretmenler, yeni bilmeler…Öğrenmenin yaşı olmaz sözlerinin kulaklarda çınlamaları …
Ve yaşlanan çocuklar, “ben onlar gibi yapmayacağım” demelere karşın yine de, oğluna-kızına, genetik kuralmışçasına “bak oğlum-bak kızım…” demeden yapamayıp, bir başka öğretmenliğe durmak…
Ve…yıllar sonra sorması kişinin kendine: “En büyük öğretmen kitap mı, okul mu, yoksa yaşam mı?” diye. Ve öğretmenlik yine de; bu kez torunlara, bu kez mahallenin çocuklarına...
“ FELSEFE ”NİN ANLAMI
Düşünen, sorgulayan, algılayan, irdeleyen, deneyen, kavrayan, eleştiren, anlayan…bir dirim diye de tanımlanır insan. Bu olgularıysa usuyla (aklıyla) gerçekleştirir. Özne (ben)-nesne (suje) ilişkisiyle de bilgiye ulaşır… Bu bilgiler gündelik, dinsel, teknik, sanatsal ve bilimsel türler içerisinde irdelenebilir.
Sözcük anlamı bilgisevgisi/dostluğu olan felsefe ve bilgidostu olan filozofun/düşünürün yapmaya çalıştığı, bilgiyi aramak, ardına düşmekten başka bir şey değildir (Bu yolda bilgisevgisini bulduğu da olur, kimi zamansa salt yolculuğunu sürdürmenin ötesine de geçemez. Güzel/özlü sözler söylediği de olur, ne var ki o, gerçekle daha çok iç içe yaşamayı değerli kılar. Önemli olanı yadsımaz, değerli olanıysa daha çok benimser.)
Yaşamı çözmez, sihirli bir değnek vermez, tansıklıklar (mucizeler) sunmaz, formülleştirmez; 2x2=4 demez: Bilir çünkü, yaşam ve insan yaşamı her zaman, genel-geçer bir formüle indirgenemez.
Varlığı, törebilimi (ahlak/etek), bilgi kuramını inceler; bilgi, bilim, varlık, ahlak, siyaset, güzelduyu (estetik), din felsefelerini irdeler.
Felsefe, soru sormaktır, diye de tanımlandırılıp anlamlandırılmaktadır da. Ne, neden, niçin, nasıl, ne biçimde-içerikte, ne zaman, nerde, kimle/kimlerle…benzeri soruları bitip-tükenmeden, yorulup bıkmadan sorar. Bu sorular yenilendiği denli, yüzyılların imbiğinden süzülerek günümüze ulaşan ve yinelenen sorular da olabilmektedir. Ben kimim, nerden gelip- nereye gidiyorum, yaşamın anlamı nedir, insan nedir, evrende yeryuvarın varlığı neyin anlatımıdır?...Benzeri nice sorular, sorular, sorular…Felsefe bir yön gösterici, bir pusula gibi de olabilir, ne var ki yönetmez, kesin bir yol göstermez: Nice düşünürün düşüncelerini, düşünce akımlarını, yöntemlerini, dizgelerini sunar ve der ki, herkesin son sözü / seçimi kendinindir.
Bir bakarsınız milattan önceki yüzyılların yalınlığında/derinliğindesiniz, bir bakarsınız ortaçağın karanlığında, bir bakarsınız yirmibirinci yüzyılın sorunsalında. Bir Sokrates’le Aristotales’le us usasınız , bir Sarter’la Nietzsche’yle yan yanasınız, bir Yunus’la Mevlana’yla yürek yüreğesiniz. Ya da hepsiyle, ya da hiçbirisiylesiniz: Sonuçta, kendini bilenlerden birisi de olabilirsiniz, ya da…
İnsan, yaşam, doğa (ve insan doğası, yeryuvar (dünya), evren üzerine sorular sorarak, bilgisevgisiyle yolda olarak; arayarak, inceleyerek, irdeleyerek, sorgulayarak ekin (kültür) varlığı ve insan olarak yaşamak ve de yaşamanın anlamına varmaya çalışmak için felsefenin anlamına varmak, azımsanamayacak bir güzellik, bir doğruluk, bir iyilik değil de nedir artık sizce?...
Ve seçim sizin yine : Mutluluğun, özgürlüğün, bilginin; sevginin, erdemin, erincin (huzurun) insanca yolcusu mu olmalı, yoksa…?
‘FELSEFE’NİN NERESİNDEYİZ?
İnsan
Sorular… Sorular… Sorular…
İnsan olmamızı ne belirledi,? Kim sordu, hangi gezegene ineceğimizi? Biz mi istedik, yeryuvara gelmemizi? Ya anne-babamızı, ya doğacağımız yeri, ya yaşayacağımız ortamı kim seçti? Varsıllığımızı ya da yoksulluğumuzu, mutluluğumuzu ya da mutsuzluğumuzu hangi erk saptadı? Güzel ya da çirkin, beyaz ya da siyah, üstün ya da geri anlaklı, oluşumuzu oluşturan ne?...
Ya yazgısal/tanrıbilimsel, ya tanrıtanımazsal, ya özdeksel, ya hiçsel…ara da dur bir yanıt… Ben kimim, nerden gelip-nereye gidiyorum, yaşamı(mı)n anlamı ne; evreni yaratan kim, ilk/ana neden ne, ne olacak benim sonum…sorularına bürün… Ye-iç, yat-kalk, çalış-boşta kal; siyasetle, dinle, sanatla oyalan ve haydan gelip-huya git/doğduğun gibi öl.
Bırakılmışlık
Bir atılmışlık, bir fırlatılmışlık, bir cezalandırılmışlık, bir vazgeçilmişlik değil de ne, bizim serüvenimiz? Usdışı, istençdışı, seçimdışı bir zorlanma, dayatma: Bırakılmışlık…
Bilinçsizlik
Düşünüp-taşınmalarımız, yapıp-etmelerimiz, yıkıp-dökmelerimiz bizim mi, bize iye mi? Her düş, düşün, düşülkü bilincimizle mi, bilinçsizce mi? Verdiğimiz kararları biz mi veriyoruz, yoksa, önceden /dışımızda tasarlanmış bir kararın sözcülüğünü mü yapıyoruz?
Sanal mı-Gerçek mi?
Tüm yaşanılanlar ya yalan, ya da doğru. Yaşanan ne varsa ya bizce, ya da bize öyle görünüyor. Yaptıklarımız ya bir oyunun parçacıkları, ya da oyundışı. Bütün olanlar ya sanal/düş, ya da gerçek: Bilen kim/ne?
Neden?
Bizce ve bunca belirsizlik neden? Neden açık-seçik değil her şey? Bir giz var da, buna neden olan şeyi mi bilemiyoruz? Yaşanacak yüzyılların çok başındayız da, bundan mı neden arayışımız? Usumuz bir neden bulmak için yetersiz mi, sığ mı, sınırlı mı yoksa? Boğun eğmeli miyiz yoksa, bir neden aramadan, yazgıya?...
Evren ve Yeryuvar
Nice evren dizgesinden bir dizge, güneş dizgemiz. Nice gezegenden bir gezegen, yeryuvarımız. Nice dirimden bir dirim, türümüz. Nice sorulardan bir soru, sorumuz: Evrenimizin dışında yaşlanan-yaşlanmayan ya da daha oluşmayan evrenlerden bir evrenin, bir dizgesinin, bir gezegeninde, nedir insan?
Us
‘Düşünüyorum, …’
Düşünür Descartes’ın(1596-1650), ‘düşünüyorum’ unun ardında, eleştiriyorum, soruyorum, sorguluyorum; irdeliyorum, inceliyorum, betimliyorum, dünü içeren ne varsa, tümünü silip-atıyorum, inaksallığı yok ediyorum, inançsallığı yitiriyorum…düşünceleri mi yatıyordu, yoksa, bir başka mantık oyunuyla, Tanrısallığı mı evetlemeyi erekliyordu dersiniz?
Geçmişiyle ilgili tüm verileri; gelenek-görenekleri, ekinsel birikimleri, aktörel değerleri, eğitim-öğretimsel kazanımları, inançsal etkilenmeleri, siyasal yaşamaları, toplumsal ve evrensel anlayışları… bir yana itebildiği için mi, ‘öyleyse’, diyebiliyordu, yoksa, Tanrısal gerçeğe artık ulaştığını açık-seçik (!) dillediği için mi dersiniz?
Yeryüzüne rastlantı sonucu bırakılmış bir varlık olmaktan, bir bilinç varlığına dönüştüğü için mi ‘varım’ demeyi yeğliyordu, yoksa, varlık nedenini Tanrı’ya dayandırdığından ötürü mü dersiniz?
İnanca uydurulan düşün, Tanrıbilimseldir. İnaksallık, yücelik, tansıklık ve buyurganlık söz konusudur. Usa tutu koymaksa, bilinci ve istenci yoksamaktır. Eşdeyişle, özgür istemenin, özgür seçimin, özgür yaşamın özünde bilinçdışılık yatıyorsa, burada özgür olan nedir? Usdışı olan ya da kişi anlığından bağımsız alınan ve uygulanan/uygulatılan her karar, her yasa, her yaptırım, özgürlüğün ve ussallığın dışında kalır.
İmdi, ‘düşünüyorum’ diyebilmek için, belirlediğim düşünme yetisini anlığımca değerlendiriyorum, demek gerekir. Yoksa, bir inanla, inakla ya da rastlantıyla düşünüyor gibi yapıyor, düşündürülüyorum değil…
‘Öyleyse’nin içeriğindeyse, usumla, tüm koşulları kendim oluşturuyorum, düşünü yatmalıdır. Yoksa, bu böyle olduğu/oldurulduğu için, değil…
Kendimi yarattım, güneş dizgesini seçtim, yeryuvara indim ve işte, beni, ben varoluşturdum/yaşatıyorum demek gerekir, ‘varım’ diyebilmek için. Yoksa, kovulmuşluğun, cennet-cehennem anlatısının, suç ve ödül ikileminin, korku ekininin, Tanrıbilimsel söylemin/söylencelerin söylediğince değil…