Niçin Sosyalizm (...devam )

olarak yoketmeye, ya da kendi yarattığı insafsız bir kaderin oyuncağı olmaya mahkûm edilmiş değildir.

İnsan hayatını elden geldiğince iyileştirmek için, toplumun yapısını ve insanın kültürel tutumunu ne yolda değiştirmek gerektiğini kendi kendimize soracak olursak, değiştiremiyeceğimiz bir takım koşulların varlığını durmadan hesaba katmak zorundayız. Yukarıda da söylediğim gibi, insanın biyolojik özünü, her istenen pratik amaçlar için, değişmeye uğratamayız. Ayrıca, şu son bir kaç yüzyılın teknik ve demografik gelişmeleri de bir takım koşullar yaratmıştır ki, hunlar da değişmeden sürüp gitmek zorundadırlar. Bir dereceye kadar yoğun ve geçimleri için gerekli malları olan topluluklarda, aşırıya varan bir işbölümü ve fazlasıyla merkezleşmiş bir üretim düzeni gereklidir, hem de pek gerekli. Kişilerin ya da azçok küçük toplulukların kendi kendilerine yettiği o insana uzaktan bir masal gibi gelen çağlar, bir daha geri dön-memecesine göçüp gitmiştir artık. Bugün insanlık dünya ölçüsünde bir üretim ve tüketim topluluğu olmuştur dersek, aşırıya kaçmış olmayız.Şimdi öyle bir noktaya geldim ki, bence zamanımız buhranının özünü yapan şeye dokunmak istiyorum kısaca. Bu, insandaki ile toplum arasındaki ilişki sorunudur.

İnsandaki topluma olan bağlılığının her zamandan daha çok bilincine varmıştır, ama bu bağlılığı olumlu bir yarar, organik bir bağ, koruyucu bir güç olarak değil, daha çok, doğal haklarına, hattâ varlığına karşı bir tehlike gibi görüyor. Ayrıca, toplumsal durumu bakımından, kişinin öz yapısına bağlı bencil eğilimler güçlenirken, özü bakımında daha güçsüz olan toplumsal eğilimleri gitgide bozulmaktadır. Toplumdaki durumları ne olursa olsun, bütün insanoğulları bu bozulma olayının acısını çekmektedir. Bencilliklerinin ölesi olduklarından habersiz, kendilerini güvensizlik içinde yapa yalnız duymakta, saf, temiz ve yalın bir hayat sevincinden yoksun bulmaktadırlar, insan, kendini topluma adayarak, kısa ve tehlikelerle dolu hayatta bir anlam bulabilir ancak.

Bugünkü durumuyla kapitalist toplumdaki anarşi, bütün kötülüklerin gerçek kaynağıdır bence. Karşımızda koskoca bir üreticiler topluluğu görmekteyiz: Bu topluluğun üyeleri, kollektif çabalarının meyvalarından birbirini karşılıklı olarak durmadan yoksun bırakmaya çalışmaktadırlar, zor kullanarak değil, ne de olsa, yasalar gereğince konmuş kurallara uyarak. Bu bakımdan şunu iyice anlamamız gerekir: Üretim araçları, yani tüketim maddelerini elde etmek için gerekli olan bütün üretme gücü, ve fazla olarak da sermaye birikimleri, yasalara uygun yoldan bir takım insanların özel malı olabilir, nitekim büyük ölçüde olmaktadır da.

Aşağıda söyliyeceklerim daha kolay anlaşılsın diye, ellerinde hiç bir üretim aracı olmayanların tümüne birden - kelimenin günlük anlamına temamen uymasa da - «emekçi» diyeceğim. Üretim araçlarını elinde tutan bir kimse, emekçinin iş gücünü satın alabilecek bir durumdadır. Emekçi, üretim araçlarını kullanarak, yeni yeni mallar üretir ve bunlar kapitalistin malı olur. Bu oluş mada en önemli nokta, emekçinin ürettiği şeyle aldığı ücret arasındaki orandır. Burada her ikisini de gerçek değeri ile ölçmek gerekir. İş sözleşmesi «serbest» olduğu ölçüde, emekçinin aldığını, ürettiği malların gerçek değeri belirlemez. Onu belirleyen ihtiyaçlarının en aşağı çizgisi, bir de, kapitalistin ihtiyaç duyduğu emekçi sayısı ile iş arayan emekçi sayısı arasındaki orandır. Şunu da anlamak gerekir ki, teoride bile, emekçinin ücretini, ürettiği malların değeri belirlemez.

Özel sermaye, gerek kapitalistler arasındaki yarışma yüzünden, gerekse (teknik gelişme ve gitgide genişleyen işbölümü dolayısıyla) küçük üretim birliklerinin zararına daha büyüklerinin doğması ile, daha az elde toplanmaktadır. Bu gelişmelerden ortaya bir kapitalistler oligarşisi çıkmaktadır ki, bunun

korkunç gücünü hiç bir şey dizginliyemiyor, hattâ politik düzeni demokrasi olan bir toplum bile. Bu böyledir, çünkü, yasama kurulunun üyelerini politik partiler seçmektedir. Hsr istedikleri pratik amaçlar uğruna seçmen topluluğunu yasama kurulundan ayıran kapitalistler bu partileri etek dolusu paralarla beslemekte, ya da başka yollardan etkileri altında tutmaktadırlar.Bu yüzden de halkın temsilcileri dar gelirlilerin çıkarını yeterince gözetememektedirler. Ayrıca, bugünkü koşullar altında kapitalistler,doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak, başlıca haberleşme kaynaklarını (basın, radyo, eğitim) denetlemektedirler. Bu bakımdan yurttaş için nesnel sonuçlara varmak ve politik haklarını akıllıca kullanmak son derece güç, çoğu hallerde de bütün bütün imkânsızdır.

Sermayenin özel sahipliğine dayanan bir ekonominin ağır basan yönü iki önemli ilke ile dile getirilebilir: Önce, üretim araçları (sermaye) özel kişilerin elindedir ve bu araçları ellerinde tutanlar onları canlarının istediği yolda ve yerde kullanırlar. Sonra, iş sözleşmesi serbesttir. Bu anlamda «su katılmamış» bir kapitalist toplum yoktur elbette, özellikle şunu unutmamak gerekir ki, emekçiler uzun ve çetin politik savaşlar sonunda, bazı emekçi gurupları için daha iyi bir «serbest iş sözleşmesi» biçimi elde etmişlerdir.

Ne var ki, bütünü ile alınacak olursa, bugünkü ekonominin «saf» kapitalizmden pek farklı olmadığı görülür.

Üretim faydayı değil, kazancı gözeterek yapılmaktadır. Çalışma gücü ve isteği olanların her zaman iş bulacaklarını önceden kestirmek kimsenin elinde değildir. Bugün bile bir «işsizler ordusu» ile karşı karşıyayız. Emekçi sürekli olarak işini yitirme korkusu içindedir, işsizler ve az ücret alan emekçiler büyük tüketici olmadıklarından, tüketim maddelerinin üretimi sınırlanmakta ve bu yüzden büyük sakıncalar doğmaktadır. Teknik ilerleme herkesin çalışma yükünü azaltacağına, işsiz sayısının artmasına yol açmıştır. Kazanç dürtüsü ile kapitalistler arasındaki yarışma sermaye birikimi ve kullanımındaki kararsızlıktan sorumludur. Gittikçe tehlikeli, olan ekonomik çöküntülerin kaynağı işte bu kararsızlıktır. Sınır nedir bilmeyen bu yarışma, büyük ölçüde emek kaybına yol açmakta ve yukarıda değindiğim gibi, insanların toplumsal bilincini budamaktadır.

İnsanların böylesine budanıp yıpratılması, bence, kapitalizmin getirdiği kötülüklerin en büyüğüdür. Bütün eğitim sistemimiz bu kötülüğün acısını çekiyor. Aşırı bir yarışma tutumu aşılanan öğrenci:, ilerideki mesleğine hazırlık olarak, kazanma başarısına tapınacak biçimde yetiştirilmektedir.

Bu büyük kötülükleri ortadan kaldırmanın bir tek yolu var bence: O da, toplumsal amaçlara yönelmiş bir eğitim sistemini içine alan bir ekonomi düzeni kurmaktır. Böyle bir ekonomi düzeninde üretim araçları toplumun malı olacak ve plânlı bir biçimde kullanılacaktır. Üretimi toplumun ihtiyaçlarına göre ayarlayan plânlı bir ekonomi, yapılması gerekli işleri bütün çalışabilenler arasında dağıtacak ve her erkeğe, kadın ve çocuğa geçim güvenliği sağlayacaktır. Kişinin eğitimi, doğuştan getirdiği yetilerin gelişmesini kolaylaştırmalı ve onda, bugünkü toplumda olduğu gibi güc ve başarının yüceltilmesi yerine, benzerlerine karşı bir sorumluluk duygusu yaratmalıdır.

Bununla birlikte, şunu da unutmamak gerekir ki, plânlı bir ekonomi sosyalizm demek değildir. Böyle bir ekonomi,kişinin baştan başa köleleştirilmesiyle birlikte yürüyebilir. Sosyalizmin gerçekleşmesi son derece güç bir takım toplumsal ve politik sorunların çözümünü gerektirir: Politik ve ekonomik gücün aşırı merkezleşmesi karşısında, bürokrasinin kendini beğenmiş, astığı astık kestiği kestik bir güç olmasını nasıl önliyebiliriz? Kişinin haklarını nasıl koruyabilir ve bürokras'nin gücüne karşı demokratik bir dengeyi nasıl sağlayabiliriz?

2 Yorumlar

engin
3 Eylül 2010 13:53  

bugün dünyayı bu hale getirenler bu makaleleri okuyupta utansınlar tabi hala insani bir yanları kalmışsa bu makaleler bugün içinde bulunduğumuz ekonomik durumu çok net bir şekilde anlatıyor ama gel görki bu idallere inanak kaç milyon insan var

Adsız
18 Ağustos 2011 16:37  

Einstein'ı kaç kişi anladı, humanist düsünceyi kaç kişi anladı.. İnsanoğlu yaşadığı bebeklik çağında tarihe asla masum izlerle geçmeyecek.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP