Felsefe Tarih ve Evrimin Unutulan Dansı

Özgür Akarsu

Bilim ve Ütopya’da bir süredir devam eden evrim tartışmasının, felsefi ve tarihsel, çoğu zaman da ideolojik bağlamda olması konunun varsıllığına ışık tutmaktadır. Bununla, beraber evrim tartışmasının canlının biyolojik evrimi ile ve düşünce tarihinin kabaca Rönesans’tan sonrası ile kısıtlı olarak sürdürülmesi düşünce etkinliğimize sıkıntı yaratıyor gibi görünüyor. Düşünce eyleminin özgürleşmesi adına bu sıkıntıdan sıyrılmakta yarar vardır. Böylece tartışmaları, taraf olma dolayısı ile saldırma ve savunma gibi son derece verimsiz bir yöntemin kurbanı olmaktan da kurtarırız.

Bu yazıda, doğanın evrimsel bir betimlemesinin tarihsel, metafiziksel ve epistemolojik en genel olarak felsefi bağlamlarının dikkate alınmasının gerekçelerini göstermeye çabalayacağım.

Şimdi, İ.Ö 95-55 yıllarında yaşamış Lucretius’la bir buluşma öneriyorum. “Evrenin Yapısı” adlı 7400 dizelik didaktik şiirinde, İ.Ö 341-271 seneleri arasında yaşamış Yunanlı filozof Epikuros’un düşüncelerini anlatır:

Neler uydurabilir onlar, bir düşün,
Yaşamın uyumunu bozmak,
Mutluluğu dönüştürmek için korkuya!
Haklıdırlar üstelik; insanoğlu,
acılarının Anladı mı bir sonu olduğunu, ne yapıp yapar güçlenir,
Karşı koyar bağnazlığa ve zulmüne yalvaçların.
Oysa şu anda direnci yoktur, çünkü
Ölümden sonraki ceza yıldırmaktadır gözünü.
Canının niteliği konusunda insan bilgisizdir.
Bedenle birlikte mi doğar can, sonra mı yerleşir?
Ölümle çözülüp yok mu olur bizimle,...
O yüzden göksel olayları ele almalıyız önce:
Devinimlerini, güneşin ve ayın
Ve güçleri, yeryüzündeki olaylara yön veren.

İlkemiz şu olacak konuya girerken:

Hiçten, hiçbir şey yaratılamaz tanrısal güçle
Hiçten, bir şey yaratılamayacağını kavrayınca
Daha açık seçik göreceğiz önümüzdeki yolu;
Tanrıların eli olmadan varlıkların
Nasıl oluştuğunu ve varolduğunu.

Sayılmayacak kadar çoktur atom yığınağı
Canlıların ve dünyamızda nasıl kümelenmişlerse,
Başka herhangi bir yerde de tıpatıp
Kümeleştirecek doğal bir güç vardır onları.
Demek başka yörelerde de Başka dünyalar var bizimki gibi
Başka hayvan türleri, başka insan soyları.

Bu gerçekleri görünce özgürlüğünü anlayacaksın
Doğanın, denetlenmediğini kibirli efendilerce
Ve tanrıların yardımı olmadan yönettiğini
Evreni. ...

Biz kullanalım diye yaratılmamıştır.
Tersine, var edilen, yaratır kullanmayı.
Göz yokken, görme yoktu ve dil yokken, konuşma.
Ve dilin var oluşu, konuşma yetisinin
Kaynağından çok eskilerdedir.

Oradan oraya, sonsuz zamanda, birbirlerine
Hızla çarparak; olabilecek her türlü bileşimi
Denemiş ve bu yolla gerçekleşebilecek her şeyi
Göstermişlerdir böylece. Bugünkü dünyamızı yapan
Ve her gün değişimi körükleyen kümeleşmeleri,
Devinimleri bulmalarına şaşmamalı sonunda.

Atomları hiç bilmeseydim de, göksel olayların
Kendilerini çağırırdım tanıklığa ve başka
Kanıtlar aracılığı ile ortaya koyardım evrenin
Tanrısal güçle yaratılmadığını bizim adımıza.
Neden dersen, öylesine çok ki eksiği!.

Çevrene bak, kayaların bile boyun eğdiğini
Göreceksin zamana: yıkılan silinen kuleler,
Unufak duvarlar, zamanla silinen tapınaklar,
Tanrı imgeleri. Kutsallıkları uzatabiliyor mu
Doğa yasalarına karşı, verilen süreyi?

Atomlar uslarını kullanarak düzen gözetmedi,
İşbölümüne de gitmediler aralarında.
Ama yığınla atom, sonsuz zamanda, çeşitli
Yönlere koşuşturarak ağırlıklarıyla çekilip
Çarpışarak birleşmişlerdir türlü biçimlerde
Ve bileşimleriyle ortaya koymuştur
Oluşabilecek şeyleri. Demek her türlü devinimle,
Her türlü bağlantıyı denedikleri bu yolculukta,
Ansızın raslaşanlar ve doğal olarak
Yaratabilenler özlü dokuları –yeri, göğü,
Denizi ve canlı türlerini- gelmiş biraraya.

Yığınla canavar yaratmaya yeltenmişti toprak:
İki-cins-arası, aslında cinsellikten uzak
Erselikler; elsiz, ayaksız, dilsiz,
Ağızsız canavarlar, gözsüzler, körler,
Elleri-ayakları bedenlerine yapışık olduğundan
Kımıldayamayan, kendini savunamayanlar.
Evet böyle ucubeler yaratıldı
Ama boşuna. Doğa çoğaltamadı hiçbirini.
Ne çiçeğini derleyebildiler serpilmenin
Ne besin bulabildiler, ne üreyebildiler...
Sürdüremeyenler yaşamlarını; ...
Boyun eğmişler, öbür hayvanlara av olmuşlar
Ve tükenmiş bitmiş türleri en sonunda.

Özellikle son alıntılarda Darwin’den esintiler yok mudur? Elbette bu dizeleri okuyunca bize tanıdık gelen ifadeler evrim teorisi ile ilgili bilgilerimizden kaynaklanıyor. Oysa tarihsel olarak bu dizeler Darwin’den neredeyse iki bin sene önce yazılmıştır. Dolayısı ile bize Darwin’denmiş gibi gelen esintiler kesin olarak geçmişten Darwin’e doğru esmiş olmalı. Bilim, evrenin evrimsel bir varlık olarak betimlenmesine, özel olarak da canlılığın doğanın içsel kuvvetlerinin bir sonucu olduğu düşüncesine, kuşkusuz sayısız veri ile de katkı sağlamıştır. Ancak, rasgele algılar ve elde edilmiş veriler bize bir teori kurmaz. Çünkü, kavramlar olmadan algılar kördür. Daha da ötesi “algı” “algılar” olarak henüz nesneleşmemiştir bile. Burada bu epistemolojik tartışmaya girecek değilim. Ancak söylenebilecek şu ki, Darwin’in seyahatlerinde elde etmiş olduğu verilerden, canlılığın evrimi sonucuna varması, aklında bunu arayan bir doğa betimlemesi olmadan pek olanaklı görünmüyor. Çünkü aynı verilerden başka başka felsefi düşünce tarzındaki kişiler farklı sonuçlara varabileceği gibi düşünce tarzının, paradigmanın, dünya görüşünün araştırmacının verileri hangi türden ve nasıl toplayacağını belirleyebileceğini de görmekte yarar vardır. Özetle Darwin’in biyolojik evrim fikrini icat ettiğini söylemek aceleci ve baştan savma bir yargı olur.

Tartışmalarda dikkat çeken bir eğilim “metafiziğe” karşı cephe alınmış olmasıdır. Metafiziğe, sanki dini inançlar, cinler ile ilgileniyormuş gibi bir edayla yaklaşılıyor. Pozitivizm ile materyalizm başka şeylerdir. Pozitivist gelenek metafiziği eleme çabası ile yola çıkar. Metafizik önermelerin anlamsız olduğunu söyleyerek bu tür konuları felsefenin dışına atmak ister. Ancak, materyalist felsefe için bunu söyleyemeyiz. Çünkü, materyalist felsefe daha en baştan metafizikseldir. Açıklayalım.

Katıldığım bir ayrım olmamakla beraber, çok kabaca, tüm felsefi görüşlerin idealist ve materyalist diye ikiye ayrımı şu soru üzerine kuruludur: Özdek mi önce vardı, düşünce mi? Yani, düşünce mi özdeği yarattı yoksa, özdek mi düşünceyi yarattı? İşte bu soruya materyalist felsefe, özdeğin düşünceden önce de var olduğunu söyleyerek cevap verir.

Burada Lucretius’tan yaptığımız bir dize alıntıyı yeniden anımsayalım:

Biz kullanalım diye yaratılmamıştır.
Tersine, var edilen, yaratır kullanmayı.
Göz yokken, görme yoktu ve dil yokken, konuşma.
Ve dilin var oluşu, konuşma yetisinin
Kaynağından çok eskilerdedir.

Burada, dikkat edersek, ağzımızdaki organik-dilin kültürel, tarihsel ve zihinsel bir varlık olan dilden (Türkçe, İngilizce ya da Afrika’daki bir kabilenin dili gibi) daha önce de var olduğunu söylüyor. Ancak asıl can alıcı nokta; organik-dilin bir dilin konuşulması için yaratılmadığını, organik-dilin varlığının bir dilin oluşmasına olanak sağladığını belirtmesidir. Böylece burada, zamansal olarak, özdeksel varlığın düşünsel varlığın öncesinde de var olduğunu açıkça görüyoruz. Buna karşıt olarak, idealist yaklaşımda ise düşünce, şimdilik tanrı diyelim, özdeği yaratmıştır. İncil’den bir alıntı yapacak olursak, “Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Başlangıçta O, Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı. Yaşam O’ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı.” (Yuhanna 1:1-3) Buna göre henüz özdek yok iken yaşam Tanrıda vardı, sonra yaşamı insanlara O verdi. Lucretius’a bakarsak; O, yaşamı doğanın kendi iç devinimlerine bağlayarak açıklamaya çalışıyor. Bu türden temel farklılıklara sayısız örnek verilebilir, ancak bu kadar örnek bizim amacımıza hizmet etmeye yeterli görünüyor.

İdealist ve materyalist felsefe ayrımının nasıl yapıldığına değindikten hemen sonra şu dikkat çekiyor: materyalist felsefenin çıkış noktası tamamen bir metafizik kabuldür. Çünkü, mantıksal olarak “özdek vardır” demek ile “tanrı vardır” demek eşdeğer önermeler olduğu gibi, hem “özdeğin” hem de “tanrının”-tanımlandıkları gibi bir varoluşlarını- varlığını saltık olarak kanıtlamak ya da çürütmek olanaklı görünmüyor. Elbette ideolojik, psikolojik ya da çeşitli çıkarlarımız (burada “çıkarı” kötü anlamda kullanmıyorum yaşamda çıkarımız olarak gördüğümüz birçok şey olabilir) bağlamında bu düşüncelerden birine eğilim gösteririz. Ancak son çözümlemede, varlığın materyalist bir değerlendirmesinde temellendirme fizikötesidir yani metafizikdir. Pozitivist gelenek metafiziği eleme kaygısında olduğundan bu temellendirme sorunsalını da dışta bırakır. Özetle, metafizik ile materyalist felsefe birbirini tehdit etmez. Metafiziğin boş inançlar, dini inançlar ya da doğa üstü güçler gibi çağrışımlarla kullanılması ve bu kavrama karşı cephe alınması ciddi bir sıkıntı doğurmaktadır. Unutmayalım ki uğruna savaştığımız “özgürlük” de metafiziksel bir varlıktır.

Evrim dediğimizde akla ilk gelen biyolojik evrim ya da özellikle Darwin’in çalışmaları olsa da “evrim” kavramı tüm varlığı, yani dünyayı, yıldızları, gökadaları ve nihayet evreni de kapsayan bir kavramdır. Bu gün bizler astrofizik derslerinde yıldızların evriminden, sosyolojide toplumların evriminden, günlük yaşantımızda iki insan arasındaki ilişkinin evriminden söz ediyoruz. Kısacası “evrim” yaşamın ve doğanın anlamlandırılış, doğanın dahası evrenin bir betimleniş, değerlendiriliş tarzıdır. Yani, aynı zamanda insanın bir değer ölçütü, bir değer yargısıdır. Dolayısı ile varolanın insanca bir değerlendirilişidir ve bu özelliği evrimin bir ilerleme olduğu metafiziğine olanak verir. Evrim düşüncesinin de bir tarihi, evirilişi, evrimi vardır.

Buradaki can alıcı nokta ise, evrimin bir ilerleme olduğunun hiç düşünülmeden kabul edilmesidir. Peki ama evrim bir ilerleme midir? Evrimsel bir sürecin bir ilerleme süreci olduğunu söylemek bizi bir ölçüt kullanmak zorunda bırakacaktır. Öyle ise, ölçütümüz ya da kıyasımız nedir? Ölçüt olarak alınan “insan” dır diyebiliriz. Öyle ise insanın en ilerlemiş tür olduğunu söylediğimizde hangi ölçütü kullandık? Evrimin bir ilerleme olduğunu söyleyip doğanın evrimsel bir yapısının olduğunu söylersek, geleceğin geçmişten üstün olduğunu söylemiş oluruz ki bu metafiziksel bir iddiadır. Örneğin; Platon’a göre, bilginin kaynağı, bizim kendilerini duyu deneyi ile değil de, düşünce ve akıl yolu ile bilebileceğimiz idealardır. İdealar ezeli-ebedi olan, yani yaratılmamış ve yok edilemez olan, zamanın ve mekanın dışındaki değişmez kavramsal varlıklardır. Oysa, bu dünyadaki algılanabilir nesneler zaman ve mekanın içinde sürekli değişmeye maruz kalmaktadırlar. İdealar değişmez olduklarından herhangi bir şey yapamaz ve dolayısı ile evrendeki değişmeyi başlatamaz ya da bu değişmeye neden olamaz. Ama bir tanrı, İdealar dünyasının özelliklerini, sadece akılla anlaşılabilir dünyanın formlarını, düzenden yoksun, belirsiz özdeğe yükleyerek özdeğe düzen ve form kazandırır. Özdeksel dünya tanrının kendisine verdiği formları koruyabilmek bakımından yetersizdir, yani evren sürekli çürümekte, onun imasıyla soysuzlaşmaktadır. Böylece geçmişin gelecekten üstün olduğunu düşünerek, soysuzlaşan, çürüyen bir evrende yaşadığımızı düşünebiliriz. Yani, böylesi bir epistemolojik anlayışta zamanın ilerlemesine eşlik edenin bir evrim değil geri-evrim (devolution) olduğunu söylemek gerekir. Çünkü burada geçmiş gelecekten üstün olarak değerlendirilmektedir.

Doğada sürekli bir değişim vardır, ancak buna bir ilerleme demek bizleri tutarlı olmak adına doğanın dışında bir varlığa başvurmaya zorlar. Platon, doğadaki değişime özel bir nitelik eklerken tutarlıdır. Çünkü, İdeaları ile doğayı karşılaştırarak doğal değişimi çürüme, soysuzlaşma olarak nitelendiriyor. Doğa ya da evren dışında bir varlık olmadığını kabul eden bir felsefede geleceğin geçmişten üstün olduğunu söylemek doğa dışında bir değer ölçütü kullanıyoruz anlamına geleceğinden çelişkili olur. Doğa dışında bir varlığa başvurmadığımız durumda değişimin kendisini bir ilerleme olarak belirlemek için ne tür bir ölçüt kullanacağız? Doğa içinden bir ölçüt bulabiliriz miyiz? Bu tür çabalar önünde sonunda doğa dışı bir varlığa gönderme yapar. Ancak yine de diyelim ki, türler içerisinde en üstün tür insan türüdür. Elbette, insan olmayı bir ölçüt alıyorsak insan olmak en üstün durum olacaktır. Böylesi bir insanmerkezli (antroposentrik) yaklaşımın totolojik bir yanı yok mudur? Buna karşın biz hala insanın en üstün canlı türü olduğunu iddia etmekte diretirsek şu sorulabilir; peki hangi insan en üstün? Bir Afrikalı mı yoksa, Alman ya da Türk mü? Peki tarihin hangi dönemindeki insanı baz alacağız? Canlılar arasında en üstün tür olarak insanın belirlenmesi, insan türü içersinde de en üstün ırkın belirlenmesi olarak bizim karşımıza dikilir. İnsan merkezli bir evrim anlayışı belli bir ırk merkezli düşüncelere geçiş için son derece meşru bir zemin oluşturur.

Bildiğim kadarı ile tarihte, insanın soyunun düzeltilmesi-iyileştirilmesi (ıslah edilmesi) için bir tür öjeniği öneren ilk eser Platon’un Devleti’dir. Platon’da, toplumlar ve insanlar da aynı doğa gibi çürümekte ve soysuzlaşmaktadır. Ancak sadece düşünerek İdeaları kavrayan filozof-krallar bu çürüyüşe ve soysuzlaşmaya bir dur diyecektir. Böylece bir elit zümrenin yönetiminde, hayvanların soyu nasıl iyileştiriliyorsa benzeri bir şekilde insan soyu da iyileştirilecektir. Elbette bunu yaparken bu filozof-krallar, ideal insanı belirleyecek ve gerekli iyileştirmeyi ona göre yapacaktır. Daha bir kuşak geçmedi, Hitler çeşitli ırkların kafa taslarının geometrik yapısının oranlarını ölçtürmedi mi? En üstün ırk olarak belirlenen Almanların iskelet yapısı baz alınarak ırklar sıralanmadı mı? Bilim böylesi bir insanlık ayıbına hizmet etmedi mi?

İlerleme olarak değerlendirilen evrim, ırkçılık için referans alınacak ideal insan biçimini, doğanın dışından ya da başlangıcından, doğanın ve tarihin en yakın geçmişine hatta yarınına taşır ve ideal insanı hala tanımlar. İlerleme, ideal insanın konuşlandığı yeri bugünün insanı içerisinde, bu kümeden de elit bir yerelin insanı olarak belirler. İşte bilginin, özel olarak da bilimin ürettiği bilginin de, epistemolojik bir değerlendirmesi, ırkçılığın teorisine hizmet edebilir, ırkçı düşünce dizgelerine meşru zemin hazırlayabilir. Bu bağlamda, insanlığın bilgi birikimini seyre çıktığımızda evrimi salt bilimsel bir teori olarak değerlendirmek miyop olmak demektir. Irkçılığa karşı durduğumuz cepheden karşı cepheye yapılacak ilk harekatın özcülüğe saldırmak olduğunu düşünebiliriz. Ancak bunu yaparken kendi düşünce dizgemizin de karşı olduğumuz o düşünceye hizmet edip etmediğine bakmakta yarar vardır. Bu daha zordur. Bilgiye özgürce ulaşmak istiyorsak kendi düşünce dizgemizi sevmek ve savunmak yetmez, kendi dizgemize de kin duymaya belki de onu otopsi masasına yatırmaya alışmamız lazım. Balıklar suda yüzdüğünün farkında değilmiş, biz de içinde yüzdüğümüz değerlerin farkında değiliz. Asıl zor ve önemli olan bunların farkına varmak, varıp da yüzleşmek değil midir?

i- Lucretius, Evrenin Yapısı, Türkçesi: Turgut Uyar-Tomris Uyar, İyi Şeyler Yayıncılık, 1. Basım, Şubat 2000

ii- İncil, Yeni Yaşam Yayınları, 1. Basım, Ocak 1995

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP